Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah cümlenizden razı olsun. Evliyâullah, mübarek mürşid-i kâmillerin hayatlarını ve sözlerini okumaya devam ediyoruz. Tabakâtü's-sûfiyye kitabının 173. sayfasının 11. paragrafına geldik. Bu güzel eserin, kıymetli kaynak eserin yegâne baskısı, tek nüshası bu; okumaya devam ediyoruz:
Semi'tü Ebe'l-Hüseyni'l-Fârisiyye yekûl, semi'tü Ebâ Bekrin Muhammede'bne Ahmede'bni Yûsufe yekûl, semi'tü Ebâ Osmâne yekûl.
Müellif, bu rivayet zinciri ile Ebü'l-Hüseyni Fârisî'den işitmiş. O da Yusuf oğlu Ahmed oğlu Ebû Bekir Muhammed'den işitmiş ki bu zât Ebû Bekir et-Tâî el-Kûfî el-Cezzâr imiş.
Kâne sikâten. "Güvenilen bir râvi idi." Tüvüffiye bi-Dımaşk. "Şam'da vefat etti." Bi-şehr-i Ramazân. "Ramazan ayında" Senete hamsîn ve erbaîne ve selâse mie. "Râvi 345 senesinde." Semi'tü Ebâ Osmâne yekûl. "Şam'da vefat eden âlim, güvenilir kişiden, Ebû Osman'dan duymuş."
O Ebû Osman da, Ebû Osmân-ı Hîrî idi. Hîreli Ebû Osman. Ama bu Hîre, Nisabur'daki Hîre idi, Irak'taki Hîre değil idi hatırlayacaksınız.
Bu büyüğümüz, mübarek Ebû Osman-ı Hîrî hazretleri ne buyurmuş?
Te'azzezû bi-izzillah keylâ tezillû. Manası: "Zillete uğramamak istiyorsanız -zillete uğramamak için- Allah'ın izzeti ile izzetlenin."
İzzet; "kıymet, kuvvet; aziz olan şey, kıymetli" manasına geliyor. Az ve nadir olan şeye "aziz" derler. 'Azze'l-metâu'. "Falanca eşya pazarda çok az, nadir, ender oldu." mânasına. Bir de "galip olmak, kuvvetli olmak, düşmanını yenmek" mânasına geliyor. "Mutlak mânada, düşmanına kahir bir şekilde, kuvvetiyle galip olan" mânasına geliyor. İzzet bu mânaların hangisini düşünürsek düşünelim; izzet Allah'ındır.
Kuvvet de, kıymet de Allah'tadır.
Ve li'llâhi'l-izzetü ve li-Resûlihî ve li'l- mü'minîn. "İzzet Allah'ındır, Resûlü'nündür ve Müslümanlarındır." Ve lâkinne'l-münâfıkîne lâ yefkahûn. "Münafıklar bu işi anlamazlar."
Bu işin böyle olduğunu bilmezler; ama izzet Müslümanlarındır, Resûlullah'ındır, Allah'ındır.
Hz. Ömer radıyallahu anh paçalarını sıvamış, Kudüs fetholunacak. Askerler muhasara etmişler, kale düşecek, demişler ki;
"Biz anahtarı size vermeyiz; sizin başkanınız kimse çağırın, ona teslim edelim."
Hz Ömer radıyallahu anh Medîne-i Münevvere'den kölesini yanına almış, Kudüs'ü teslim almaya çıkmış. –Allah, Kudüs'ü teslim almayı bize de nasip etsin, bu devirde de nasip etsin, yeniden teslim almak lazım.- Mübareklerin bir develeri varmış; ama iki kişiler. Bir Hz. Ömer deveye binermiş, kölesi devenin yularından tutup yürürmüş; bir kölesi binermiş, Hz. Ömer yulardan tutup yürürmüş. Adaletiyle tanınan Hz. Ömer kölesini bile hor görmüyor, kölesine bile eşit hak tanıyor. Kudüs'e yaklaştıkları zaman ahali karşılamaya gelmiş, İslâm ordusu da karşılamaya gelmiş, İslâm ordusunun komutanı da orada. Önlerinde bir su akıyor, büyüklüğü ne kadar bilmiyorum, Hz. Ömer paçalarını sıvamış; sudan karşı tarafa geçecek. Deveye binme sırası da kölede. Köle devede, Hz. Ömer'in paçaları sıvalı, sudan şap şup geçiyor. Karşı tarafta da hem Kudüs'ün yerli ahalisi anahtarı halifeye teslim etmek için bekliyor, hem de İslâm ordusu el pençe divan durmuş bekliyor. İslâm ordusu komutanı gelmiş, demiş ki;
"Yâ Emîre'l-mü'minîn! Şu paçalarınızı indirin; bu manzara izzetimize, şânımıza noksanlık verecek, kendinize biraz çeki düzen verin." deyince Hz. Ömer onun göğsüne bir vurmuş;
"İzzet, şan ve şeref Allah'ındır, Resûlullah'ındır, Müslümanlarındır. Öyle paça sıvamakla zail olmaz. Yanlış düşünüyorsun; senin böyle düşündüğünü daha önceden bilseydim, seni komutan bile yapmazdım." demiş, aldırmadan yürümüş.
Karşı taraf şaşkın, tarihte görülmemiş bir manzara; 'Allah Allah! Koca İslâm devletinin halifesi Emîrü'l-mü'minîn yaya, devenin üstünde köle." akıl almaz. Başkalarına, başka emirlere köleler hizmet eder, efendiler giyimli-kuşamlıdır, kurulur kasılır, çalım atar, caka satar; onlar öyle kenarda izzet ve itibarla durur; ötekiler hor, zelil bekler.
Hz. Ömer onlara hiç aldırmıyor, öyle efe efe paçasının kıvrımıyla, ayağının çıplaklığıyla, muazzam bir heybetle gelmiş. "Sizin şu dünyalık şeylerinize ben hiç önem vermiyorum, sizin merasimlerinize de kulak asmıyorum, sizin değerlerinizi de değer saymıyorum." demiş oluyor.
Hâsılı izzet, mü'mine nereden gelir?
İmanından gelir.
Diyarbakırlı Sait Paşa:
İzzet ü zillet mekâna hep mekîninden gelir diyor
Mekâna da izzet, mekânda oturan insanın izzetli olmasından gelir. Yani burada farz edelim, İstanbul'da Eyüp Sultan'da Ebû Eyyûbe'l-Ensârî Hâlid b. Zeyd hazretleri medfun.
Eyüp Sultan çok kıymetli bir yer, neden?
Sahabeden bir zâtın orada kabri var. Peygamber Efendimiz, bir yere gelmiş, devesini çökertmiş de biraz oturmuş:
"Aman Resûlullah buraya mı geldi? Elimizi, ayağımızı, yüzümüzü, gözümüzü süreriz."
Mekâna izzet, içinde oturan mekîninden gelir. İnsana izzet de dininden, dindarlığından gelir. İnsan dindarsa Allah'a inanmış ve bağlanmışsa, mü'minse izzetlidir. Onun için en fakir, en gariban bir Müslüman, en şanlı, şerefli bir kâfirden sayılamayacak derecede, mertebede daha izzetlidir, daha yukardadır. Çünkü izzet Allah'ındır, Resûlullah'ındır, müminlerindir.
Şimdi tabi insanın da Müslüman olarak, mü'min olarak kıymeti, Allah'ı bilmekteki mertebesinden dolayı artıyor. Allah'ı çok iyi bilen kimse, Allah'a çok güzel kulluk eder; mârifetullah ehli ârif kimse, irfan sahibi kimse o en izzetli kimse olur. Evliyâullah en izzetlidir. Ötekisi padişah bile ki olsa o kadar kıymetli değildir.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi hazretlerinin menâkıbını okumuştuk; orada hoşuma giden bir şeyi kardeşlerime de anlatmıştım;
Bir emir kendisini ziyarete gelmiş. O zamanda emîr demek; "komutan, salahiyet sahibi, ordusu olan, mevki makamı olan kimse" demek. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin yanına kuvvetli, izzetli, itibarlı kimse gelmiş, Mevlânâ hazretleri, ne "hoş geldin." demiş, ne yüzüne gülmüş, ne iltifat etmiş, ne buyur eylemiş, hiç yüzüne bakmıyor. Adam çok saltanatlı, izzetli yani bu devrin itibarlı kimleri vardır?
İzzetli itibarlı müdürler, genel müdürler başkanlar, belediye başkanları, komutanlar, generaller, paşalar, valiler, milletvekilleri vardır. Bunlar derece derece itibarlı insanlar. Yani böyle insanlara hürmet, itibar etmezsen herkes şaşırır.
Mevlânâ hazretlerine emir, komutan, başkan neyse kıymetli, izzetli, mevkiili, makamlı bir adam gelmiş. Ne "Hoş geldin." demiş, ne "Buyur, otur." demiş, ne yüzüne bakmış, ne hal hatır sormuş. Hani insan hiç olmazsa bir "Hoş geldin." der, öyle durmuş.
Neden?
Adam zalim de ondan. Zalime iltifat olmaz, İslâm'da zalime iltifat yok! Hele hele bir din âlimi, evliyâullah, Allah'ın sevgili bir kulu hiç itibar etmez.
"Hadi oradan be! Seni Allah sevmiyor ki ben niye seveyim? Allah'ın sevmediğini ben de sevmem." der, hiç itibar etmez.
Burada Laleli camiinin yanında kabri olan Laleli Baba var. Padişah gelmiş, adam aldırmamış. Padişah kızmış, aldırmamış; aldırmaz.
Şimdi Mevlânâ hazretleri hiç aldırmayınca, adam orada oturmuş, oturmuş, terlemiş, sıkılmış. Laf açmak için;
"Efendim, bana nasihat buyurun." demiş.
"Nasihat buyurun." deyince yüzüne şöyle bir bakmış tabi, nasihat istiyor, tamam. Müslümanın âlimi de zalime nasihat eder.
"A evladım, Allah sana, mahlûkatına, halka hizmet vazifesi vermiş; sen halka zulmediyorsun. Öyle yapma, zulüm yapma!" demiş.
Nasihat ediyor. Bir de bir söz söylemiş:
"Seni Rahman yaratmış, senin Rahman'a itaat etmen, şükretmen, hamd etmen lazım. Seni Rahman yaratmış; sen şeytana kulluk ediyorsun, böyle de yapma!" demiş; nasihati böyle.
Çok hoşuma gitti. Rahman insanı yaratıyor, insanlar Rahman'ı bırakıyorlar da şeytanın buyruğunu tutuyorlar, şeytanın yolunda yürüyorlar, Allah saklasın, Allah etmesin. Rahman'a kulluk en şerefli iş iken Rahman'a kulluğu bırakıyorlar da şeytanın bir dediğini iki etmiyorlar. "Emrindeyiz." diyorlar, şeytan ne derse şeytanın buyruğunu tutuyor.
"Zulüm yap." diyor, yapıyor. "Haram ye." diyor, yiyor. "İçki iç." diyor, içiyor. "Zina et." diyor, ediyor. Yahu şeytanı dinleyeceğine Rahman'ı dinlesene. Rahmân-ı Rahîm olan Allahu Teâlâ hazretlerini dinlesene.
Nereden dinleyeceğim?
Kur'an'ı oku. Kur'ân-ı Kerîm'in ahkâmı, dinin ahkâmı, Allah'ın emirleri. Allah'ın emrini tutacaksın.
Evet, şimdi bir insan Allah'ı bildi mi, ârif oldu mu en kıymetli insan odur. İnsan, Allah'ı bilgisi nisbetinde, O'nu bildiği nisbette ârif olur; irfanı, mârifeti çok olunca, mârifetullahtaki mertebesi çok yüksek olunca aziz, kıymetli insan olur.
Te'azzezû bi-izzi'llâh. "Allah'ın kıymet verdiği, Allah indinde geçerli olan izzet ile izzetlenin, kıymetlenin ki."
Key lâ tezillû. "Asla zelil olmayasınız."
Sözü iyi anlamak için bunun aksini düşünelim; insan bazen ne ile izzetlenir?
Mal ile. Malı toplar toplar; herkes "zengin" diye ona izzet, itibar eder.
Bu adamın izzeti nereden?
Malından. Sonra Allah mallarını elinden bir alır; ne mal ne mülk kalır, kenarda hor zelil düşer, fakir kimse de yanına gelmez. Malla izzetlendi, mal gidince hiçbir şeyi kalmadı.
Kimisi mevki makamla izzetlenir, böbürlenir, kasılır; "Ben paşayım, ağayım, padişahım, hükümdarım." neyse. Ondan sonra bir devrilir. Bir gün önce Genç Osman, Osmanlı tahtında padişahken bir gün sonra Yedikule zindanlarında boynuna kement atılıp boğulan bir insan oluyor. Allahu Ekber!
Düşmez kalkmaz bir Allah var, mevki makamla izzetlenmenin kıymeti yoktur Demek ki makamla izzetlenen, makam gidince zelil oluyor. Malla mülkle izzetlenen, mal mülk gidince zelil oluyor.
Güzellikle izzetlenen kimsenin kurumundan, çalımından yanına varılmıyor, neden?
Çok güzel de ondan. Tavus kuşu gibi kabarıyor. O da güzelliği geçince kıymeti kalmıyor.
Güzelliği bir sivilce, zenginliği bir kıvılcım mahvedermiş. Bir sivilce gelir, bir yara çıkar, yüzünde kocaman bir çıban çıkar; kimse yüzüne bakmaz. Güzellik gitti. Bir kıvılcım çıkar, koca konak yanar, harap olur; gitti işte.
Demek ki fani şeylerle izzetlenirse bu izzet, insanın elinde durmaz, uçar, kaçar gider.
Onun için diyor ki;
Te'azzezû bi-izzillah key lâ tezillû. "Allah indinde kıymeti olan izzetle izzetlenin ki asla zelil olmayasınız."
Peki, efendim öyle yapalım; ne yapacağız?
Allah'ın sevdiği işleri yapacağız. Mârifetullahı, güzel ahlâkı, dinî ilimleri elde etmeye çalışacağız. O zaman bitmez o. Âlim nerede olursa nereye giderse kıymetlidir, izzetlidir.
Lâ gurbete li'l-fâdıl. "Faziletli insanın gurbeti olmaz." demişler. Nereye gitse tanırlar:
"O efendim, hoş geldin! Buyurun, bizim konakta yemek yiyelim." vesaire. Alıp konağa götürürler, neden?
E tanınmış artık, daha uzaktan çağırırlar.
Fatih Sultan Mehmet zamanın bir âlimine demiş ki; "Sen benim Osmanlı diyarıma gel, benim medreselerimde ders öğret."
Horasan'dan Maveraünnehir'den gelecek:
"Sana her konakladığın yer için bin altın vereceğim, yeter ki gel." demiş.
Âlim her yerde kıymetli. Horasan'da da olsa, İran'da da olsa, Irak'ta da olsa, Mısır'da da olsa, Şam'da da olsa, nerede olsa âlim oldu mu kıymeti çok olur.
Demek ki cahile hiçbir yerde izzet, itibar yokken fâzıla, faziletliye her yerde izzet, itibar, kıymet var.
Demek ki insan, asıl Allah indinde makbul olan vasıfları almalı ki Allah'ın izzetiyle, Allah yanında geçerli olan izzetle izzetlenmeli ki asla zelil olmasın.
Ne yapmamız lazım?
Ulûm-u dîniyye öğrenmemiz lazım bir; âlim izzetli oluyor.
Bir de, Kemal Paşazâde'yi anlatalım:
Biz her beldenin itibarlı insanlarını yaşatmak istediğimiz için Tokat'ta da Kemal Paşazâde derneğini kurduk. O da oralıymış. "Onu herkes bilsin." diye orada Kemal Paşazâde adına dernek kurduk, şube kurduk.
Bu zât kimmiş?
Orduda komutanmış. Padişahın çadırında vazifeliymiş. Padişahın otağında toplantı var; birisi geliyor, herkes ayağa kalkıyor, hürmet ediyor. Kemal Paşazâde; "Bu kim?" diye soruyor. "Bu falanca vezir." diyorlar. "Ya öyle mi, pekâlâ." Birisi daha geliyor; herkes bir hürmetle, bir telaşla ayağa kalkıyor. "Bu kim?" "Falanca vezir." Otağa vezirler, beylerbeyi, çeşitli mevki makam sahipleri gelmiş. Ondan sonra bir koca kavuklu adam gelmiş ki bütün vezirlerin hepsi hürmetkâr bir şekilde ayağa kalkmışlar. Bu da -Kemal Paşazâde- uzaktan seyrediyor. Nöbetçi; elinde silah, bir taraftan nöbet tutuyor, bir taraftan da merakla ilk defa gördüğü bu otağı seyrediyor. Bu defa yanındakine; "Bu kim? diye sormuş.
"Bu da sadrazam. Sadrazam vezirlerin hepsinden daha yüksek."
"Ha iyi, demek ki en büyüğü bu." demiş, gözünü ona dikmiş. Sadrazam başköşeye oturmuş, vezirler ondan daha aşağıda oturmuşlar, biraz sonra bir adam daha gelmiş, sadrazam bile ayağa kalkmış. Herkes ayağa kalkmış çok büyük hürmet, itibar göstermişler.
Kemal Paşazâde; "Bu da kim, hani sadrazam en büyüktü?" demiş.
"Bu çok büyük âlim de şeyhülislâm. Osmanlı şeyhülislâmı olmak kolay değil. Çok büyük alim de bu itibar ondan." Demişler.
"Öyle mi? Demek ki en yüksek mevki makam, ilim makamıymış."
Peygamber Efendimiz de öyle buyuruyor;
Rütbetü'l-ilmi a'le'r-ruteb. "Rütbelerin en üstünü ilim rütbesidir."
En âlim olan, Âlim en yüksek.
Onun üzerine; "Ben âlim olacağım; bu askerliği, yeniçeriliği, sipahiliği bıraktım." demiş, ilme girmiş ve çok büyük âlim olmuş. Osmanlı'nın en büyük âlimlerinden biri...
Biz de "Tokatlılar kendilerinin yetiştirdiği büyük bir âlimi tanısınlar, Tokatlıların evlâtları da öyle büyük olmaya çalışsınlar." diye onun adına dernek kurduk.
Demek ki insan ilim erbâbı olursa izzet sahibi oluyor. İnsan ilimle –elhamdülillah- her yerde kıymetli. Türkiye'den çıksa Amerika'ya gider, Amerika'dan çıksa Avrupa'ya gelir. Alim nereye gitse ona her yerde hürmet olur. Tabi bir de alim, ârif, irfan sahibi olursa, mârifetullaha sahip, Allah'ın evliyâsı, kıymetli kulu olursa Allah indinde mevki makamı daha yüksek olursa, o zaman padişahlar bile onun elini öper.
Aziz Mahmûd-i Hüdâyî Efendimiz Üsküdar çarşısında yürüyormuş; karşıdan da padişah atıyla, etrafıyla geçiyor. "Padişah geçiyor." diye çarşı açılıyor, kalabalık etrafa dağılıyor. Padişah atının üstünde gelirken bir de bakmış karşıda Aziz Mahmûd-i Hüdâyî hazretleri. Sultan Ahmed hemen hürmetle çevik bir şekilde atından aşağıya inmiş, Aziz Mahmûd-i Hüdâyî hazretlerinin yanına gitmiş, elini öpmüş.
"Efendim, buyurun ata siz binin." demiş.
Padişah Aziz Mahmûd-i Hüdâyî hazretlerini atına bindiriyor, atın üzengisini tutmuş; "Efendim, buyurun ayağınızı buraya basın da atıma binin."
"Evladım, yok binmeyeyim." demiş.
"Lütfen binin efendim, ne olursunuz."
Israrla söyleyince Aziz Mahmûd-i Hüdâyî hazretleri gülmüş:
"Peki, bu şeyhim Üftâde hazretlerinin kerâmeti; onun için bineyim" demiş, üzengiye binmiş.
Çünkü Üftâde hazretlerinin yanında, Bursa'da yetişince olgunlaşmış, iyi derviş olmuş. Herkes şeyh olmaz, herkesi şeyh yapmazlar.
Ne zaman şeyh olur?
Hocası uygun gördüğü zaman. İmtihan etmiş; bilgili, ahlâklı, edepli olduğunu görmüş, beğenmiş. tamam.
"Seni İstanbul'a göndereceğim, vazifeyi orada yaparsın. İnşaallah padişahlar atının üzengisini tutarlar; atının dizgininden, önünden yürüyüp çekerler." demiş.
Hakikaten o üzengiye basıp bindikten sonra padişah önünde atın yularını tutmuş da Sultan Ahmed önünden seyis gibi yürümüş.
Demek ki en yüksek makam neymiş?
İrfan makamıymış. Allah indinde ârif-i billah oldu da sevgili kul oldu mu ister istemez öyle olur. İstese de istemese de öyle olur. Çünkü o evliyâlığın tesiri, karşı tarafın gönlünü alt üst eder, bastırır, mecbur eder. Mecburen tesirine girer.
Fatih Sultan Mehmed, Akşemseddin hazretlerinin çadırına gelmiş de uzanıyormuş. Akşemseddin hazretleri yerinden bile kalkmamış.
Neden?
Terbiye edecek tabi; o genç, "Gurura kibre kapılmasın." diye evliyâullahın çeşitli imtihanları olur. Padişahın içi karışmış ama bir şey yapamaz, neden?
Ötekisinin mânevî heybeti var.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde diyor ki;
Nusirtu birru bi-mesîrete şehrin. "Bir aylık mesafe uzaktaki düşmanıma, benim korkum tesir eder!"
"Benim korkumdan bir aylık mesafedeki düşmanım titrer!"
Arada bir aylık mesafe var; senin yanına gelmek için yola çıksa bir ay sürecek. "Bir aylık mesafeden düşmanıma korku düşer, Allah bana; düşmanımın gönlüne korku düşürerek yardım, nusret ihsân eyledi." buyuruyor.
Peygamber Efendimiz'in korkusu böyle. Yanına gelen birisi Resûlullah'ı görünce bir titreme alırdı. Başka türlü olması mümkün değil.
Neden?
Nübüvvet mehâbeti, yani mânevî heybeti var; evliyâullah da öyledir. Veraset yoluyla o heybetten almışlardır. Onun için evliyâullahın karşısında paşa da titrer, padişah da titrer.
Padişah, Laleli Baba'ya gelmiş, kızmış ama "Bana nasihat et." demiş, o da;
"Ye, iç, bir şey yap!" demiş.
Ama müstehcen bir şey söylemiş. Padişah kızmış; "Ağır söz söyledi." diye bunu hapsettirmiş. Ama o günden itibaren bir kabızlık başlamış; padişah yiyor içiyor ama def-i hâcete gidemiyor, hastalık.
E tabii yemek de bir nimettir, küçük abdest de büyük abdest de... O da insanı rahatlatıyor, bu nefes de öyle. Nefesi içine alıyorsun, ömrün uzuyor ama hadi tut bakalım, içeriden çıkarma. Hadi, aldın; insan çıkarmazsa patlar. Çıkarması da önemli. Almak da lazım, çıkarmak da lazım. İçmek de lazım, yemek de lazım tabi onların sonucu da lazım. Her evde bir tuvalet oluyor mecburen; insanın ihtiyacı.
Hâcet ne demek?
İhtiyaç demek.
Def-i hâcet ne demek?
"İhtiyacını görmek, gidermek" mânasına geliyor.
Padişah zalim olduğundan; eğlencesine, zevkine, keyfine düşkün olduğundan Laleli Baba:
"Ye, iç de tuvalete gideme!" dediği için tuvalete gidemiyormuş. Padişah da kızmış, onu hapsetmiş ama hakikaten yiyormuş, içiyormuş; büyük abdestini yapamıyormuş. Bir gün, iki gün geçince başlamış ağrı, sancı, sıkıntı. Felaket bir durum!
Anlamışlar ki o mübareğin gönlü kırıldı. Gelmişler, yalvarmışlar, yakarmışlar. O dua etmiş de ondan sonra düzelmiş.
Laleli Baba'nın menâkıbı anlatılıyor da evliyâullah padişahtan bile korkmaz. Evliyâullahın heybetinin karşısında padişah bile olsa titrer.
Neden?
Bir insan, Allah'ın verdiği izzetle izzetlendi mi uydurma izzetle izzetlenmiş insan gibi olmaz da ondan. Öyle insanın izzetine kimse yanaşamaz.
Burada ne diyor?
"Madem izzetleneceksin, Allah'ın izzetiyle izzetlen de asla zelil olma."
Asla zelil olmamak için Allah'ın izzetiyle izzetlenmek lazım. Biz açıklama yapıyoruz, ne diyoruz?
"İlim öğren, dinini öğren, Allah'a güzel kulluk et, mârifetullahı elde etmeye çalış, ârif-i billâh ol, Allah'ın sevgili kulu olmaya çalış ki aziz olasın. O zaman kimse seni zelil edemez." demek bu.
Öteki türlü izzet nedir?
Aman sakın ha, öteki türlü izzete hiç bulaşma, hiç yanaşma, mevkiden makamdan dolayı kibirlenme, paradan puldan dolayı böbürlenme, Allah'ın kullarına tepeden bakma, kimseyi hor görme, sonra Allah seni zelil eder. Seni o duruma düşürür; insan kuru ekmeğe, küflü ekmeğe muhtaç düşer insan, Allah saklasın.
Bizim rahmetli validemiz, yaşadığı zamandan tanıdığı bazı zengin kimseleri, sonradan küflü ekmeklere muhtaç olmuş insanları anlatırdı:
"Aman ekmeği ziyan etmeyin, aman atmayın." derdi.
"Yere bir kırık atacağız, tabakta bir yemek artığı bırakacağız." diye ödümüz patlardı, korkardık.
"Aman ziyan olmasın, aman Allah cezalandırmasın." derdik.
Rahmetli validemiz nasihat ederdi:
"Evlatlarım sabahleyin erken kalkın, erken kalkanın kısmeti bol olur. Eğer Müslüman çocukları erken kalkmazlarsa uyuyup kalırlarsa Müslüman çocuklarının kısmetleri erken kalkan gayrimüslim çocuklara götürülür." derdi.
Biz de "Aman kısmetimiz gitmesin!" diye gayrete gelirdik.
Terbiye oydu; işte İslâm terbiyesi bu.
Allah büyüklerimizden razı olsun, Allah geçmişlerimize, cümlemize rahmet eylesin.
Demek ki fani şeylerle izzetlenmeyeceğiz, böbürlenmeyeceğiz. Para pul, mevki makam; "Başkan oldum, reis oldum, şu oldum, bu oldum!"
Bunlar geçer, bunlar fani! İnsan geçmeyecek bir izzete sahip olmalı ki asla insan zelil olmasın. Firavun, Nemrut gibi, bu dünyada aziz; âhirette zelil, perişan; âhirete yarayacak bir şey yapmadığı için.
Allah bizi dünyada da, âhirette de aziz olacak izzete sahip eylesin.
Evet, ne güzel söz! Dikkat edersek burada bu sözüyle hem tevazuyu, hem mârifetullahı tavsiye etmiş oluyor.
Böyle bir izzetle izzetlenin ki hakikî izzet olsun ki zelil olmayasınız.
"Allah'ın izzetiyle izzetlenin ki zelil olmayasınız." sözü çok derin bir mâna taşıyor.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.