Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
157. sayfanın 5. paragrafına kadar okuduk. Şimdi oradan devam edeceğiz.
Müellif merhum Sülemî hazretleri şöyle diyor:
Semi'tü Ebâ Bekrin Muhammede'bne Abdillahi'bni Şâzâne yekûl; semi'tü Ca'ferani'l-Huldiyye yekûl; semi'tü'l-Cüneyde yekûl.
Cafer el-Huldî Cüneyd'den duymuş. Ondan Ebu Bekir Muhammed b. Abdilllah b. Şâzân duymuş. Müellif de anlatmış. Müellif de bu Ebû Bekir Muhammed b. Abdillah b. Şâzân duymuş ki Cüneyd-i Bağdâdî şöyle buyurmuş, mübarek sözlerinden bir söz:
Yâ zâkira'z-zâkirîne bimâ bihî zekerûh. Ve yâ bâdie'l-ârifîne bimâ bihî arafûhu. Ve yâ muvaffika'l-âbidîne li-sâlihi mâ amilûhü, men ze'llezî yeşfeu indeke illâ bi-iznik? Ve men ze'llezî yezkürüke illâ bi-fadlik.
Yâ zâkira'z-zâkirîne. "Ey zikredenleri zikreden!"
Biliyorsunuz, Kur'ân-ı Kerîm'de Allahu Teâlâ hazretleri bize bildiriyor.
Fe'zkurûnî ezkürküm. Ve'şkürûlî ve lâ tekfürûn. "Siz beni zikredin; o zaman ben de sizi zikrederim."
İşte bu, zikrin en şerefli tarafı. Yani kul Allah'ı zikredince Allah da kulu zikrediyor; daha hayırlı bir şekilde... Tabi Allah'ın kulu. Zikri ona çok hayır getirir, çok menfaat sağlar.
Kul Allah'ı içinden zikrederse Allah da o kulunu kendisi zikreder. Kul Allah'ı cemaatte, topluluk içinde zikrederse Allah da o kulunu daha hayırlı bir topluluğun içinde zikreder.
O daha hayırlı topluluk mensupları kimlerdir?
Allah'ın yakın melekleri. Melek-i mukarrebler, Hamele-i arş gibi büyük melekler ve daha hayırlı o meleklere zikreder.
Nasıl zikreder?
Der ki;
"Bakın benim kulum beni zikrediyor, görüyor musunuz? 'Ben yeryüzünde âdemoğlunu yaratacağım.' diye bildirdiğim zaman siz ne demiştiniz?"
E tec'alü fîhâ men yüfsidü fîhâ ve yesfikü'd-dimâ. "Yâ Rabbi! Sen orayı berbat edecek olan ve kanlar dökecek olan bir mahluk mu yaratıyorsun?"
"Şu insan cinsini mi yaratıyorsun?" demiştiniz ya, bak görün, onların içinden ne ârifler ne salihler geldi. Ne mübarek mertebede olanlar var. Bak, beni nasıl zikrediyorlar." diye Allah da meleklerine o kulu zikreder. Zikrin en büyük şerefi budur. Zikreden, Allah tarafından zikredilmek şerefine mazhar oluyor.
"Ey zikredenleri zikreden!" demek budur.
Yâ zâkira'z-zâkirîne bimâ bihî zekerûhu. "Onlar Allah'ı nasıl zikrediyorlarsa Allah da onları ona münasip bir şekilde zikreder."
Allah'ın kulunu zikri, kulun zikrine göredir. Samimi ise ihlâslı ise ona göredir; gevşekse zayıfsa ona göredir. Tek başına ise ona göredir; kalabalıkta ise ona göredir.
el-Cezâü min cinsi'l-amel. "Allah kullarına mükâfâtı, yaptıkları işin durumuna göre verir."
Hepsine aynı vermez. Aynı camide, aynı imamın arkasında namaz kılan insanların sevapları farklı olabilir. Birisi bir sevap alırken, ötekisi bin sevap alabilir; Peygamber Efendimiz bildiriyor.
Bu fark nereden meydana geliyor?
O Allah'a yöneldi; Allah ona mükâfâtını çok veriyor. Ötekisi aklını dağıttı, gönlünü başka şeylere taktı; o zaman sevabı az oluyor.
Mısır'da Kahire'yi ziyarete gittiğim zaman; "Falanca camide çok iyi, alim bir hoca var, gidelim." dediler. Duasını almak için gittik, tanıştık. Namazı kıldıracak, döndü:
"Ey cemaat-i müslimîn! Saflarınızı düzgün tutun." dedi.
Tamam, hocalar bunu hep söylerler. Çünkü safların düzgün, düz, müstakim, intizamlı olması, gevşek olmaması, namazın tamamındandır, ikamesindendir. Namazın dosdoğru kılınmasının şartlarındandır.
Saf eğri büğrü oldu mu namazın sevabına tesir eder, düşürür. Saf gevşek oldu mu, gevşek insanların arasından şeytanlar girer, dolaşır. Şeytanın girdiği, dolaştığı yerde de insanın aklı karışır. Camide aklına başka şeyler gelir. "Allah" der, aklına başka şeyler gelir.
Neden?
Şeytanlar dolaşıyor.
Birisi ihlâs ile ibadet ediyor, sevabı çok olur. Ötekinin şuuru yok, bilgisi az, irfanı eksik; sevabı az alır. Herkes kabiliyetine göredir. Mükâfat kulun ihlâsına, derinliğine ve duygularının güzelliğine göredir. Bütün ameller öyledir.
Onun için biz de yapacağımız işleri, ibadetleri, hayrı ve hasenâtı kaliteli, vasıflı, seviyeli, güzel yapmaya çok dikkat etmeliyiz. Savruk, devrik, kırık, dökük, çökük, göçük olmamalı. Özene özene abdest almalı; özene özene, dualarla camiye gelmeliyiz..
Kahire'deki o imam döndü, ne dedi?
"Saflarınızı muntazam tutun. Safları sık yapın, muntazam yapın."
Tamam.
"Yönünüzü Kabe'ye dönüyorsunuz, gönlünüzü de Allah'a döndürün!" dedi.
O zaman benim tüylerim diken diken oluverdi. O sözünden çok duygulandım, bana çok tesir etti.
"Yönünüzü Kabe'ye dönüyorsunuz, gönlünüzü de Allah'a döndürün!"
Allah'ı düşünün, Allah'ın huzurunda olduğunuzu düşünün! O şimdi sizi görüyor, siz ona Allahu Ekber diyorsunuz.
Allahu Ekber; Cenâb-ı Mevlâ'yı tekbir ile selamlamadır. Huzuruna selam arz ederek giriyorsunuz, Allahu Ekber diyorsunuz, huzurundasınız. Namaza o şuurda girmek lazım, gönlü Mevlâ'ya döndürmek lazım.
Öyle söyleyince ben şöyle bir ürperdim.
"Ey zikredenleri zikreden!"
Nasıl zikreden?
Bimâ bihî zekerûhu. "Onlar Allah'ı nasıl zikrediyorlarsa ona uygun olarak öyle zikreden."
Burada Arapça bilen kardeşlerime bilgi de veriyorum. Bildiğim kadar anlatmaya çalışıyorum. Bu bimâ'daki bi'ye, bâ-ı mukâbele derler. Mukâbele be'si, "mukâbele manası veren be" demektir.
İyi anlayacağınız bir misalle anlatayım:
İnna'llâhe'şterâ mine'l-mü'minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bi-enne lehümü'l-cenneh.
Allah Tevbe suresindeki bu âyet-i kerîmede ne buyuruyor?
İnna'llâhe'şterâ mine'l-mü'minîne. "Allah müminlerden satın aldı." Emvâlehüm ve enfüsehüm. "Mallarını ve canlarını satın aldı."
Satın almayı teklif ediyor.
Allah; "Canınızı, malınızı benim yoluma, benim dinime verin; canınızı, malınızı benim rızam yoluna verin." diye müşteri oluyor. Ver canını bakalım!
İnna'llâhe'şterâ mine'l-mü'minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bi-enne lehümü'l-cenneh. "Canlarını ve mallarını satın aldı." Bi-enne lehümü'l-cenneh. "Mukabilinde cenneti vermek üzere."
Size cennetimi vereceğim; siz de bana canınızı, malınızı verin bakalım!
Ba'ı mukâbele.
"Ben şunun mukabilinde size şunu vereceğim."
Burada da öyle. Allah zikredenleri, dervişleri, zikir erbâbını, eli tesbihlileri nasıl zikrediyormuş.
Bimâ bihî zekerûhü. "Onlar Allah'ı nasıl zikrediyorlarsa ona uygun tarzda zikrediyormuş."
Gafletle zikrediyorlarsa sevapları az; irfanla, aşk ile şevk ile gözyaşı ile zikrediyorlarsa ona göre...
Gözyaşı hakkı içün âşıkların.
Bağrı bâşı hakkı içün sadıkların.
dediği gibi; severek, gözyaşları içinde, titreye titreye, ürpere ürpere, tüyleri diken diken ola ola, âyetlerden duygulana duygulana, hassas bir şekilde zikrediyorsa ona göre. Nasıl zikrediyorsa ona uygun bir tarzda...
"Ey zikredenleri zikirlerinin şekline göre; seviyesine, derecesine, vasfına göre zikreden Allah!"
Ve yâ bâdie'l-ârifîne bimâ bihî arafûhü. "Ey ârifleri bildikleri bilgiye göre öne geçiren, yükselten, ilerleten."
Ârifin mertebesi irfanının miktarına göredir.
Ne kadar ârif, ne kadar biliyor? Ne derece biliyor?
İlkokul çocuğu da bir bilgi bilir. İlkokul mezunu da, ortaokul mezunu da, lisedeki de, üniversitedeki de, profesör de bir şey bilir. Çok büyük alim de başka bir şey bilir. Hepsi biliyor ama bilgileri farklı.
İrfan da öyle. Âriflerin irfanının seviyesi de; Allah'ı bilmesinin, idrakinin derecesi de farklı.
"Ârifleri irfanının seviyesine göre öne geçiren Mevlâ!"
Ve yâ muvaffika'l-âbidîne li-sâlihî mâ amilühû. "Ey âbidleri işledikleri sâlih amelleri işlemeye muvaffak kılan Mevlâ!"
Demek ki âbidlerin de ibadet etmesine kuvveti, kudreti veren yine Allah. O kuvveti, kudreti, imkanı lütfetmese o da onu yapamaz.
Men ze'llezî yeşfeu indeke illâ bi-iznih. "Senin yanında, huzurunda, senin iznin olmadan şefaat edebilecek kimmiş?"
Mümkün mü?
Kimse yapamaz.
Allah'ın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez. Allah izin verecek, lütfedecek, teklif edecek;
"Hadi kulum, istediklerine şefaat et!" diyecek.
O zaman şefaat eder.
Allah'ın izni olmadan kim şefaat edebilir?
Şefaat haktır. Kur'ân-ı Kerîm'de vardır, hadîs-i şerîf de vardır. Maalesef piyasada inkârcıları da vardır, "Dindarım." diyen insanların içinde de "Şefaat yoktur." diyenler vardır. Bu âyetlere, bu hadislere rağmen şefaati inkar edenler de vardır ama işin hakikati Allah bazı kullarına şefaat şerefini ihsân etmiştir, edecektir.
Başta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in şefaati olacak.
Şefâati li-ehli'l-kebâiri min ümmetî. "Ümmetimin günahkârlarına şefaat edecek."
Kim günahsız burada?
Hepimiz günahkârız.
Hepimiz az çok, büyük küçük, hatalı, kusurlu, günahlı kullarız. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz günahkâr kullara şefaat edecek;
"Yâ Rabbi! Bu kulunu bağışlayıver." diyecek, şefaat edecek hem de müteaddit mevkilerde, mütaaddit defalar şefaat edecek.
Peygamberler şefaat edecek. Öbür Peygamberler, şehitler, alimler şefaat edecek. Demek ki şefaat müsaadesi, şerefi ihsân edilmiş insanlar vardır; olacak. Ama bunların hepsi Allah'ın izni ile şefaat edecekler.
"Senin iznin olmadan şefaat edebilecek kimmiş?" diyor.
"Kimmiş?" diye sormak, "Kimse edemez." demek.
Bu çeşit soruya istifhâm-ı inkârî derler veya istifhâm-ı istinkârî derler. Soruyor ama "olmayacak" mânasına olmayacağını belirtmek için soruyor.
"Sen bunu yapacağını mı sanıyorsun?"
Yani "Yapamazsın; Allah'ın izni olmadan şefaat edebilecek olan kimmiş?" demek. "Kimse edemez." demek.
Bu çeşit sorulara istifhâm-ı inkârî derler, "inkar mânası ifade eden sorular."
Tabi böyle soru şekli de olunca inkar daha tesirli olur; karşı tarafı sarsar, sallar.
"Sen ne sanıyorsun, bunu yapacağını mı sanıyorsun?"
Karşı tarafı düşündürür, tesirlidir, beliğ bir ifadedir.
Ve men ze'llezî yeşkürüke illâ bi-fadlike. "Kimmiş senin fazl u keremin olmadan seni zikreden?"
Yani "Senin fazlın olmasa kimse seni zikredemez."
"Zâkirim" diyenler de, dervişler de zikredemez. Sen lütfediyorsun, müsaade ediyorsun da o ondan zikrediyor; fazl u kereminle imkan bahşediyorsun da ondan seni zikrediyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Onun için bunu kafanıza, gönlünüze, defterinize yazın ki bir insan Allah'ı zikretmiyorsa Allah müsaade etmiyor da o yüzden o şereften mahrum, bunu bilin. Bir insan camiye gelmiyorsa Allah onu evine kabul etmiyor da ondan gelmiyor, bunu bilin. Bir insan imana, İslâm'a gelmemişse Allah onu sevmiyor da iman şerefini ondan vermiyor, bunu bilin.
Ve lev şâe rabbüke le âmene men fi'l-ardı küllühüm cemîâ.
Ne kadar mühim bir âyet-i kerîme!
Ve lev şâe rabbüke. "Rabbin isteseydi." Le âmene. "Muhakkak iman ederdi." Men fi'l-ardı. "Yeryüzünde ne kadar insan varsa; insanlar, cinler, imana muhatap olan yaratıkların hepsi" Le âmene. "Mutlaka iman ederlerdi." Küllühüm. "Hepsi birden." Cemîâ. "Toptan."
"Hiç istisnası olmadan hepsi iman ederdi."
Hepsine o şerefi vermiyor.
Neden?
Edepsiz, günahkâr da ondan.
Sen sevildiğini bil, sen mü'min olduğun için sevildiğini bil. Sen zikredebiliyorsan Allah'ın sana zikir müsaadesi verdiğinden zikredebildiğini bil. Allah'a daha sevgi ile ibadet et, O'na teşekkür et.
"Seni zikretmeye beni muvaffak kıldın yâ Rabbi, çok şükür yâ Rabbi!" diye ona şükret.
Çünkü başkaları zikredemiyor, canı sıkılıyor, patlayacak gibi oluyor, camiye giremiyor.
Mevlâna Celâleddin Rûmî kaddesallahu sırrahü'l-azîz Mesnevî'sinde bir hikaye anlatmış. -İnşallah niyetimiz var; Allah nasip ederse bir yerde Mesnevî derslerine de başlarız. "Âmin" deyin. Allah muvaffak etsin inşaallah. Çünkü bize vazife oluyor.-
Bir hikaye anlatıyor:
Bir zengin varmış. Bir de onun para ile satın aldığı kölesi varmış. Zengin maalesef ibadetten, taatten uzak. Köle de şâyân-ı hayret ki çok dindar, çok ârif, âşık-ı sâdık bir insan.
Allah Allah, neden böyle oluyor?
Çünkü
Kellâ inne'l-insâne le yetğâ en raâhü'stağnâ. "İnsanoğlu kendisini müstağnî gördü mü, zengin gördü mü, parası pulu oldu mu Allah'ı çok anmaz, unutuverir."
Fakir oldu mu, muhtaç oldu mu, imtihana girecek mi Allah'ı anar. Talebe o zaman nasıl dua eder, tesbihler çeker; "Hocam, bizi duadan unutmayın." der. İhtiyaç bitti mi kesilir.
Gemi denizde dalgaya tutuldu mu, -dalgaya bir giriyor, bir çıkıyor; bir öyle sallanıyor, bir böyle sallanıyor; ha battı, ha batacak- o zaman herkes bıdır bıdır, bıdır bıdır dua ediyor, bakarsın herkes zikrediyor.
Ben gördüm; bizim burada Kadıköy vapurunda lodos olduğu zaman -siz de köprüden Kadıköy vapuruna binin- ama azılı bir lodos olacak, geminin bir burnu girecek, bir arkası girecek, bir görün bakın; bıdır, bıdır, bıdır herkesin dudakları kıpırdar, hepsi dua eder.
Neden?
Can korkusu. Can pazarı var. "Gemi batarsa boğulacak." diye Allah'a dua ediyor.
Fe lemmâ neccâküm ile'l berri a'raftüm.
Sizi fırsatçılar sizi. Karaya çıkınca yüz çevirirsiniz ha!
"Karaya çıktı mı unutursun!"
Denizdeyken, gemi sallanırken;
"Yâ Rabbi! Sana kurban keseceğim; sen beni buradan kurtar da, yaşayayım da, selâmetle karaya çıkayım da, adağım olsun da…" bilmem ne. Ama dışarı çıkınca unutur.
Müstağnî oldu mu, zengin oldu mu Allah'ı unutur; ihtiyacı oldu mu Allah'a tazarru ve niyazı çok olur. Bunlar doğru değil!
Hangisi doğru?
Her ne halde olursa olsun Rabbine kulluk vazifesini güzelce yapmak doğru. Zengin de olsa fakir de olsa, Allah mal verse de vermese de, sıhhat verse de vermese de, sevinç verse de vermese de, iyi günde de kötü günde de, hastalıklı halinde de sıhhatli halinde de, darlıkta da genişlikte de her zaman Allah'a güzel kulluk etmek lazım. Âşıklığın, sâdıklığın şanı budur.
Ötekisi sadakatsizlik alâmetidir, alçak tabiatlılık alâmetidir, seviyesizlik alâmetidir. Er kişi, mert kişi, sâdık kişi, âşık kişi, her zaman Mevlâ'sına güzel ibadet eder. Zikri de yaptıran, ibadeti de yaptıran, yapmaya muvaffak eden Allah'tır.
Mesnevî'de anlatılan hikayede o zengin ve kölesi yolda gidiyorlarken ezan okunmuş. Köle, efendisine bakmış:
"Efendim, müsaade ederseniz camiye gideyim." demiş.
Köle bu, esir. Ötekisi de patron, efendi ama o zamankiler şimdiki patronlardan daha cadaloz, dediği dedik; kölenin hâli daha fena, hürriyeti yok. Şimdikiler patronuna kızarsa işten çıkar, işi bırakır:
"Allah Allah! Başka iş mi yok, gider başka dükkânda, başka patronla çalışırım." diyebilir.
O zaman durum biraz daha kötü; adam esir.
"Peki git bakalım!" demiş.
Mübarek esir içeri girmiş, namazı kılmış, duaları yapmış, tesbihleri çekiyor vesaire… Ötekisi de dışarıda bir o tarafa bir bu tarafa gidiyor, eli arkasında, göbeği önünde; -tabi hep göbek öndedir de biraz şişkin olarak.- Bir öyle bir böyle gidiyor; sıkılmış.
"Yahu, bu adam da içeri girdi, bir türlü çıkmıyor." Kapıya gelmiş:
"Hey ya falanca! Niye hala dışarıya çıkmıyorsun? Bir izin istedin, izin verdik, içeri girdin. Niye dışarı çıkmıyorsun?" demiş.
O da içeriden cevap vermiş:
"Seni içeri sokmayan, beni de dışarı bırakmıyor." demiş.
Doğrudur. Onu içeri sokmuyor, nasibi yok. Bu da nasipli; "Sevap kazanayım." diye bunun da canı dışarı çıkmak istemiyor.
Neden?
Mü'min camide, suda balık gibidir; keyifli olur. Suyun içinde balık keyifli keyifli dolaşır. Akvaryumda, denizde görüyorsunuz. Balık suda keyiflidir; sudan çıkınca çırpınır.
Mü'min camide suda balık gibidir. Rahat; işte onun yaşayacağı yer. Bak ne güzel ibadet yeri, elhamdülillah!
Mü'min camiden memnundur; suda balık gibidir. Münafık ise camide, kafeste kuş gibidir. Kafesteki kuş oraya buraya uçmak ister; kapısı açıksa pır dışarıya kaçar. Münafık da içeride durmak istemez, hemen kaçmak ister.
"Seni içeri sokmayan beni de dışarı bırakmıyor." demiş.
Mevlâ'sı onun gönlüne neler ihsan ediyor; ibadet ederken ne zevkler duyuyor, kendine ne tecellîler oluyorsa oluyor; o zevkten dışarıya çıkamıyor. "Biraz daha durayım. Biraz daha durayım." diyor.
O da dışarıda gezinmekten bıkmış; "Hey, dışarı çık!" diyor.
O içeri girmiyor.
Sen de gir; namazını kıl, tesbihini çek. Onu içeri sokmuyor çünkü Allah nasip etmiyor; işin aslı o. Sana İslâm'ı nasip etmiş, çok şükür, elhamdülillah alâ nimet'il-İslâm.
Sana itaati, ibadeti nasip etmiş, elhamdülillah ki yapabiliyorsun. Ötekisi yapamıyor. Demek ki bir kabahati var, cezası var da ondan yapamıyor.
Hatta denenmiştir. Mesela iyi bir insan, beş vakit namazına devam eden bir insan, sabahleyin uyanamaz, camiye gelemez. Camiyi kaçırdı.
Neden kaçırdı?
Akşam nereye gitti, ne iş yaptı, kiminle neler konuştu, dikkat etsin. Bir edepsiz, yakışıksız söz söylemiştir, Allah'ın hoşuna gitmemiştir:
"Ya öyle mi? Ben de seni sabahleyin huzuruma çağırmıyorum, huzuruma almıyorum!" deyiverir Allah.
Onun için edebe riayet etmek lazım. Bu böyledir. Sen de dikkat edersen bunun böyle olduğunu anlarsın.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri de öyle söylüyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Tabi bu bilgiler, yüksek ihtisas bilgileri.
Cüneyd-i Bağdâdî büyük alim, evliyâullahın büyüklerinden, ârif kimse, ince şeylerden yani derin konulardan bahsediyor.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.