Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Hayatını ve sözlerini okuduğumuz kimse, büyük bir tasavvuf büyüğü, Ebû Osman el-Hîrî en-Nisâburî. Kitabın yegâne baskısı olan Nurettin b. Şureybe baskısının 175. Sayfası, 26. fıkradan itibaren okumaya devam edeceğiz.
Kâle ve kâle Ebû Osmân. "Râvi Ebû Osman'ın şöyle buyurduğunu söyledi:"
Ashabe'l-ağniyâe bi't-teazzüzi ve'l-fukarâe bi't-tezellüli fe-inne't-teazzüze ale'l ağniyâi- tevâduun ve tezellüle li'l-fukarâi şerefün. Tavsiye buyuruyor bu mübarek zat Ebû Osman el-Hîrî hazretleri. "Zenginlerle arkadaşlığında izzetlene izzetlene, fukara ile arkadaşlığında tevazu ile tezellül ile arkadaşlık et. Çünkü zenginlerin karşısında izzetli davranmak; başı dik durmak, eğilip bükülmemek, dalkavukluk yapmamaktır. -İnsan zenginin karşısında böyle duracak.- Fukaranın karşısında da tevazu ve tezellül içinde olacak. Onlara izzetli, itibarlı muamele etmek, şereftir."
Allahu Teâlâ hazretleri böyle yapanlara şeref, izzet ve itibar verir. Dünyada, âhirette mevki, makam ve kıymet verir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in buna benzer bir tavsiyesi, bir işareti var:
"Mütekebbir insanlara yani burnu büyük, burnu havada, kibirli, sağa sola çalım satan, herkese tepeden bakan insanlara tekebbür etmek; onun karşısında ondan daha beter öyle yapmak sadakadır."
Neden?
Kulluğunu bilsin, ukalalık, edepsizlik etmesin. Herkesten büyük Allah var. O'nun verdiği malla mülkle sağa sola çalım satıp tepeden bakmasın, Allah'ın kullarını hor görmesin. Madem öyle görüyor, sen de ona diklenirsin, sen de onun karşısında izzetli itibarlı durursun. Öyle tavsiye ediyor.
Neden?
"O kötü huyu yerin dibine batsın, öyle kibir yapmasın." diye.
Fukaranın birisi yan gelmiş yatmış, vezirin birisi de oradan geçiyormuş, hiç aldırmamış. Böyle güneşleniyor mu ne yapıyorsa. Vezir hazretleri sinirlenmiş. Veya paşa hazretleri kimse. İzzetli, itibarlı adam… Bakmış orada bir fukara, yan gelmiş yatıyor; yüzüne baktığı, itibar ettiği, ayağa kalktığı, selam çaktığı yok. Yanına gitmiş, tepesine dikilmiş;
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" demiş.
"Bilmiyorum, kimsin?" demiş.
Giyiminden kuşamından anlıyor, biliyor tabi, mütekebbir bir adam. Rütbesini anlamasa da, kibirli olduğunu anlıyor. O da ârif bir insan, yüz vermiyor, yan gelip yatıyor.
Fatih Sultan Mehmed, Akşemseddin hazretlerinin çadırına geldiği zaman Akşemseddin yatıyormuş döşekte, sedirde veya minderde, kalkmamış. "Havalı girdi." diye kalkmamış. Neden? Kibirlenmesin, izzetlenmesin, tepeden bakmasın. Bir terbiye metodu. Mürşidi olduğu için terbiye ediyor.
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?"
"Kimsin sen?"
"Ben paşayım, şu mevkideyim."
"Sonra ne olacaksın?"
Paşaysan şimdi sonra ne olacaksın? Yani kendisinden sonra daha ilerde mevki makam var mı? Dur bakalım. Onu yoklamak için. Paşaların daha üstünde.
"Beylerbeyi olacağım."
"Sonra?"
"Sadrazam olurum."
"Sonra ne olabilirsin?"
Padişah olacağım da diyemez ki. Kafasını keserler yani sadrazamlıkta durması lazım. Padişah olacağım dese "vay sen saltanatı devirip kendin mi padişah olmak istiyorsun" derler Onu diyememiş, düşünmüş, yutkunmuş, kalmış. Sadrazamlıkta durması lazım.
"Hiç!" demiş.
"Sen bu kadar zaman geçtikten sonra hiç olacaksın. Ben şimdiden hiçim." demiş, vurmuş kafayı yine yatmış.
"Ben şimdiden hiçim!" demiş, "Sen bu kadar uğraşacaksın da neden sonra hiç olacaksın."
İnsanın kibrini, gururunu yenmesi, mevkiin, makamın, şunun bunun verdiği tekebbürden vazgeçmesi kolay değil; zor. Hiç olmak kolay değil. Varlık içindeyken, varlıktan dolayı tekebbür etmemek çok güzel bir ahlâk. Herkes yapamıyor. Yapamadığı zaman karşısındaki ona dalkavukluk yapmayacak.
İslâm'da dalkavukluk yok. Peygamber Efendimiz diyor ki;
"Meddahların, dalkavukluk yapan, çok metheden insanların yüzlerine toprak saçın."
Alın toprağı, yüzüne saçın, yani üf falan yapamasın. Öyle methetmek yok. Birisi, birisini methediyordu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz dedi ki;
"Mahvettin arkadaşını, kestin"
Sanki kestin gibi...
Neden?
Methedile methedile insanın nefsi kabarır, kibirlenir, huyu kötüleşir. Bu sefer, birisi ona o izzeti, itibarı göstermeyince onunla uğraşmaya, ona kızmaya başlar, şımarır. "Ben, ben, ben!" Benlik davasına düşer. Allah, benlik yapanı, mütekebbir olanı hiç sevmez. O huyun kesilmesi lazım. Kesilmesi için de kimsenin kimseye dalkavukluk yapmaması lazım.
Eyvallah, dalkavukluk, meddahlık, şakşakçılık vesaire… Bunlar doğru şeyler değil.
Bazı insanlar neden itibar görür?
Zenginlikten dolayı itibar görür, Bazı insanlar neden itibar görüyor? Bazıları mevkiinden makamından dolayı itibar görür. Bunların hepsi geçici. Mevki makam dünyada kalır. "Bir insan dünyada padişah oldu." diye, Allah onu cennette de padişah yapacak değil. Belki zalim olduğundan cehenneme gidecek. Padişahın kölesi cennete gidecek ama belki padişah cehenneme gidecek.
Padişah demeyelim de hükümdar diyelim. Çünkü bizim padişahlarımız umumiyetle namazlı niyazlı kimselermiş.
O tarafta öyle dünya rütbesi ile değil. "Her vezir cennete gidecek, cennette vezirlik rütbesi ile dolaşacak." diye bir şey yok. Belki fakir cennete girecek, vezir giremeyecek. Belki patron cennete giremeyecek de zavallı işçi, amele, köylü, çoban girecek. Belli olmaz. İyi huyuna, imanına, takvâsına göre…
İnne ekremeküm inda'llâhi etkâküm. "Allah indinde sizin en kıymetliniz, en şerefliniz, takvâsı en çok olanınızdır."
Allah'tan en çok kim korkuyor; Allah en çok onu sever.
Allah yanında kim en yüksek rütbede?
Allah'tan takvâsı en çok olan.
Peygamber Efendimiz karşıda kara renkli, sarı renkli bir bulut görünce sapsarı kesilirdi. "Acaba kavmime azap mı edilecek?" diye.
Takvâya, ibadete, taate, gece uykusuz kalmaya, gündüz oruç tutmaya herkesten daha fazla rağbet ederdi. Ashaptan kimse ona yetişemiyordu. Takvâsı en çok olan Resûlullah Efendimiz'di. O öyle olduğu için Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz de öyleydi. Ötekisi de öyleydi, ötekisi de öyleydi. Gece tir tir titrerlerdi. Gözyaşlarından yanakları, sakalları ıslanırdı.
Ömer radıyallahu anh'ın gözyaşları yüzünde iz yapmıştı.
Gözyaşı iz yapar mı?
Demek ki çok ağlayınca yapıyor. Pamukkale'nin sularının aktığı yerde iz yapması gibi gözyaşı da iz yapıyor. Ağlamaktan o koca babayiğit Hz. Ömer'in yüzünde gözyaşlarının izi olurdu.
Takvâsı en yüksek olan, en kıymetlidir. Parası, mevkii, tahsili olmayabilir ama takvâsı var. Takvâsı en yüksek olunca en asaletli, en kıymetli, en rütbelisi o oluyor.
Aksi durumlarda, öteki insanlara haksız yere dalkavukluk yapılınca, -zaten adam iyi ahlaklı değil bir de dalkavukluk yapıldı mı, kötü huylarının üstüne kibir de biniyor- katmerli kötü oluyor. Elinde güç kuvvet varsa zalim oluyor. Sadece para pul varsa, acayip bir adam oluyor. Kibrinden yanına yanaşılmayan, herkese dudak büken, yan bakan bir insan oluyor. Kimseyi beğenmiyor.
"Bu köylü, şalvarlı, oturmasını kalkmasını bilmiyor, telaffuzu şöyle!"
Ne olacak?
Bilal-i Habeşî Efendimiz Hayyâilessalah diyemezmiş Habeşistan'dan gelme olduğu için Heyyelessalah dermiş. Telaffuzu Arapların keyfine uygun değilmiş. Şikâyet etmişler.
Peygamber Efendimiz;
"Onun Heyyelesselah demesi, başkalarının doğru telaffuzundan bile daha kıymetli. Çünkü o kalpten söylüyor." demiş.
Telaffuzu bozuk olabilir; "Napıyon?" diyebilir, "Nidiyon?" diyebilir. Biz seni aradık bulamadık diyebilir. "Biz Kayseri'ye gidiyoh." diyebilir.
Olsun.
Telaffuzu öyle, giyimi böyle ama kalbi temizse Allah sever. Ötekisi lügat parçalıyor, giyimi güzel, altında arabası iyi, zengin ama huyları kötüyse Allah sevmez.
Onun için Ebû Osman-ı Hîrî hazretleri diyor ki;
"Zenginlerle izzetli, itibarlı, dikkatli, vakarlı ahbaplık et."
Zengin diye eğilip bükülüp dalkavukluk yapma, onun huyunu da bozarsın. Kendi huyun da bozuk olduğundan Allah seni de sevmez, onu da sevmez.
Bir insan zengin birine sırf zenginliğinden dolayı izzet itibar ederse dininin üçte ikisi gider. Yarısından çoğu gider.
Neden?
Zengine zengin diye itibar ediyor.
Nasıl olacak?
Dikkat edecek, bakacak.
Huyu iyi mi değil mi?
Huyu iyiyse maşallah.
Değilse?
Evliyâullahtan Hâtem-i Esam hazretleri; Medine-i Münevvere'ye varmış, bakmış ki her tarafta zenginlerin, paşaların, vezirlerin, o zamanın itibarlı eşrafının köşkleri, kasırları var. Saray gibi. Saf saf gelmiş sormuş oralarda, demiş ki; "Peygamber Efendimiz'in sarayı nerede?"
"Bre cahil!" demişler.
Cahil değil ama bir maksatla soruyor yani. Giyiminde de kendisinin evliyâ olduğunu gösterecek bir belirti yok. Üstünde; "Bu evliyadır ha, dikkat edin!" diye bir yazı yazmıyor üstünde.
Hâtem-i Esam hazretleri bu. Meşhur evliyaullahtan
Demiş ki: "Peygamber Efendimiz'in sarayını göstersenize bana. "Bre cahil!" demişler. Peygamber efenidimizin sarayı marayı yoktu. Çok mütevazi bir evde yaşıyordu. Hurma dalları ile örtülü, duvarları çamurla sıvanmış, basit basit hücreleri, bir arşın eninde, üç arşın boyunda odaları vardı."
Ne demek?
Somya kadar demek. Somya kadar odaları vardı.
Bir kişilik somya kadar odaları vardı
Efendimizin sarayı nerede?
"Çok sade bir evdi."
"Efendimiz'in sarayı yoktu da bunların bu sarayları ne o zaman?"
Nasihat etmek için öyle söylemiş. Zengini, 'Zenginsin.' diye methetmemiş.
Zenginin birisi bir ârif zâtı almış; evini, yaptırdığı sarayı gezdirmiş; "Balkonu şöyle, bahçesi böyle, ikinci katı böyle." vesaire, vesaire.
"Nasıl, güzel mi?" diye sormuş.
"Yazık etmişsin" demiş. Yazık etmişsin.
"Bu dünyada ev yapacağına, âhirette ev yapsaydın, yazık etmişsin. Paraları böyle keyifle harcayacağına, Allah yolunda harcasaydın!" demiş.
Onun hoşuna gidecek laf söylemiyor, dalkavukluk yapmıyor, "Bu kadar parayı taşa toprağa bağlayacağına Allah yoluna sarf etseydin, yanlış yapmışsın" demiş.
Biz bu devirde bunu diyemiyoruz. Allah hepimize güzel huylar nasip etsin.
"Zenginlerle izzetli, teazzüzlü ahbaplık et. Kendini çek, sakin ol, vakur ol, öyle dalkavukça eğilerek ahbaplık etme ki o da şımarmasın, sen de Allah'ın kızdığı kul olmayasın."
"Fakirlere de tevazu göster, tezellül et."
Tezellül etmek ne demek?
"Zilletli gibi davranmak" demek.
"Zenginlere izzetle, itibarlı duruşla muamele etmek tevazuun ta kendisidir, asıl tevazu odur. Fakirlere tevazu göstermek, tezellül göstermek de şereftir." buyurmuş.
Demek ki garibanı hor görmeyeceğiz, kalbine bakacağız. Köylü, işçi, amele olabilir, cahil, tahsilsiz olabilir ama kalbi temizdir, saftır, Allah sever.
Zenginin birisi, garibanlardan birini hacca götürmüş. Parası yok, pulu yok, cahil, fakir. Medine'de arkadaşları; -eski kitaplar yazıyor bunu-
Medine'de demişler ki:
"Allah tarafından hepimize 'Hacı oldun, günahların affolundu.' diye kâğıt verildi, senin kâğıdın nerede?" demişler.
"Kimse bana öyle bir kâğıt vermedi, sizde var mı?" demiş.
"Allah hepimize, 'Haccın kabul oldu.' diye kâğıt verdi, seninki nerede?" demişler.
Mübarek gece kalkmış, abdest almış, namaz kılmış. Seccadeye, secdeye kapanmış; yalvarmış, yakarmış, ağlamış. Demiş ki;
"Ya Rabbi! Haccının kabul olduğuna dair herkese kâğıt vermişsin, bana vermedin. Ya Rabbi! Yoksa haccım kabul olmadı mı? Affet Ya Rabbi! Haccımı kabul et!"
Nasıl tatlı tatlı dua edip yalvardıysa önüne "Haccın kabul olunmuştur." diye yazan bir kâğıt düşmüş.
"Tamam, çok şükür, Allah bana da verdi, arkadaşlarımın yanında mahcup olmayacağım." demiş.
Ertesi gün arkadaşlarının yanına gitmiş. Tabi onlar yaptıkları şakayı unuttular bile. Bu, Allah'ın saf kulu işte. Gece ağladı, yalvardı, yakardı. Arkadaşlarına;
"Nihayet Allah bana da bir kâğıt verdi." demiş.
Kâğıdı almışlar, bakmışlar;
"Allah Allah, dünya kâğıtları gibi bir kâğıt değil. Kâğıt ama dünya kâğıtları gibi kâğıt değil. Yazısına bakmışlar, dünya yazısı gibi bir yazı değil. Mürekkebine bakmışlar, emsalsiz bir şey. Etrafa mis gibi kokular saçılıyor."
"Bunu nereden buldun, kim verdi?" diye sormuşlar, sîgaya çekmişler.
"Vallahi hiç kimse vermedi, gece ağladım yalvardım. 'Ya Rabbi! Benim haccımı kabul etmedin mi?' dedim, işte böyle önüme düştü." demiş.
Allah saf, temiz kulunu nasıl seviyor. Bazen saf olur, başkaları onu alaya alırlar. Ama Allah severse, onun sevdiği insan yükselir.
Fukaraya tevazu göstereceğiz; ona yumuşak, sevgiyle muamele edeceğiz. Zenginin karşısında da ihtiyatlı, izzetli olacağız. Malına tamah etmeyeceğiz, lüzumsuz dalkavukluk yapmayacağız, methetmek yasak. Hakkı, hayrı, doğruyu söyleyeceğiz. Bunu tavsiye ediyor.
Semi'tü mahfûzan yekûlü: Seeltü Ebâ Osmâne an kavli'n- Nebiyyi sallallahu aleyhi ve sellem "eûzü bike minke." Fe-kâle ista'mili's-sıdka fi'l-lafzateyni'l-mütekaddimeteyni yeblüğu fehmüke ilâ hâzihi'l-kelime. Ve hüve kavlühû "eûzü bi rıdâke min sehatike ve bi muâfâtike min ukûbetik."
Bu kitabı yazan Mahfuz'dan duymuş.
Mahfuz kimmiş? Okuyalım.
Mahfûz hüve Mahfûz İbnü Mahmûd en- Nisâbûrî el-Melâmetî. Tüvüffiye selâse ve selâse mie. "Bu zât, hicrî 303 senesinde vefat etmiş olan Nişaburlu Mahfuz." Ve lehû tercemetin fi't-tabakâtü's-sâlise min hâze'l-kitâb. "Bu kitabın üçüncü bölümünde hayatı anlatılacakmış."
İlerideki aylarda nasip olursa inşaallah Mahfuz'u da okuruz, anlarız. Mübarek bir zât. Kitabın yazarı da ondan işitmiş. Ebû Osman-ı Hîrî hazretlerine Peygamber Efendimiz'in duasını sormuş. Ne demek yani? Efendimiz şöyle dua etti:
Eûzü bike minke. "Yâ Rabbi! Senden sana sığınırım."
Mahfuz isimli mübarek; "Bu ne demek?" diye sormuş.
Ebû Osman cevap olarak demiş ki;
"Bak, doğruluğu, daha önce geçen iki cümlede; tatbik et, kullan. O zaman bu üçüncü cümleye senin aklın erer, mânayı kavrarsın."
Peygamber Efendimizin duasında geçen daha önceki iki cümle ne? Peygamber Efendimiz ne dedi?
Eûzü bi rıdâke min sehatike. "Yâ Rabbi! Senin kızgınlığından hoşnutluğuna sığınıyorum."
Ve bi muâfâtike min ukûbetike. "Beni bir cezaya, belaya uğratmandan, afiyet üzere etmene, muâfâtına sığınıyorum." dedikten sonra;
Eûzü bike minke. "Senden sana sığınıyorum Yâ Rabbi!" dedi.
"İlk ikisindeki doğru mânayı anladığın zaman, üçüncüyü de anlarsın."
Biz kendimiz izah edelim:
İnsana dünyada, âhirette bela, ceza, azap ve kötülük gelirse kimden gelir?
Katilden, hırsızdan, hayduttan, teröristten mi gelir?
Kimden gelir?
Şimdi millet "Elbette onlardan gelir." diyecek. Peki, gel bakalım. Öyle diyenleri karşımıza alıyoruz; Âmentü'yü oku bakalım!
"Ne olacak şimdi, ne ilgisi var?"
"Oku oku!"
Âmentü billâhi. "Allah'a inandım." dedi. Ve melâiketihî. "Meleklerine inandım." Ve kütübihî. "Kitaplarına; Kur'an-ı Kerim'ine ve öteki kitaplara inandım."
Üç.
Ve Rusülihî. "Gönderdiği peygamberlere inandım."
Dört.
Ve'l yevmi'l-âhir. "Âhiret gününe inandım."
Bu dünya bitecek, başka bir hayat gelecek mi?
Ve'l yevmi'l âhir.
Gelecek; ölümden sonra ikinci bir hayat var.
Sonra;
Ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî mina'llâhi Teâla.
Ne dedin sen?
Arapça'yı bilmediğin için sözünün farkında değilsin.
Dedin ki;
"Hayrın ve şerrin, kaderin hepsi Allah'tan; ben ona inandım."
Kader, Allah'ın mukadderâtıdır, takdîrâtıdır. Hayrın da, şerrin de, hayır veya şer gibi görünen şeylerin hepsinin aslı birdir, Allah insanın alnına yazıyor.
Hastalandın, sıhhatlendin, şifa buldun; Allah'tan. Zenginleştin, fakirleştin; Allah'tan. Hayır, şer ne düşünürsen Allah'tan. Bugün neşeli geçti; Allah'tan. Bugün birileri geldi çattı bana, şöyle oldu, böyle oldu; -teferruatı bırak- Allah'tan. Çünkü imtihan oluyorsun.
İmtihan sorusu nereden gelir?
İmtihanı yapandan gelir.
"Bana bu soruyu kim sordu, karşıma gelsin."
Sen otur sırada; soruların cevabını kâğıdına yazmaya bak. Çünkü bu soruyu imtihanı yapan sordu. Hiç boşuna çırpınma, bu soruları cevaplandır. Talebeye soruyu beğenip beğenmediği sorulmaz;
"Talebe! Beğendin mi soruları?"
Beğense ne olacak, beğenmese ne olacak; cevap verecek.
Hepimiz bu dünyada imtihan oluyoruz. Hepimize çeşitli yerlerden soru geliyor. Nasıl soru geliyor?. Çeşitli konularda soru geliyor. Allah her şeyimizi yoklamak için çeşitli sorular soruyor.
"Bakalım zengin olursa nasıl davranacak, bir zenginlik vereyim."
Zenginlik veriyor.
Adam paraları cebine yerleştirdi mi etrafına; "En güzel eğlence nerede olur?" diye soruyor.
Haydi yallah oraya!
Hangi deniz kenarı, plaj; hangi safalı yer?
Bazılarına Türkiye dar geliyor. Hadi Avrupa'ya. Bazılarına Avrupa da dar geliyor, bıkıyorlar, hadi Afrika'ya. Afrika'da, Kenya'da aslan avına gidiyor, dönüyor. Uçağı var. Özel uçak tutuyor. Veyahut Monte Karlo mu diyorlar neresiyse kumar oynamaya gidiyor. Rulet çeviriyor bilmem hangi kumarı oynuyor, dünyanın parası yutuluyor orada. Türkiye'nin bütün paraları kumarhaneye gidiyor. Ondan sonra geliyor;
"Oh ne eğlendik ya, ne heyecan ne heyecan öldük yahu! 'Dırrrrr' rulet döndükçe benim numarama gelecek mi gelmeyecek mi? "Tüh gelmedi." 100 bin dolar kaybettim, bilmem ne."
Bak zenginliği kaybetti işte. Zenginlik imtihanını kaybetti. Neden?
Parayı kazanınca kendisine parayı veren Allah'ı unuttu, Rahmân'a itaati bıraktı, şeytana itaat etmeye başladı. Şeytan vermedi ki parayı. Zenginliği Rahmân verdi.
Hakikaten Rahmân mı veriyor?
Esmâ-i Hüsnâ'da ne geçiyor?
Muğnî, Ganî, el-Ganiyyü'l-Muğnî, kendisi de ganî'dir, başkasını da ganî edendir. el-Mû'tî veren de, el-Mâni' vermeyen de, mâni olan da O'dur.
Hâsılı, zenginliği kaybetti.
Kimisine fakirlik veriyor; para pul bitiyor, sıfıra düşüyor. Yoksulluk, borç, sıkıntı başlıyor. Ekmekleri katıksız yenmeye başlıyor. Sıkıntılar başlıyor. Bu sefer isyan bayrağını açıyor, Yarabbi de bilmem ne de. Artık burada söyleyemem tabi. Ondan sonrası nokta nokta inkâra gidiyor, isyana gidiyor.
Ne yaptı?
Bu da fakirlik imtihanını kaybetti.
Kimisine mevki makam verir, kimisine sıhhat verir.
Sıhhatinde ne yaptın, hastalığında ne yaptın? Zenginliğinde ne yaptın, fakirliğinde ne yaptın? Gençliğinde ne yaptın, ihtiyarlığında ne yaptın? Serbest zamanda ne yaptın, meşgul olduğun zaman, işler başına üşüştüğü zaman ne yaptın?
Bunların hepsi, kaderin cilvesi, Allah'ın imtihanlarının bir tanesi. Hepsi bir imtihan. Bunlar karşısında güzel davranırsan, cevabı güzel verirsen, Allah seni seviyor. Güzel cevap vermezsen, imtihanı kaybedersen, cezayı yiyorsun.
Eûzü bike minke. "Yâ Rabbi! Cezayı veren de, beni mahvedecek olan da sensin. Dilersen mahvedersin. Onun için senden sana sığınıyorum, bana ceza verme yâ Rabbi!"
Gelelim öteki cümlelere.
Eûzü bi rıdâke min sehatike. "Yâ Rabbi! Senin kızgınlığına uğramaktan sana sığınırım, senin hoşnutluğunu isterim. Yardım et, tevfîkini refîk eyle. Bana hakkı göster, hakka uyacak kuvvet ver de senin hoşnut ve razı olacağın şeyleri yapayım. Senin kızacağın işleri yapmayayım. Şeytana yenik düşmeyeyim, nefsime mağlup olmayayım."
Bir de Allah, bazı insanları cezalandırıyor, bazı insanları şu anda cezalandırmıyor. Belli olmaz. Çeçenistan'da harp var, Türkiye'de yok. Doğu Anadolu'da tehlike var; İstanbul'da, İzmir'de, Bursa'da yok. Belli olmaz!
İnsanın başının esen olması, âfiyettir. Afiyetin iki mânâsı var.
"Allah'tan istediğiniz zaman afiyeti isteyiniz."
Bunda iki mânâ var. Hem sıhhatli olmak, rûhen bedenen hasta olmamak, elemli kederli olmamak, hem de şen olmak. Malında, canında, çevresinde canını sıkacak bir şeyler olmaması.
Allah'tan isterken ne isteyeceğiz?
"Yâ Rabbi! Bize hem dünyada hem âhirette afiyet ver." diyeceğiz.
Ne demek?
Hem vücudumuz sıhhatli olsun, hem kafamız dinç olsun, hem günümüz hayırlı geçsin, hoş ve şen olsu; hepsi birden. Afiyet kelimesi, çok güzel bir kelime.
Bir insanın başının dertte olmaması, afiyette olması demektir. Afiyeti veren de cezayı veren de Allah'tır.
Ukûbet, cezâ demek.
Eûzü bi muâfâtike min ukûbetike. "Belalara uğratmandan, selamette ve afiyette etmene sığınırım. Yâ Rabbi! Beni belalara uğratma, afiyet üzere yaşat."
"Peki hocam bu duayı öğrendik biz." Üç sene önce öğrenmiştir beş sene önce öğrenmiştir, yedi sene önce öğrenmiştir.
Ben bu duayı yapıyorum ama yine bazen başıma beni sıkacak olaylar geliyor, canım sıkılıyor, afiyet üzere olmuyorum, patlıyorum, sıkılıyorum, kızıyorum, üzülüyorum olabilir.
Sen duayı edersin; iyi şeyleri istemek senin hakkın. Dünyada, âhirette afiyeti iste, huzuru, saadeti iste tamam. İstemek senin hakkın. Dua etmek ibadettir. Allah, dua eden kulu sever. Ama Allah illaki "Senin istediğin şeyi, senin istediğin gibi yapacak." diye bir mecburiyet yok.
Böyle bir şey yok.
Lâ yüs'elü ammâ yef'al vehüm yüs'elûn. "İnsanlar sorgu suale tâbi tutulurlar."
Sorumlulukları, mesuliyetleri vardır. Mahkemeye düşerler; bakan da olsa, başbakan da olsa bakarsın yüce divana çıkabilirler.
La yüs'elü ammâ yef'al. "Kimse Allah'a sorgu sual soramaz."
O nasıl dilerse öyle yapar. Ona sorgu sual sorulmaz; sana imtihan sorusunu dilediği gibi sorar. Ama sen dua ettiğin zaman karşılıksız kalmıyorsun. Evvelki derslerde bu esrarı anlatmıştık. Dua ettin mi yine mutlaka bir şey kazanıyorsun. Ya bu dünyada, ya âhirette.
Mesela dua ediyorsun; senin duanın zıddını da bir başkası diliyor.
"Yâ Rabbi! Bugün yağmur yağsın, portakal bahçeleri ıslansın, portakal büyüsün, tatlansın."
Öbür tarafta portakal bahçesinin yanındaki komşu da pamuk ekmiş, pamukçu da aynı yerde. O da diyor ki;
"Aman yâ Rabbi! Sakın ha yağmur yağdırma, pamukların üstüne yağmur yağdı mı lekeleniyor. Lekelenince bunun fiyatını kırıyor toptancı."
Ne olacak?
Çömlekçi güneş ister, ekinci yağmur ister.
Birisi ötekisine;
"Kahrolsun, ölsün bu herif, yıkılsın, boynu devrilsin, canı çıksın, duvarın altında kalsın." diyor.
Neden?
Kızıyor.
O da;
"Yâ Rabbi! Sen bana hayırlı ömür, sıhhat, afiyet ver." diyor.
Bunların hepsinin idaresi, âlemlerin Rabbi'nin bileceği bir iş. Allahu Teâlâ hazretleri dilediğini yapıyor. Bir sebeple, bir hikmetle, bir sebepten dolayı insanların bu dünyada istediklerini vermiyorsa, vermemişse, âhirette mükâfatını vereceğini bildiriyor.
Duanın karşılığı mutlaka var, duada boş yok. Ama "Dünya senin istediğin gibi olacak." diye bir şey yok. Eğer dünya benim istediğim gibi olacak olsaydı, Çeçenler Rusları yenerlerdi, orada müstakil devlet kurarlardı. Kazan'da da Kazan hanlığı kurulurdu, Azerbaycanlılar da Ermenileri yenerlerdi, Türkiye'nin hududuna dayanırlardı, biz de Türkiye Azerbaycan, iki kardeş birleşirdik, Hazar denizine açılırdık. Oradan da Orta Asya'ya "Ver elini." derdik. Gönlümüz neler istiyor ama O bilir.
Nasıl dilerse öyle olur. O'na da bir şey diyemeyiz. Yaradan âlemlerin Rabbi, hikmetleri var, bilmediğimiz bin bir türlü sebep var. Belki cezadır. Belki onlar, uzun yıllar Allah'ı unuttular da Allah, "Dur, ben size bir ceza vereyim, başınız bir derde girsin de, bak o zaman nasıl Allah dersiniz." Dedi; ondan o cezayı verdi.
Sen de şimdi tam cezayı verdiği sırada; "Yapma yâ Rabbi!" diyorsun. "Yapma ya rabbi etme yarabbi" diyorsun.
Ama öbür taraf cezayı hak etmiş oluyor. Kaderin esrarı var, Allah'ın işlerine akıl ermez ama hepsi güzel. Anlayan her şeyin güzel olduğunu anlar.
Mevla görelim neyler.
Neylerse güzel eyler.
İşin doğrusu bu. Her şey güzeldir.
Ey lütfu çok, kahrı güzel,
Lütfun da hoş, kahrında hoş.
İşin doğrusu budur. Ama herkes bunu anlamaz. Çok kimse anlamayabilir. Peygamberler anlar, ârifler anlar, evliyâullah anlar. Biz dua ederiz, nasıl olursa olur. Her şeyin ondan olduğunu gösteren cümleler bunlar.
"Yâ Rabbi! Senin kızgınlığından, senin hoşnutluğuna sığınırım."
Bana kızma, beni hoşnut olduğun bir kul eyle!
"Yâ Rabbi! Senin ukûbetinden senin muâfâtına sığınırım."
Yâ Rabbi! Beni cezalara çarptırma, beni afiyet üzere eyle!
"Yâ Rabbi! Senden sana sığınırım, seni bırakıp da nereye gideceğim?"
"Allah bana ceza veriyor." diye uğrayacağım, müracaat edeceğim bir başka makam yok ki. "Yâ Rabbi! Senden sana sığınırım. Senin rahmetin geniştir, lütfun çoktur." diye Allah'a iltica edeceğiz.
Çok mühim tabi, biraz anlattım daha da çok şeyler söylenebilir.
Her şey Allah'tan.
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, hakiki tevhid bu. Bu mânaları anlamak, hakiki tevhid. Lâ ilâhe illallah demek yetmiyor, mânasını da bilmek gerek. Lâ ilâhe illallah demek yetiyor ama sen lâ ilâhe illallah deyip de hastalığa itiraz edersen, kaderin cilvesine itiraz edersen, raydan çıkmış oluyorsun. Anlayacaksın ki lâ ilâhe illallah'ın parantez içinde, bir derin mânası daha var.
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.
Lâ fâile illâ hû. "Her şeyi yapan Allah'tır."
Onu anladığın zaman tevhidi tam olarak anlamış oluyorsun. O zaman Yunus Emre gibi, Mevlana gibi hoş bir insan oluyorsun. Cihanın parmak ısırdığı, hayran kaldığı, hayret ettiği bir insan oluyorsun. Cümle cihan halkı üstüne çullansa senin sırtını yere getiremiyor.
Neden?
Anladın, tevhidin sırrını, esrarını anladın, Allah'a tam bağlandın; o zaman iş tamam oluyor.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.