es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi, her türlü ihsan ve ikramı üzerinize olsun. Hem dünyada hem âhirette Cenâb-ı Hak sevdiği kul eylesin. İki cihanda yüzünüzü güldürsün, sevindirsin, bahtiyar eylesin.
Bakara Sûre-i Şerîfesi'nin 133-134. âyetlerine geldik. Bunlar üzerinde konuşma yapmak istiyorum. Önce mübarek âyetleri okuyalım.
Bismillâhirrahmânirrahîm:
Em küntüm şühedâe iz hazera ya'kûbe'l-mevtü iz kâle li-benîhi mâ ta'büdûne min ba'dî. Kâlû na'büdü ilâheke ve ilahe âb âike İbrâhîme ve İsmâîle ve İshâka ilahen vâhidâ ve nahnü lehû müslimûn.
Tilke ümmetün kad halet lehâ mâ kesebet ve leküm mâ kesebtüm ve lâ tüs'elûne ammâ kânû ya'melûn.
Sadakallâhü'l-azîm.
Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri 133. âyet-i kerîmede muhataplarına, Peygamber Efendimiz'e ve Kur'an'a muhatap olabilecek herkese soru tarzında buyuruyor. Müşriklere bir belge olmak üzere, inkâr edenlere karşı bir delil olsun diye;
Em küntüm. "Yoksa siz…"
Em, daha önce sorulan sorudan sonra "Şöyle mi yaptın yoksa böyle mi yaptın?.." gibi ikinci sorunun başına gelen bir edattır. Daha önce 130. âyet-i kerîmede;
Ve men yerğabu an milleti İbrâhîme illâ men sefihe nefsehû, diye bir soru olduğu için;
"İbrahim aleyhisselam'ın dininden yolundan, açtığı çığırından kim vazgeçebilir? Ancak vazgeçse vazgeçse kendi nefsine zarar verecek olan, kendi nefsinin faydasını düşünemeyecek durumda olan düşüncesizler yüz çevirebilir."
O sorudan sonra burada yine bir soru tarzında ifade var:
Em küntüm şühedâe. "Yoksa siz şahitler miydiniz?" İz hazera ya'kûbe'l-mevtü. "Yakup'a ölüm geldiği zaman siz orada hazır mı bulunuyordunuz, o vefat esnasında konuşulanlara şahit miydiniz?"
"O zaman onlar ne demişlerdi?" diye bir soru ile başlıyor.
İstifhâm-ı istinkârî!
"Siz orada şahit değildiniz, orada mevcut değildiniz, orada Yakup aleyhisselam ile etrafındaki evlatları Yakup aleyhisselam'ın vefat edeceği zamanda, en son deminde neler konuştuğunu [bilmiyordunuz]. Siz orada yoktunuz ama Allahu Teâlâ hazretleri bildiriyor!"
O sizin kendisine bağlandığınız, kendisine intisap ettiğinizi söylediğiniz Yakup aleyhisselam ki lakabı "İsrail" idi.
Kendilerine "Yakup'un evlatları, soyu, kavmi" mânasına "İsrailoğulları" diyorlar.
"Sizin intisap ettiğiniz Yakup aleyhisselam'a vefat geldiği zaman ne denmişti, siz ne diyorsunuz? Onlar, Yakup aleyhisselam vefat ederken oğullarıyla neler konuştular, siz hangi, noktadasınız?.. Nasıl ters bir durumdasınız. Aklınızı başınıza toplayın, bu yanlış durumuzu anlayın…" mânasına.
Yakup aleyhisselam; Yusuf aleyhisselam'ın babası, İbrahim aleyhisselam'ın torunu ve İshak aleyhisselam'ın oğlu.
Yusuf aleyhisselam'ı kardeşleri nasıl kuyuya attılar, kervana sattılar, ondan sonra Yusuf aleyhisselam nasıl Mısır'a geldi; Mısır'da tutunduktan, yetiştikten, mevki makam, şeref haysiyet sahibi olduktan sonra babasını ve kardeşlerini nasıl getirdi?..
Bunlar meşhur. Ama Yakup aleyhisselam vefat ederken ne demişti?
İz kale li-benîhi. "Etrafındaki oğullarına demişti ki…"
Kaynaklarda on iki oğlu olduğu rivayet ediliyor. Bunların isimleri tefsir kitaplarında yazılmış bulunuyor, sayılmış oluyor. Onların artık uzun boylu, teferruatlı isimlerini saymaya burada lüzum yok.
O çocukları babaları vefat edecek diye, etrafına toplanmışlar. Mübarek bir peygamber, itibarlı bir kimse, Mısır'a gelmişler. Yusuf aleyhisselam, zaten orada bir yüksek makamın mevkiin sahibi.
Yakup aleyhisselam vefatı anında, vasiyet yoluyla çocuklarına demişti ki;
Mâ tağbudûne min ba'dî. "Benden sonra neye tapınacaksınız, hangi ilaha kulluk edeceksiniz? Nasıl kulluk yapacaksınız, neye tapınacaksınız?"
Tabii hayatı boyunca aman bu Mısırlılar'ın yanlış inançlarına düşmeyin, bunlar yanlıştır, bunlar Firavun'u tanrı edindiler, akıllarından çeşitli tanrılar uydurdular: Ölüm tanrısı, kartal başlı Horus isimli tanrı, köpek başlı, timsah başlı daha başka tanrı…. Ehramları, piramitleri birbirlerine bağlayan o koridorlara hepsinin renkli resimlerini koridorlarına resmetmişler, o tarihi yerlerde görüyoruz.
Mısır'ı, Kahire'yi ziyaret ettik, Hz. Hüseyin Efendimiz'in camii vs. derken bir de şu Firavunlar'ın hâllerini görelim diye gittik oraları da gördük. Nelere taptıkları belli! Biz gittiğimiz zaman tarihin hatıralarını seyrediyoruz. Ama Yakup aleyhisselam bir Peygamber olarak Mısır'a gidince kavmin ne kadar yanlış bir inanç üzere olduğunu görüp onu düzeltmek için hak dini öğretmek için var gücüyle gayret etmişti!
"Sakın yanlış yollara sapmayın, putlara tapmayın!" diye soruyor, vasiyet ediyor. "Aman ha sakın! Allahu Teâlâ hazretlerinden başka varlığa tapmayın, tapmayacaksınız değil mi?"
"Neye tapacaksınız, söyleyin bakalım." derken" "Tapmayacaksınız değil mi?" mânası var. Bir vasiyet mânası var.
Onlar da ne dediler?
Tabii onların o cevapları bizler için önemli ama asıl Yakup'un sülalesinden geldiklerini söyleyen benî İsrâil için yahudiler için önemli. Çünkü onların hürmet ettikleri zâtlar bakalım ne demişler, hangi inanç üzerelermiş?
Kalu na'budü ilâheke. "Ey babamız Yakup! Biz senin ilahın olan Allahu Teâlâ hazretlerine Rabbü'l-âlemîn'e ibadet edeceğiz, O'na ibadet ediyoruz, O'na ibadette de devam edeceğiz. Yolu değiştirmeyeceğiz, yanlış yollar sapmayacağız!"
İlâheke ve ilâhe âbâike İbrâhîme ve İsmâîle ve İshâke. "Senin ilahın, senin ecdadının, babalarının ilahı olan, bütün yerin göğün ilahı, bütün insanların ilahı, tek Rabbü'l-âlemîn; Vâhid ü Ehad ü Ferd ü Samed olan Rabbü'l-âlemîn olan, âlemleri yaratan, yeri göğü, ins ü cinni yaratan Allahu Teâlâ hazretlerine ibadet edeceğiz. Senin babaların olan İbrahim'in, İsmail'in İshak'ın Rabbi olan, senin Rabbin olan, âlemlerin Rabbi olan Allah'a itaat edeceğiz!"
İlâhen vâhidâ. "Tek bir ilah, şerîki nazîri olmayan, eşi benzeri, misli, karşıtı olmayan Allah'a, tek bir ilah olarak O'na ibadet edeceğiz!"
Ve nahnü lehû müslimûn. "Biz O'na teslim olmuşuz, itaat etmişiz, inanmışız, bağlanmışız; bu inançla sebat edeceğiz!" dediler.
O zaman bu yahudilerin cedleri olan Yakup aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam ve Yakup aleyhisselam'ın torunları olan, esbât denilen yahudi kavimlerinin hepsi ilk başta böyle dediğine göre; o zaman Peygamber Efendimiz'in zamanındaki insanlar, İslâm'la karşılaşan, İslâm'la muhatap olan insanlar için onların böyle demeleri çok önemli. "Bak onlar öyle diyorlar, o zaman sizin de böyle demeniz lazım." mânasına geliyor.
Tabii bu âyet-i kerîme dinler tarihi bakımından son derece mühim bir konuya işaret ediyor. Dinler tarihi bakımından son derece önemli bir şey. Tevrat'ta ve İncil'deki birtakım âyetleri de bu âyet-i kerîme anlatıyor, o âyetlere de işaret var. Tevrat'a inanan bir insan, Tevrat'ı bilen bir yahudi bunu okuyunca "Bu Tevrat'ta da geçiyordu!" diye hemen vaziyeti anlayacak. Bir hristiyan da hemen İncil'de geçen şeyleri ve Peygamber Efendimiz'in hak peygamber olduğunu hatırlayacak.
Tevrat'ta İncil'de kendi peygamberlerinin kendilerine tavsiye etmiş olduğu, geldiği zaman; "Aman sizin torunlarınızdan onun zamanına erişenleriniz ona itaat etsinler!" diye tavsiye edilen Peygamber olduğun anlayıp ona inanmaları lazım. Çünkü bu hususta Tevrat'ta ve İncil'de mevcut ifadeler var.
Bunları önemli olduğu için zikrediyorum! Elmalılı [Muhammed Hamdi Yazır] bunları kitabına almış ve Sultan I. Ahmet zamanında yaşamış olan bir kimse bu âyetleri [görerek] müslüman olmuş, İslâm'ı kabul etmiş, Mehmed adını almış. Neden müslüman olduğunu da göstermek için bir de kitap yazmış.
Bu benim İbrahim-i Müteferrika'nın Risâle-i İslâmiyye isimli eseri ne demek?
İbrâhim-i Müteferrika da Romanyalı, Kolojvarlı, Clujlu bir papaz olarak yetişmiş bir kişiydi. Kütüphanedeki kitaplardan okuyup eski İncil, Tevrat açıklamalarından okuyup İslâm'ın hak din olduğunu, Hz. Muhammed-i Mustafâ Efendimiz'in Tevrat'ta İncil'de geleceği müjdelenen peygamber olduğunu anlıyor. Osmanlı diyarına geliyor ve bir de kitap yazıyor: Risâle-i İslâmiyye!
Ne demek?
Risâle-i İslâmiyye; "Benim müslüman oluşumu anlatan risale, neden müslüman olduğunu izah eden risale…" demek.
Biz bunu yayımlamıştık. Benim için çok tatlı, çok zevkli bir konu idi. Orada da bu âyet-i kerîmeler var.
Mesela Tevrat'ın 5. sifrinin 15. faslında Musa aleyhisselam'ın ifadesiyle şöyle bir âyet-i kerîme geçiyor:
"İlahınız Rab Teâlâ size, aranızdan ve ihvanınızdan bana benzer bir nebî ikame edecek, gönderecek."
Musa aleyhisselam diyor ki;
"Benim gibi bir peygamber gönderecek, sizin aranızdan ve ihvanınızdan!"
Kime hitap ediyor?
Yahudilere!
Yine bu 5. sifrin 11. faslında:
"Rab Teâlâ Musa'ya dedi ki; Ben onlara ihvanınız arasından sana benzer, sana mümasil bir peygamber göndereceğim, edeceğim. Bunun benim ismimle tebliğ edeceği kelimeleri, âyetleri her kim dinlemezse ben ondan intikam alırım!" diye âyetler geçmiş oluyor. Tevrat'ta var bu âyetler. Bu gayet açık. Mukayeseli olarak Tevrat'ı, İncil'i, Kur'an'ı inceleyen bu gerçeği görür.
Nitekim Fransız profesörlerinden Sayın Profesör Morris Bucaille İlimler Akademisi üyesi, ciddi bir ilim adamı. Kendisini İstanbul'a da geldiği zaman Yıldız Sarayı'nda toplantıda görmüştüm. O da Tevrat'ı incelemiş, İncil'i incelemiş, İslâm'ın hak din olduğunu, Kur'an'ın Allah'ın kelâmı olduğunu, Muhammed-i Mustafâ'nın da Tevrat'ta İncil'de bahsi geçen Peygamber olduğunu kabul edip müslüman olmuş. Bu incelemelerini bir kitap hâline de getirmiş. Bunlar Türkçe'ye çevrildi. Bunlar önemli.
Onun içinde lütfen bu Risâle-i İslâmiyye'yi, İbrâhim-i Müteferrika'yı mutlaka okuyun! Bu âyet-i kerîmenin Elmalılı'daki tefsirini, izahlarını dikkatli bir şekilde güzelce okuyun.
Tevrat'ta ve İncil'de Peygamber Efendimiz'i açıkça veya işaret yoluyla müjdeleyen, geleceğini tarif eden, bildiren bazı cümleler var. Bunlardan iki tanesi demin okuduğum iki âyet. Bunların Arapçalar'ı şöyle
Bizim alimlerimiz Kitâb-ı Mukaddesler'in Arapçalar'ını alıp [incelemişler]. Tabii kökeni Arapça değildi, mahallî dilleri başka idi. Bunlar tercüme olmuş oluyor.
İnne'r-rabbe ilâhüküm yukîmu leküm nebiyyen mislî min beyniküm ve ihvâniküm.
İnne'r-rabbe teâlâ kâle li-Mûsâ innî mukîmun lehüm nebiyyen misleke mim beyni ihvânihim ve eyyüma racülin lem yesma' kelîmatilleti yueddîhâ annî zâlike'r-racülü ismî hene entekımü minhü.
Demin Türkçe'sini okuduğum iki âyet-i kerîme.
İkinci bir şey, Tevrat'ın 1. sifrinde 9. faslında: Hâcer, yani Sare validenin, İbrahim aleyhisselam'ın hanımının cariyesi.
Bir melek Hacer'e;
"Nereye gitmek istiyorsun?" diye sordu.
O da;
"Seyyidem Sâre'den kaçıyorum. Efendim, malikem Sâre'den kaçıyorum!" dedi.
Bunun üzerine melek ona müjdeledi:
"Sen o efendin olan hanıma dön ve ona tevazu eyle. Çünkü Allah senin zürriyetini çoğaltacak, sen bir oğlan dünyaya getireceksin. Allahu Teâlâ hazretleri senin yalvarmanı, duanı kabul etmiş olduğundan dolayı sen de bu kabule nişane olarak ona İsmail adını ver! Ve o insanların gözbebeği olacak. Onun eli hep senin fevkinde olacak, şerefli olacak. Hepsinin eli ona hudu ile tevazu ile uzanacak. Bütün kardeşlerine rağmen şükredecek!" diye İsmail aleyhisselam'ın doğacağını ve İsmail aleyhisselam'ın elinin herkesin hürmet edeceği bir el olduğu anlatılıyor.
Tabii onun elinin diğer ellerden üstün olması, bizzat kendisinin değil zürriyetinin üstün olması, İsmail aleyhisselam'ın zürriyetinden de Peygamber Efendimiz geldiğinden! Tevrat'ta olan bu ifadenin ona işaret olduğuna şüphe yok!
İsmail aleyhisselam o Mekke-i Mükerreme'de dar bir yerde mahsur idiler. Kendisi bu kadar bütün insanların gözbebeği olacağı, onun karşısında hepsi hürmet edeceği filan; bu Peygamber Efendimizi gösteriyor!
Yine Tevrat'ta 1. sifrin, 1. kitabın yirminci faslında;
"Rab Teâlâ Tûr-i Sinâ'dan geldi ve bize Saîr'den tulû etti. Ve Fârân Dağları'nda zuhur eyledi. Ve sağından Kıddisler'in unvanlarını saf yaptı da onlara izzet ihsan etti. Ve onları bütün, Şuûb'a sevdirdi ve Kıddisler'in hepsine bereketle dua etti!" diye bir cümle var.
Buradaki Fârân Dağı Hicaz'dadır, çünkü Tevrat'ta; "İsmail Fârân çöllerinde ok atıcılık talimi ediyordu." deniliyor. Yani İsmail aleyhisselam'ın yaşadığı yer. Mekke'de oturduğu bilindiği için Fârân'ın orada olduğu anlaşılıyor. Bu sözler, Hicaz'dan Peygamber Efendimiz'in çıkacağına ve Mekke'nin fetholunacağına işaret olmuş oluyor.
Rumuzlu gibi ama meseleyi bilen gayet iyi anlar. Cenâb-ı Hak Fârân'dan zuhur edecek, "Bir Peygamber de Fârân'dan, Mekke'den zuhur edecek!" mânası var. "Ve çok şeref ve izzetle kabul görecek!"
İşte İslâm'ın kabul görmesi, bunu gösteriyor. Geniş izahları var.
Daha başkalarını okuyalım.
Yine Tevrat'ın Yunanca tercümesinde:
"Yakup aleyhisselam oğullarına demiştir ki; Ey benim oğullarım! Gelecek resûl gelmediği müddetçe bizden nübüvvet kesilmez. O geldikten sonra bizden nübüvvet ve saltanat kesilir, cümle âlem onun gelişine muntazırdır!" diyor. İşte bu âyetlerden dolayı, birisini geleceğini zaten yahudiler bekliyorlardı.
Tevrat'ın 1. kitabında bir rivayet olarak; "Allahu Teâlâ hazretleri İbrahim aleyhisselam'a vahyedip dedi ki…" deniliyor. Tevrat müfessirlerinden yazmış.
"Allahu Teâlâ İbrahim aleyhisselam'a vahyedip dedi ki; İsmail hakkındaki duanı kabul ettim, onu mübarek kıldım, büyüttüm ve cidden muazzam yaptım! On iki büyük tevlid edecek ve onu ben bir büyük azime için imam yapacağım!"
Tabii İsmail aleyhisselam'ın çok büyük bir şey için imam olması, Ümmet-i Muhammed'in olmasına işaret. Çünkü İsmail aleyhisselam hayatında mevzi bir şeyde kalmıştı. Onun evladından Muhammed aleyhisselam olduğu, ümmetinin de Muhammed ümmeti olduğu kesin!
Zebur'un Yunanca'sından nakledilmiş:
"Hak Teâlâ Davud'a buyurdu ki; Senden sonra, sahib-i şeriat bir peygamber göndereceğim ki nübüvvet-i güneşi şark ve garba nur saçacak! Ona ilk ittiba eden kavim Arap olacak! İnat ve muhalefet edenler mahkur ve zelil kalacak! Şeriatine cihanın mülûkü itaat edecek, din ü şeriati kıyamete kadar baki kalacak!"
İşte yine Zebur'da İslâm'ı tarif ediyor. Ayrıca İncil'de buyuruluyor ki;
"Hz. İsa buyurdu ki; O ki benden sonra gelecek, benden evvel halk olunmuştur!"
Peygamber Efendimiz'e işaret. Nur-u Muhammed'in, Peygamberimiz'in nurunun en önce halkolması.
"Ben onun pabucu bağını çözmek hizmetine layık değilim."
Bu ifade Matta İncili'nde!
İşte böyle çeşitli deliller bu âyetlerde geçen ifadeyi teyit ediyor, eski kitaplarda bu ifadenin şahitleri oluyor. Tabii o kitaplar, Peygamber Efendimiz'e bu âyetler inmeden önce ortada bulunduğundan artık bu delil çok kuvvetli oluyor! "Sonradan Kur'an'ı desteklesin diye ortaya atılmış bir şey…" de denemez! Çünkü zaten Kur'an'dan önceki devirlerde mevcuttu!
Hatta edebiyat fakültemizin İslâm Araştırmaları bölümü kurulmuştu. O zamanki başkanı rahmetli Zeki Velidi Togan idi; ordinaryüs profesör, büyük alim!
[Zeki Velidi Togan]; İslâm Araştırmaları Enstitüsü'nün ilk mecmuasında, ilk sayılarında Lut Gölü civarında mağaralarda bazı eski ruloların; yuvarlak, sarılmış bazı yazılı parçaların, kitapların bulunduğunu, bunların Ürdün müzesine, Vatikan müzesine ve Avrupa müzelerine alınıp götürüldüğü ama bunların çözümlenip neşredilmediğini, bunlardaki ifadelerin Kur'ân-ı Kerîm'i desteklediğini, Kur'ân-ı Kerîm'in doğru söylediğini ispatladığını ve İslâm'ın hak din olduğunu gösterdiğini, onun için saklandığını işaret ediyordu! "Bunlar açıklansın, saklanmasın!" diye beyanlarda bulunuyordu.
İslâm Araştırmaları Enstitüsü'nün dergisine de bu konuda meraklı olanlar Zeki Velidi Togan'ın o yazılarına da bakabilirler. Lut Gölü Mağarasında Kumran denilen yerde bulunmuş. Onlara bakabilirler.
Burada izah etmemiz gereken bir şey Yakup aleyhisselam'ın, yahudilerin ecdadı olan kabile büyükleri, hepsinin bağlı oldukları, kabilelerin ta kökeninde olanları;
"Biz senin ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Rabbi olan Allah'a itaat edeceğiz. Sen müsterih ol, endişe etme, biz bu doğru imandan ayrılmayacağız!" demiş oluyorlar.
Burada dikkat edilirse Yakup aleyhisselam'ın babası olarak "İbrahim ve İsmail" deniliyor. Hâlbuki İsmail; amcasıydı. Babası İshak'tı. "İsmail'in, İshak'ın ve İbrahim'in…" diye İshak'la beraber İsmail'i de zikrediyor.
Araplar, dedeye "baba adını verirler. "Babaları" dediği, "ecdadı, dedeleri" demek. Amcayı da araya katmak; buna deniyor. "Ekseriyete tâbi olarak o çatı altına almak" mânasına bir tabir. "Babaları olan İshak ve İbrahim…" demediler, bir de İsmail'i ayrıca kaydettiler. Bu da onların, babalarının bildirmeleriyle, işaretleriyle; İsmail aleyhisselam'ın neslinden bir âhir zaman Peygamberi geleceğini bildiğine bir güzel, ince işaret oluyor.
Ve nahnü lehû müslimûn.
"Biz o senin razı olduğun, bize öğrettiğin Rabbü'l-âlemîne teslim olmuşlarız, müslimleriz, itaat etmişiz!"
Ne demek?
Mûtîûn. 'İtaat edicileriz.' Hâdiûn. 'Emrin neyse buyur, tutacağım…' mânasına el pençe divan durmuşlarız." dediler.
Tabii bütün eski dinlerin, hak peygamberlerin öğrettiği hep aynı inanç: Hepsi Allah'a itaat etmek, O'nun emirlerine uymak, ondan gelen vahiylere tâbi olmak yolunu tutmuşlardır.
Ve lehû esleme men fi's-semâvâti ve'l-ardi tav'an ve kerhen ve ileyhi yurceûne. "Göklerdeki ve yerdeki her şey istese de istemese de O'na itaat eder, onun emrine boyun eğmek durumundadır. O'na döndürülecektir."
İslâm, bütün peygamberlerin hepsinin dininin umumi adı olmuş oluyor, müşterek yönleri olmuş oluyor. Tabii zamana ve bölgeye göre ahkâmların, uygulamaların farklılığı da basit şeyler. İslâm'da mesela çeşitli fıkıh mezhepleri var. O ufak tefek farklar rahmet oluyor, mühim değil. Ama temel aynı!
Böyle dediler, itaatkâr olacaklarını söylediler. Böylece Yakup aleyhisselam müsterih oldu, evlatlarının kendi yolundan gideceklerini anladı. O hâlde bu âyeti dinleyen, Peygamber Efendimiz'in zamanındaki ehl-i kitaptan yahudiler ve hristiyanlar da dedeleri gibi yapmalı. Teslim olmalı, İbrahim aleyhisselam'ın yoluna girmeli.
Tilke ümmetün kad halet lehâ mâ kesebet. "Onlar geçmiş bir nesil, geçmiş insanlardı. Anlatılan Yakup aleyhisselam, evlatları; o çağlar geçti, o toplumlar, o topluluklar geçti, bitti. Onlara işledikleri amellerin mükâfatı, doğru inançlarının mükâfatı verilecek, cennete girecekler. Eğer içlerinde babalarının, dedelerinin sözlerini dinlemeyenler olmuşsa onlar da yaptıklarının cezasını bulacaklar, onların işledikleri onlara!" Ve leküm mâ kesebtüm. "Sizin kesbettikleriniz, işledikleriniz de size!"
"Siz de onlar gibi yaparsanız onlar gibi mükâfata nail olursunuz. Ama siz de âsi olursanız, sizin onlara intisap etmeniz, 'Biz Yakup aleyhisselam'ın evlatlarıyız, İbrahim'in soyundanız!' demek kâr etmez."
Çünkü onlara tam uymamış oluyorlar!
"Biz onlara neseben bağlıyız…"
Neseben bağlısın ama Nuh aleyhisselam'ın kendi öz oğlu da kâfir olarak öldü! Neseben bağlılık insanları kurtarmıyor. İmanca, kafaca, gönülce, kalpçe bağlanması gerekiyor.
Ve lâ tüs'elûne ammâ kânû ya'melûne. "Onların işlediklerinden siz sorumlu olmayacaksınız. Siz kendi işlediklerinizden sorumlu olacaksınız!"
"Siz ona dikkat eyleyin! Gözünüzü açın, kendinizi cehennemden kurtarmaya çalışın!" denmiş oluyor.
Ve li hâzâ câe fi'l-mesel. "Bu bakımdan hadîs-i şerîf de bu umumi kural gelmiştir." Men ebdaha bihî amelühû lem yusri' bihî nesebuhû. "İşlediği icraat kendisini ileriye götüremeyen, geride bırakan bir kimseyi soy sop ilişkisi, nesebinin asaletli olması ileri götüremez! Amelinin geri bıraktığı kimseyi nesebi ileri götüremez!"
"Ben falancanın çocuğuyum…"
İyi ama sen güzel bir şey yapmadın ki güzel bir mükâfata eresin, güzel bir sevap kazanıp da kendini kurtarasın! Onların soyundansın ama onların yolunda değilsin! Yanlış yola gitmişsin! Efendi bir ailenin, soylu bir ailenin haylaz mirasyedi çocuğunun kumarhanelerde ömrünü ifna edip de sonra iflas edip perişan bir şekilde ölmesi gibi bir şey!
Onun için herkesin kendisine sahip olması, sorumluluğunu idrak etmesi lazım. Allahu Teâlâ hazretlerinin emirlerini ciddiye alması, bu işlerin şakasının olmadığın bilmesi lazım. Aklını başına toplaması lazım.
Tabii müstakbel azap, şu anda olmayan azap, istikbalde gelecek olan azap bazı kimselerin aklına girmiyor! Ondan korkmuyorlar ama yaklaştığı zaman korkacaklar. Bu; çocuğun, senenin başında ders çalışmamasına benziyor. Ama sene sonu yaklaştığı, imtihan geldiği zaman gece uykusu bile kaçar, sabahlara kadar çalışmaya gayret eder ama o zaman da birkaç gün içinde çalışmak büyük bir fayda vermez!
Dünya hayatı da böyle! Âyetleri okuyoruz, dinliyorsunuz. Bantlar var, alınıyor; yazılar var, yazılıyor, geçiyor. Kitaplar neşredilmiş. Eskiler yazmış, biz de üzerinde çalışmalar yapmışız, neşretmişiz… İşte bunların hepsi birer belgedir!
Kim için?
Allah yolunda yürümeyen insan için!
Denilecek ki;
"Bak bunlar yazıldı çizildi, sen neden istenilen çizgiye gelmedin de yanlış yolda yürüdün? Niye görevini yapmadın, niye doğru yolu bulmadın, niye imana gelmedin?!.."
O zaman anlayacak ama o zaman iş işten geçmiş olacak!
İşte o istikbaldeki tehlikeyi önceden görmek, ön görüşlülük, ileri görüşlülük asıl bu!
O hâlde en ilerici insanlar, en ileri görüşlü insanlar kimler?
Müslümanlar, imanlılar! Çünkü âhiretteki tehlikeleri görüp şimdiden hayatlarını düzene sokuyorlar, hatalardan günahlardan kaçınıyorlar!
En dar görüşlü, en gafil insan -unvanı ne kadar yüksek olursa olsun, on tane üniversiteden diploma alsa nişane alsa, doktora payesi kazanmış olsa- en cahil insan kimdir?
Âhiretini tehlikeye koyan insan! Âhirette kendisini kurtaracak işleri dünyadayken yapıp başaramamış olan, kulluğu kusurlu, imanı zayıf, olan insan!
Bu dünya bir imtihan dünyasıdır, bu hayat bir imtihandır. Onu yapmıyor, ondan sonda iş işten geçtikten sonra pişman olacak. O pişmanlığı da şimdiden hissedemiyor.
Halbuki, devlet planlamacıları, büyük alimler, meseleleri inceleyen insanlar nasıl tedbir alıyorlar?
"Eyvah! Yağmurlar az, barajlardaki sular, mevsim sonuna kadar bizi idare etmez! Aman, tedbir alalım, aman tasarruf yapalım…"
Hesap kitap ortada: Su miktarı az, kullanım günde şu kadar!
"Aman kısıntı yapalım, araba yıkanması yasaklansın, bahçe sulanması yasaklansın. İhtiyatlı kullanalım. Acaba bahçe sulanması için ne tedbir alabiliriz..."
Bu nedir?
İleriyi görmek! O anda su var ama azalmış, bittiği zaman başına felaket gelir diye tedbir alıyor.
Devletlerin ordu beslemesi neden?
O da ileri görüşlülük!
"Düşman gelirse hadi toplanalım, silahları alalım gidelim…"
Olmaz! Zaten talimli olmayan insanlar savaşı güzel yapamazlar. Önceden bunlar talimlerini yapacaklar, eğitimlerini yapacaklar, savaş anında becerilerini kazanmış olacaklar. Silahın nasıl atılacağını, nişanın nasıl alınacağını bilecekler; her şeyi öğrenmiş olacaklar. Bu ön görüşlülüktür, önceden görmedir.
Dikkat edilirse gündelik hayatımızda bile her şeyi önceden görerek tedbir alıyoruz. Belediyelerin tedbirleri odur. Binaların yapılması için konulmuş kurallar onlardır. Yollarda arabaların gidişine dair işaretler onlardır. Orada kaza olmasın, şöyle yapılsın, diye konulmuş kurallar hep ileri görüşlülüktür. Hemen bir tehlike belirdiği zaman tedbir alınıyor.
Bilim adamları diyorlar ki;
"Şu kadar zamandan beri dünyanın ısısı bir derece yükselmiş!"
"Bir derece yükselirse yükselsin, insanın hisleri bir derece yükselmeyi çok hissetmiyor, olsun…"
"Ama bu yükselme böyle devam ederse şunlar olacak, şunlar olacak, şunlar olacak. Bir kere kutuplardaki buzlar eriyecek. Kutuplardaki buzlar eriyince denizlerdeki suların miktarı fazlalaşacak. Suların miktarı fazlalaşınca deniz seviyesini şu kadar metre yükseldiği zaman denizin kenarındaki o metrelerin altında olan şu kadar alan sular altında kalacak!.." diyorlar.
Hadi! Hemen tedbirler… Ne yapalım, ne edelim?..
"Aman ozon tabakası delindi, delindiği zaman şu oluyor, bu oluyor…"
Sağlığımızda da öyle!
Çok sağlıklı adam bir sürü tedbir alıyor.
Neden?
Sağlığı bozulmasın diye! Koruyucu hekimlik, hıfzıssıhha, hijyen dediğimiz şey!
Bakıyorum, Avustralya'da herkes idmana son derece düşkün. Spor dediğimiz hareketleri yapmaya çok düşkün. Hatta ben nihayet bunu tam anlatmak için şöyle bir ifade kullanıyorum: Bizim, müslümanların beş vakit namaza düşkünlüğümüz kadar bunlar idmana düşkün! Kan ter içinde kalıyorlar, kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler… İşini bırakıyor, işi bittikten sonra arabasını kenara çekiyor, elbisesini giyiyor. Koşuyor koşuyor koşuyor; şakaklarından ter akıyor, yüzü kıpkırmızı oluyor!
Neden?
"Ben böyle yapmazsam sıhhatim bozulur."
Bu ileriye dönük tedbir almak çok umumi bir kural!
İnsan imanda da bu tedbiri almazsa ileride o tehlike mutlaka başına gelecek, belli. Peygamberler söylemiş, kitaplar yazmış, akıl mantık böyle olacağını gösteriyor.
Kul innallâhe lâ ye'muru bi'l-fahşâi etekûlûne alallâhi mâ lâ ta'lemûn.
Sonra, dinin kuralları güzel şeyler. Dinin kurallarını uyguladığı zaman insanlar güzel oluyor, aile güzel oluyor, toplum güzel, geçim güzel oluyor. Muhabbet oluyor, sevgi saygı oluyor, her şey güzel oluyor.
İmanın girdiği yerde her şey aydınlanıyor. Güzel ahlâkın geliştiği yerde her şey ileri gidiyor. Toplumun insanları çok sade vatandaşlar bile olsalar, güzel ahlâklı olunca çok büyük başarılar elde ediyorlar.
Hz. Ömer'in tahsili neydi?
Emîrü'l-mü'minîn Hz. Ömer radıyallahu anh'ın tahsili neydi?
Nihayet Mekke-i Mükerreme'den çıkan o mübarekler imparatorluk kurdular. Kaç devleti fethettiler, insanları İslâm'a davet ettiler, gönül kazandılar. Müslümanların sayısını arttırdılar, İslâm'ı cihana yaydılar… Ümmi insanlar! Bilgileri çok mahdut olan insanlar!
Şimdiki insanlar üniversiteleri bitiriyor ama kendisini ahlâkî zaaflardan koruyamıyor, koruyamayınca bir şey olmuyor!
Yani, iman, İslâm insana mutluluk getiriyor, kuvvet getiriyor. İmansızlık, ahlâksızlık toplumları çökertiyor.
Tabii mü'min insan böyle bir sözü, çok başka şeyler düşünerek başka yollardan bu noktaya gelir. Ama inanamayan insanlar bile bu faydaları görüp de bu işin peşinde koşmalılar. Zaten bu Avustralyalılar'a, Almanlar'a, Avrupalılar'a bakıyorum; yirminci yüzyılda dinlerine, örflerine, âdetlerine, kiliselerine bizden elli kat-yüz kat daha kuvvetli bir şekilde bağlılar. Hem de devlet adamları dâhil, en yüksek şahsiyetleri dâhil! Ve onun için toplumlarında belli bir töre, ahlâk var, kanun hâkimiyeti var, düzen var. Karşılıklı beğendiğimiz ilişkiler var. Bizden daha iyi durumdalar. Çünkü bizde bunlar çözülmeye yüz tuttu, kıymeti bilinmedi. Bilinmeyince de tabii yokluğunun acıları çekiliyor.
Allahu Teâlâ hazretleri bizleri dinimizin güzelliğinin kıymetini bilip de dinimize sımsıkı sarılanlardan eylesin. Şaşırıp da dünya ve âhiretini kaybedenlerden eylemesin.
İnşallah 135. [âyet] ve devamına devam ederiz. Öteki âyetlei izah edeceğim. Bunlar bir bütün olduğu için 135. âyet-i kerîmeye geçmedim. Önümüzdeki hafta inşaallah onlar üzerinde sohbetlerimizi yaparız.
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi üzerine olsun. Allah hepinizden razı olsun.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekatüh!