es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekatüh!
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun.
Kur'ân-ı Kerîm âyetleri üzerindeki sohbetlerimize devam ediyoruz.
Birinci cüzü bitirdik, ikinci cüzün başında kıblenin Kudüs'ten Kâbe-i Müşerrefe'ye dönmesiyle ilgili âyetlerin izahlarını geçtiğimiz haftalarda yaptık. Sonunda 150. âyet-i kerîmeyi bitirdik.
151. ve 152. âyet-i kerîmeleri sohbetimin konusu olarak almak istiyorum.
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kemâ erselnâ fîküm Resûlen minküm yetlû aleyküm âyâtinâ ve yüzekkîküm ve yüallimükümü'l-kitâbe ve'l-hikmete ve yuallimüküm mâ lem tekûnû ta'lemûn.
Fezkürûnî ezkürküm veşkürûlî ve lâ tekfurûn.
Bu Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin sonunda âyet rakamının evvelinde bazı işaretler olur. Mesela bizim basılan Kur'ân-ı Kerîm'lere baktım, 150. âyet-i kerîmenin sonunda lâ işareti konulmuş.
151. âyet-i kerîmenin sonunda;
Mâ lem tekûnû ta'lemûn'un sonuna tı vakf-ı mutlak işareti konulmuş.
Lâ, "Durulmaması lazım." mânasına geliyor.
152. âyet-i kerîmenin sonuna da; "Aşır tamam oldu, mâna bütünlüğü sağlayan âyet grubu bitti." mânasına ayın işareti konulmuş.
Başka ülkelerde basılan Kur'ân-ı Kerîm'lere de baktım. Pakistan'da basılanlardan, üzerinde emek sarf edilmiş, işaretleri dikkatle yapılmış olanlara baktım. 150. âyet-i kerîmenin sonunda;
Ve lealleküm tehtedûn'dan sonra üç nokta var. Bu, muanaka işaretidir: "Ya burada durulacak ya da bir sonraki âyete geçilecek." anlamına gelir. Sonra 151. âyet-i kerîmenin sonunda, tı'nın olduğu yerde de aynı işaret [üç nokta] var.
Yahtedûn'den sonra durulacak. Kemâ erselnâke fîküm ile başlayan âyet-i kerîme fezkürûnî ile ilgili, onun için mâna bakımından tı'da durulmayacak, fezkürûnî'ye geçilecek demektir, ya da bu tehtedûn'da durulacak.
"Kemâ erselnâke fîküm, fezkürûnî ile bağlı; yukarısı ile bağlı değil." mânasını gösteriyor.
Kur'ân-ı Kerîm'in işaretleri bakımından, bilgiler bakımından Pakistan'da basılan Kur'ân-ı Kerîm'i daha zengin bilgilerle yüklü olarak gördüm, daha bilimsel gördüm. Bizimkiler orada kullanılan bazı işaretleri kullanmamış.
Bu âyetlerin izahını yapmaya başlayayım. Bu söylediğim hususlar mâna ilgisi bakımından yukarıya mı bağlı, aşağıya mı bağlı olduğunun işaretlenmesi.
Bunu sözle de açıklayayım:
150. âyet-i kerîmede Rabbimiz Tebâreke ve Teâlâ hazretleri, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e kıbleye, Mescid-i Haram'a yönelmesini emrediyor. Biz mü'minlere de her nerede olursak olalım, yüzümüzü kıble yönüne dönmemizi beyan ediyor.
Bunun da sebebini beyan sadedinde;
Li ellâ yekûne li'n-nâsi aleyküm hüccehün illellezîne zalemû minhüm.
Şu sebepten bunu böyle yapın, diye sebebini beyan buyuruyor. İkinci bir sebep olarak da;
Ve li-ütimme ni'metî aleyküm ve lealleküm tehtedûn.
"Ey müslümanlar! Sizin üzerinize nimetlerimi tamam edeyim, tâ ki böylece doğru yol üzere olasınız, hidayet üzere bulunasınız."
Bu kıblenin değiştirilmesi ve mü'minlerin yönünün oraya dönmesinin bir nimet tamamlaması olduğu beyan ediliyor.
"Nimetimi tamamlamak için size bunu böyle emrettim. Bu bir büyük lütuftur." denmiş oluyor.
Bu nimet neye benzer?
Bir nimet de;
Kemâ erselnâ fîküm Resûlen minküm. "Size, sizin içinizden bir peygamber gönderdiğim gibi!"
"O bir nimet olduğu gibi bu da bir nimet. Kıblenin değiştirilme nimeti, size bir peygamber gönderme nimetime benzer."
Çünkü ke harfine edat-ı teşbîh deniliyor. Teşbih olunca bir şeyin bir şeye benzetilmesi lazım.
Bu benzetme nereden kaynaklanıyor?
Kemâ erselnâ fîküm Resûlen minküm. "Sizden, içinizden bir peygamber gönderdiğim gibi size bu nimetimi tamamlamak üzere Kâbe'ye dönmenizi de emrettim." denmiş oluyor.
O zaman 150. âyetin sonundaki lâ harfi; "Burada durmayınız. Mâna bakımından 150. âyet, 151. âyete bağlanıyor." demek oluyor.
Ama ikinci ihtimale göre burada durulacaksa kemâ sözü 151. âyete bağlıysa o zaman; "Size bir peygamber gönderdiğim gibi siz de beni doğru düzgün zikredin; ben de sizi zikredeyim! Madem ben size bu kadar büyük bir lütufta bulundum, içinizden bir peygamber gönderdim; o hâlde siz de beni zikrediniz." demek olur.
Çünkü fezkürûnî kelimesinin başında bulunan fe de, bir önceye bağlılığı ifade eden bir edat. O zaman ikinci tarafa bağlanmış oluyor.
Anlamın nereye bağlı olduğunu beyan ettikten sonra âyet-i kerîmenin diğer kelimeleri üzerinde açıklamaları tefsir kitaplarına bakarak devam ettirelim. Rabbimiz Tebâreke ve Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Kemâ erselnâ fîküm râsûlen. "Nitekim size sizin aranızda yaşayan birisini bir peygamber olarak göndermiş idik."
Bu kimdir?
Hz. Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimiz'dir.
"Ey müslümanlar, ey karşımda muhatabım olan mü'minler! Size ben Azîmüşşân, sizden bir peygamber göndermiştim. Sizin içinizde yaşayan, sizin tanıdığınız, soyunu sülâlesini bildiğiniz; dürüst, emin, soylu, asil, güzel huylu olduğunu ve güvenilen bir kimse olduğunu bildiğiniz bir peygamber gönderdim."
O da bir nimet. Peygamber göndermek çok büyük bir nimet! Biz Cenâb-ı Hakk'ın çok büyük bir nimetine mazharız, çünkü Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetiyiz. Elhamdülillâh, onun gönderildiği insan topluluğu içinde bulunuyoruz. Ne mutlu bize ki böyle şerefli, böyle mübarek, Allah'ın en sevdiği, server-i kâinat, eşrefü'l-mürselîn, seyyid-i veled-i Âdem; Âdem oğullarının, benî Âdemin efendisi, başı tacı, peygamberlerin önderi, imamı, imâmü'l-mürselîn bir kimse [bize gönderilmiş]!
Bizim içimizden gönderilmesi ayrıca bir lütuf. Çünkü bizim içimizden olunca; o bizi tanıyor, bizim zaafımızı, durumumuzu biliyor. Biz onu tanıyoruz, içimizden yetişmiş. Ünsiyet ve itimat tam olur.
Eğer içlerinden bir kimse gönderilmeyip de dışardan bir kimse gelmiş olsaydı hiç bilinmeyen bir diyardan esrarengiz bir kimse gelseydi o zaman çeşitli başka ihtimaller ortaya çıkardı. Ama tanınan, içlerinden bir kimsenin gelmesi; soyu sopu belli, peygamberler sülâlesinden gelme, itibarlı ve ailelerin en soylularının peş peşe zincirinden, öyle bir sülaleden süzülmüş, safî bal gibi, hâlis bir kimsenin gelmesi [büyük lütuf]!
Yetlû aleyküm âyâtinâ. "Sizin üzerinize benim âyetlerimi okuyan!.."
Bu peygamber nasıl bir peygamber?
"Sizin üzerinize benim âyetlerimi getiren, okuyan, açıklayan bir peygamber!"
Bu ayrıca çok büyük bir nimet ve Peygamber Efendimiz'in en büyük vazifesi. Allahu Teâlâ hazretleri onu peygamber olarak seçmiş, hitap eylemiş. Kur'ân-ı Kerîm'ini bildirmiş, vahyeylemiş; o da bize bildiriyor. Cenâb-ı Hakk'ın hitabına mazhar oluyoruz, ne mutlu! O peygamber vasıtasıyla, o aracı, o Allah elçisi vasıtasıyla Allah'ın âyetlerini öğreniyoruz, dinliyoruz.
Âyet kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de iki anlama kullanılıyor:
1.İnsanların seyrettikleri, gördükleri zaman Allah'ın varlığına, birliğine imanları kesin olarak anlaşılacak yerdeki gökteki, hikmetli, büyük, muazzam olaylar ve mucizeler mânasına geliyor.
2.Aynı tesiri yapan, insanın imanını kuvvetlendiren, her birisi mâna hazinesi, ummanı olan Cenâb-ı Hakk'ın sözleri, Kur'ân-ı Kerîm'in cümleleri mânasına geliyor. Bazen kısa oluyor, bazısı bir sayfa kadar uzun oluyor.
Bu tefsir sohbetlerime başladığım zaman âyetlerin boylarının aynı olmadığını; kimisinin uzun kimisinin kısa olduğunu, kimisinin bir sayfa sürdüğünü beyan etmiştim.
Tedâyün âyeti; borçlanmayı anlatan, bu hususta kâtipler kullanılmasını, şahitler kullanılmasını beyan eden bir âyet-i kerîme, Âmene'r-resûlü'nün yazılı olduğu sayfadan bir önceki sayfada bizim matbu Kur'ân-ı Kerîmlerimiz'de baştan sona bir sayfa bir âyet. Ama bazen de Ha mîm gibi hurûf-u mukattaat'tan iki tane harf, remiz bir âyet oluyor.
Veyahut bir iki kelimeyle;
Vel-fecr. Ve leyâlin aşrin… gibi kısa kelime gruplarıyla da bir âyet-i kerîme olabiliyor.
Bu âyetleri Peygamber Efendimiz'e, Allahu Teâlâ hazretleri vahyediyor; Cebrail vasıtasıyla veyahut vahyin diğer şekilleriyle gönderiyor. Peygamber Efendimiz de, "Allah'ın âyetleri indi." diye kullara, etrafındaki insanlara tebliğ ediyor. Peygamber Efendimiz'in etrafındaki insanlar da can kulağıyla dinliyorlar, vahiy kâtipleri yazıyorlar. Elhamdülillah, Kur'ân-ı Kerîm'imiz bir harfi değişmeden, Mushaf, sayfalar üzerine yazılmış iki kap arasında bir âyetler topluluğu olarak elimizde bulunuyor.
Hâlbuki Kur'ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz'e Hıra Dağı'nda ilk gelen ikra' âyet-i kerîmesinden en son âyet-i kerîmeye kadar yirmi üç yılda inmiştir. Bu yirmi üç yıllık âyetler elimizde bir mübarek Kelâm-ı Kadîm, bir mübarek Mushâf-ı Şerîf olarak bulunuyor.
İşte bu âyetleri bize bu Resûl, Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz okuyor. Allah bize böyle âyetleri okuyan bir kimseyi gönderdi. Bu büyük nimet gibi kıblenin tahvili de büyük bir nimet. Bu ilâhî bir takdir ile oluyor.
Daha önceki sohbetlerimde âyet-i kerîmeler geçince beyan olunmuştu.
İbrahim aleyhisselam Kâbe'yi bina ettiği zaman elini açıp dua etmişti.
Bismillâhirrahmânirrahîm
Rabbenâ veb'as fîhim Resûlen minhüm. "Yâ Rabbi! Ben şimdi zürriyetimi, İsmail oğlumu, Hacer hanımımla beraber bu ekin bitmez vadiye yerleştiriyorum. Sen bunları koru, kolla yâ Rabbi! Bunların içinden, zürriyetinden de âhir zaman peygamberini gönder, onların içinden çıksın. Öyle bir peygamber gönder ki onlara şöyle şöyle ilâhî vazifeleri ifâ etsin." diye dua etmişti.
Peygamber Efendimiz ecdadından mübarek İbrahim aleyhisselam'ın nesidir?
Duasının mücessem tecellisidir. İbrahim aleyhisselam öyle dua eylemiş, Allah da duasını kabul eylemiş.Takdîr-i ilâhî öyle tecelli etmiş ve o duanın mucebince İsmail aleyhisselam'ın soyundan Peygamber Efendimiz'i böyle göndermiş.
Başka âyet-i kerîmede yine geçiyor:
Rabbenâ vec'alnâ müslimeyni leke. "Yâ Rabbi! Beni İsmail oğlumla beraber sana teslim olan iyi müslüman eyle!"
Ve min zürriyyâtinâ ümmeten müslimeten leke. "Bizim zürriyetimizden de sana teslim olmuş müslüman bir millet, ümmet teşkil eyle!" diye dua etmişti.
Allahu Teâlâ hazretleri de zaten ezelden takdir buyurmuş, Peygamber Efendimiz'i böyle peygamber göndermiş.
Âhir zaman peygamberi böyle şanlı bir peygamber! İbrahim aleyhisselam'ın duası, İsa aleyhisselam'ın müjdesi, Âdem aleyhisselam'ın da geleceğini bildiği mübarek peygamber! Bize Allah'ın âyetlerini okuyor. Ne mutlu ki Allah'ın emirleri, yasakları, o kıymetli hazineler, Mushâf-ı Şerîf hâlinde kütüphanelerimizde, elimizde mevcut! Açıklamaları da tefsir kitapları hâlinde mevcut!
Elhamdülillâh biz de karınca kararınca radyo sohbetleriyle bu âyetleri yeri geldikçe açıklıyoruz.
Ve yüzekkîküm. "Ve sizi temizleyen bir peygamber!"
O peygamberin yaptığı işler sıralanıyor: "Öyle bir peygamber ki size Allah'ın âyetlerini okuyor ve sizi temizliyor."
Zekkâ-yüzekkî-tezkiyeten. "Temizlemek" demek.
Yüzekkîküm "O peygamber sizi temizliyor."
Nereden temizliyor?
Yutahhirküm min denesiş-şirki ve'z-zünûb. "Müşriklik pisliğinden sizi temizliyor."
Müşrik, cahiliye devrini yaşayan Araplar iken; mü'min, muvahhid, Allah'ın sevgili, muhlis kulları oluyorsunuz. Şirkten kurtarıyor, tertemiz kullar oluyorsunuz.
Ve'z-zünûb. "Günahtan temizliyor."
Birbirinizle harp darp edip bu kabile öbür kabileyi basıp çadırlarını yağma edip kadınları, çocukları esir edip erkekleri öldürürken; yağma, garet, çeşitli hırsızlık, hücum, katl, cinayetler, cahiliyetin, bilmezliğin, Allah'tan korkmazlığın her çeşidinin yapıldığı bir toplum, halk iken; tertemiz, karıncayı ezmeyen, hakları çiğnemeyen, hizmeti şeref bilen, gözü yaşlı, boynu bükük, hassas, mübarek evliyâ insanlar hâline geliyor. Bu büyük bir temizleme!
Yüzekkîküm'ün bir anlamı da şu olabilir:
Peygamberlik terbiyesiyle, eğiticiliğiyle, mürebbiliği ile size öyle şeyler tavsiye buyuruyor, öyle yetiştiriyor ki siz onları yaptığınız zaman tertemiz, halis, pırıl pırıl insanlar oluyorsunuz. Güzel ahlâka sahip, güzel davranışlar içinde olan mübarek insanlar oluyorsunuz. İşte bir temizlenme de böyle, ahlâk temizlenmesi. Sizi böylece temizliyor.
Sonra, başka:
Ve yuallimükümü'l-kitâbe. "Size o kitabı öğretiyor."
el-Kitâb, o belirli kitap hangisi?
Kur'ân-ı Kerîm. Kur'ân-ı Kerîm'i öğretiyor. Kur'ân-ı Kerîm'in ahkâmını size mufassal olarak anlayacağınız bir şekilde öğretiyor. Âyetleri okuyor, ondan sonra Allah'ın hükümleri nelerdir, onları bir bir anlatıyor.
"Namaz şöyle kılınacak, zekât böyle verilecek, halka maddî-mânevî iyilik böyle yapılacak. Maddî temizlik böyle yapılacak, abdest şöyle alınacak, gusül böyle olacak…" diye her şeyi öğretiyor. Kitabı öğretiyor.
Ve'l-hikmete. "Ve hikmeti öğretiyor."
Bir insanın söylediği sözle yaptığı işin isabetli olmasına hikmet deniliyor. Sapasağlam, hiç çürük tarafı yok. Hem düşünüş ve söz olarak güzel, doğru hem de yapılış biçimi bakımından bir eksiği, kusuru yok. Sapasağlam, hikmetli bir hareket, hikmetli bir söz diyoruz, hikmetli bir davranış diyoruz.
Hikmetle hareket eden kimseye hakîm deniyor. Böyle söze hakîmâne söz, hikmetli söz deniliyor. Böyle harekete hikmetli hareket deniliyor.
"Peygamber Efendimiz şöyle hareket etmiş; demek ki bir hikmeti var, bir sebebi var, güzel bir tarafı, sağlam tarafı var ki öyle yapıyor." diyoruz. "Sünnet" mânasına ve el-fıkhü fi'd-dîn, "Dinin inceliklerini bilmek" mânasına. Kur'an'ı öğretiyor, bir de hikmeti öğretiyor; dinin inceliklerini öğretiyor.
Dinin inceliklerini de Peygamber Efendimiz fiilen sünnetiyle öğretti.
Sünnet-i seniyye, Kur'ân-ı Kerîm'in açıklanması ve öğretilmesi demektir. Geniş bir şekilde, yirmi üç yılda uygulamalı olarak mücessem, elle tutulur gözle görülür şekilde işte Kur'ân-ı Kerîm! Peygamber Efendimiz'in ahlâkı Kur'ân-ı Kerîm'di, ef'âli de Kur'ân-ı Kerîm'di. Kur'ân-ı Kerîm neyi emrediyorsa onu yapıyordu. Kur'ân-ı Kerîm bize nasıl bir insan olunmasını emrediyorsa Efendimiz öyleydi. Fiilen onun misali, mücessem tahakkuk etmiş şekliydi.
Ve yuallimüküm mâ lem tekûnû ta'lemûn. "Daha önce bilmemiş olduğunuz şeyleri size öğretiyor."
"Ey kullarım! Öyle bir peygamber ki size benim âyetlerimi okuyor. Sizi şirkten, günahlardan, kötü huylardan, kötü fiillerden tertemiz temizleyip pırıl pırıl mübarek insanlar yapıyor. Size kitabı ve hikmeti öğretiyor."
Mâ lem tekûnû ta'lemûn. "Ve sizin bilmemiş olduğunuz şeyleri öğretiyor."
Evet, Araplar cahiliye devrini yaşıyorlardı. İnsanlık Kur'ân-ı Kerîm'le, Peygamber-i Zîşân'ımızla, onun öğrettiği şeylerle bilmesi mümkün olmayan şeyleri öğrendi. Mâzîye ait, eski ümmetlerin hâllerinden bilinmesi mümkün olmayan şeyleri, düzeltilmiş olarak en doğrusunu öğrendi. Eski kitaplar da tashih ve ta'dil edildi, hataları belirtildi. Eski, kendilerine peygamber gelmiş ümmetlerin, peygamberlerinin sözlerinden, dinlerinin esaslarından sapmaları, bozuklukları düzeltildi. Düzeltilmesi için işaret edildi. Düzelten düzeltti. Düzeltmeyen ısrar edip devam ediyorsa âhirette cezasını çekecek, belâsını bulacak, azabını görecek.
"İşte böyle bir peygamber gönderdiğim gibi…"
Nasıl bir şey?
"Nasıl ki nitekim ki ben Azîmüşşân sizin aranıza sizden bir peygamber gönderdim ki o peygamber benim âyetlerimi okuyor, sizi tertemiz temizliyor, size Kur'an'ı ve sünneti öğretiyor; sizi dinde bilgili, incelikleri bilen insanlar hâline getiriyor ve asla bilmemiş olacağınız eski devrin olayları ile asla bilemeyeceğiniz istikbâle ait olayları, kıyamet ahvâlini, âhir zaman ahvâlini, cenneti, cehennemi öğretiyor. İşte böyle bir peygamber gönderdiğim gibi, ben size bir iyilik daha yaparak kıblenizi de, İbrahim aleyhisselam'ın İsmail aleyhisselam'la bina ettiği Kâbe'ye döndürdüm. Öteki nimetim de buna benzer."
Kâbe'nin kıble olması nimeti neye benzer?
"Sizin içinizden bir peygamber göndermeme benzer."
Ke edatı o zaman evveline bağlanmış oluyor.
Ama bundan sonraki 152. âyet-i kerîme de fe ile başladığı için üzkürûnî denilmeyip de fe ile başlanması da mânanın daha önceki âyete bağlı olduğunu gösterdiğinden kemâ 151. âyet 152. âyetle bağlantılıdır." diyenler de âyet-i kerîmeleri şöyle açıklıyorlar:
"Ben Azîmüşşân sizin aranıza sizden bir peygamber seçip gönderdim. O peygamber ki size benim âyetlerimi okuyor, sizi temizliyor; size kitabı ve hikmeti öğretiyor, bilmediklerinizi öğretiyor. İşte böyle bir peygamberi size gönderdiğim gibi -fezkürûnî- o hâlde siz de beni zikredin, unutmayın!
Fezkürû. "Siz hatırlayın, zikredin!
Nî. "Beni."
Zamir-i muttasıl, mef'ûlü bih.
Kimi zikredeceksiniz?
"Beni zikredin, benim size bu iyilikleri yaptığım gibi siz de beni zikredin!"
Ezkürküm bu emrin cevabı olduğu için muzârî meczum gelmiş. Ezküruküm denmiyor, ezkürküm deniyor. Ezkür'deki re harfi cezimli, çünkü öncesinde emir var. Emir olunca muzârînin meczum olması gerekiyor. Arapça'da kâide böyle, dilbilgisi kuralı. İkisi birbirine bağlı, emrin cevabı, emrin sonucu olduğu için böyle okunuyor.
"Siz beni zikredin de ben de sizi zikredeyim!" diye birbirine bağlantılı.
Fezkürûnî.
"Şu sebeplerden dolayı size şöyle yapan bir peygamber gönderdiğim gibi siz de artık bu kadar nimetin karşılığında beni zikrediniz!"
Kullar Cenâb-ı Hakk'ı zikrederse sonuç ne olur?
Ezkürküm. "Ki ben de sizi zikredeyim!" buyuruluyor.
Demek ki kul Cenâb-ı Mevlâ'yı zikrederse Cenâb-ı Mevlâ da bizleri, biz âciz nâçiz kulları zikredeceğini bildiriyor; "Ben de sizi zikrederim!" diyor.
Veşkürûlî. "Bana şükrediniz."
Ve lâ tekfürûni. "Sakın bana kâfir olmayınız!"
Cenâb-ı Hak; "Sakın benim nimetlerime küfrân-ı nimette bulunmayınız! Şükre aykırı, şükürsüz bir durum takınmayınız!" buyuruyor.
Düşünün, şimdiki terbiyemizde de size birisi bir iyilik yapsa küçük bir iyilik yapsa ne yaparsınız?
Teşekkür edersiniz.
İyilik, bir karşılığı gerektiriyor. Ya bu karşılık onun dengi olan mukabil bir iyiliktir, iyiliğe iyilikle mukabele etmektir ya da hiç olmazsa öyle yapamazsa; "Teşekkür ederim efendim, zahmet buyurdunuz. Sağ olun var olun, Allah razı olsun…" filan diye bir söz söylenir.
Cenâb-ı Hak da bize en şerefli Resûlünü göndermiş, bizi en şerefli ümmet eylemiş. Bize Kur'ân-ı Kerîm'i indirmiş. Bize özel kıble tahsis etmiş. Kimsenin taklitçisi değiliz. İbrahim aleyhisselam'ın bina ettiği kıbleye dönüyoruz.
Bunların hepsine şükür lazım. Nimetlere şükür lazım, yapılan iyiliklere teşekkür lazım. Bunları görmezlikten, anlamazlıktan, umursamazlıktan insanın kendisini çekmesi lazım. Bunlar mühim şeyler. Cenâb-ı Hakk'a şükran borcu ile dopdolu olması lazım.
"Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim!"
Zikir sözünün açıklanmasına gelince zikrin çeşitleri var.
Siz de zikrin ne olduğunu bilen insanlarsınız.
Bir çeşit zikir dille olur: Tesbihi eline alır, Sübhânallah, Elhamdülillâh, Allâhu ekber… der, "Allah, Allah, Lâ ilâhe illallah… der, salât u selâm getirir. Çeşitli mübarek sözleri tekrar eder. Buna dil ile zikretmek diyoruz.
Dil ile zikretmek, işin sözü sevaplıdır muhakkak ama insanı daha güzel bir noktaya götürmek içindir! Onun için büyüklerimiz demişler ki;
ez-Zikrü bi't-tezekküri.
Bu zikir; insanı, asıl Cenâb-ı Hakk'ı hiç unutmamaya, Cenâb-ı Hakk'ı iyi bilmeye götürecek. insanın asıl vazifesi Rabbini unutmamak, Rabbine kulluğunu devam ettirmek olduğu için. Sûre-i Haşr'in sonunda âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Ve lâ tekûnû kellezîne nesullâhe. "Sakın ey mü'minler, siz Allah'ı unutanlar gibi olmayın!"
Tamam, unutmayacağız, Rabbimiz'i hatırlayacağız. Cenâb-ı Hakk'ın bize yaptığı iyilikleri unutmayacağız, O'nun kulu olduğumuzu unutmayacağız!
Bu hatırlama işi de nasıl olacak?
İşte bizim sözle yaptığımız zikirler içimizi etkileyecek, kalbimizi nurlandıracak. Böylece Cenâb-ı Hakk'ı bilen, zikreden insan hâline geleceğiz. O ârif insan olma durumu, işte bu dille yapılan zikirden başladığı için ez-Zikrü bi't-tezekküri denmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de dil ile zikir de tavsiye ediliyor:
Yâ eyyühellezîne âmenü'z-kürullâhe zikran kesîrâ ve sebbihûhu bükraten ve esîlâ.
Buradan, "Sabah akşam tesbih ediniz!" sözünden anlaşılıyor.
Bu sözlerin tekrarı zikir olduğu gibi; namaz, oruç gibi [ibadetler] de zikirdir.
Namaz en büyük zikirdir. Kur'an okumak zikirdir. Ama namaz derli toplu, çeşitli zikirlerin bir arada olduğu önemli bir zikirdir.
Demek ki fezkürûnî derken, "Elinize tesbih alın, beni zikredin!" mânası da var "Namaz kılın, ibadet ve taat eyleyin, ben hatırınızda olayım. Nimetleri benim size verdiğim unutulmasın, unutmayın. O tarzda uyanık, ârif müslümanlar olarak hareket edin!" mânası da var.
Yerin göğün bütün varlıkları da insanı Cenâb-ı Hakk'ın varlığını sezmeye, anlamaya, bilmeye götürdüğü için yerin göğün olaylarını ve varlıklarını düşünmek, tefekkür de bir çeşit zikirdir. Onun için çok sevaptır.
Bir saatlik tefekkür, yıllarca yapılan nafile ibadet kadar insana sevap kazandırıyor!
Zikrin fikir tarzında olanı olsun, ibadet ve taat şeklinde bedenî olanı olsun, dille yapılanı olsun, aklen düşünüleni olsun; bu emir bunların hepsini ihtiva ediyor.
Fezkürûnî. "Beni zikredin, bana itaatli kul olun!" denmiş oluyor.
İnsan Allah'ı bilip de ezan okunurken elini kolunu arkasına bağlayıp dursa kahvede bacak bacak üstüne atıp otursa ne olur?
Evet, ezanı duyuyor, namazın farz olduğunu biliyor ama namaza gitmiyor.
Olmaz! Bilmenin gereği olan davranışları yapmak gerekir.
Fezkürûnî sözünün mânası; "Bana iyi kul olun! Bana kulluğunuzu güzel yapın! Bak ben size türlü türlü nimetler ihsan ediyorum; siz de bunları unutmayın, bana kulluğunuzu güzel yapın!" demeye kadar açık.
Ama burada; "Siz bunu yaptığınız zaman ben sizi kat kat mükâfatlandırırım!" mânası da var.
Ezkürküm ne demek?
"Ben de sizi unutmam, ben de sizi zikrederim!" demek.
Allah'ın unutmaması, zikretmesi; nimetlerine mazhar etmesi, mükâfat vermesi, ibadet ve taatlerin karşılığını vermesi mânasına, çok büyük bir müjdedir.
Ezkürküm, bize çok büyük müjdedir. Allahu Teâlâ hazretleri bunlara mazhar olmayı nasip eylesin.
Bu zikirle ilgili bazı rivayetleri de okuyalım. İbn Abbas radıyallahu anhümâ'ten rivayet edilmiş ki burada ezkürküm'den mâna;
Üzkürûnî bi-tâatî ezkürküm bi-meûnetî. "Siz bana kulluk yapın, ben de size yardım edeyim! Sizin beni zikretmeniz bana itaat etmek tarzında olursa ben de size yardımcı olurum."
Üzkürûnî fi'n-ni'meti ve'r-rehâi ezkürküm fi'ş-şiddedi. "Siz bolluk zamanında nimetlerimi zikrederseniz benden geldiğini bilir, onu hatırlarsanız ben de darlık, sıkıntı, şiddet, bela zamanında size yardım ederim!" mânasına geliyor.
"Siz benim varlığımı, birliğimi idrak ederseniz ben de cennette size mükâfat veririm, rıdvân-ı ekberime erdiririm. Siz bana ihlâs ile kulluk ederseniz ben de sizi kurtarırım. Siz bana gönülden bağlanırsanız ben de sizin günahlarınızı mağfiret edip mükâfata erdiririm. Siz bana dua eyler, beni zikrederseniz ben de duanıza atâ ederek karşılık vererek zikrederim." diye büyüklerimiz böyle açıklamış.
Demek ki büyük mükâfat!
"Siz beni zikrederseniz, ben de sizi zikrederim!" sözü, bir şeyler geleceğinin işareti, müjdesi oluyor.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten rivayet olunmuş ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş:
Yekûlüllâhu azze ve celle ene inde zanni abdî bî. "Aziz ve Celil olan Allahu Teâlâ hazretleri buyurur ki: Ben kulumun bana zannına göreyim. Bana karşı ne zan beslerse ben de onun o zannettiği, umduğu şeyi ona ihsan ederim. Benden bekliyor, mahrum etmem."
Ve ene meahû izâ zekeranî. "O beni zikrettiği zaman ben yanında olurum."
Bu da büyük bir şey! Yanında olmak; "Onun yaptığına hoşnut ve razı olup onun tarafında olurum." demek. Mekândan münezzeh olduğu için bunları iyi anlamak lazım.
Fe in zekeranî fî nefsihî zekertühû fî nefsî. "Eğer o kendiliğinden ihlâsla kimse görmeden beni zikrederse ben de onu kendi nefsimle zikrederim. Ona ihsanımı, lütuflarımı sessizce, kimse bilmeyecek şekilde veririm."
Kimse bilmez ama o nimetlere o mazhar olur.
Ve in zekeranî fî melein zekertühû fî melein hayrin minhüm. "Eğer kulum beni toplulukta zikrederse ben de onu daha hayırlı bir melekler topluluğu içinde zikrederim. O dünyada beni zikrederse ben de onu âhirette, mahşer yerinde, o zamanda zikrederim, mükâfatlandırırım."
Ve in tekarrabe ileyye şibran tekarrebtü ileyhi zirââ ve in tekarrabe ileyye zirâan tekarrabtü ileyhi bââ ve in etânî yemşî eteytühû herveleten. "Bana bir karış gelirse ben ona bir kol boyu gelirim. O bana bir kol boyu gelirse ben ona bir kulaç gelirim. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim."
Bunlar, kullar anlasın diye! Hakiki mânasına alınması uygun değil, çünkü öyle olmaz.
"Kulum ne kadar gayret gösterirse ben de onun mükâfatını o kadar çok veririm!" diye beyan edilmiş oluyor.
Bu, zikirle ilgili mühim bir sahih hadîs-i şerîftir. Daha başka hadîs-i şerîfleri de kısaca hatırlayıverelim:
Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki;
İnnallâhe azze ve celle yekûl ene mea abdî izâ hüve zekeranî ve teharreket bî şefetâhu. "Aziz ve Celil olan Allahu Teâlâ hazretleri buyurur ki: Ben kulumla beraberim, o beni zikrettiği müddetçe ve dudakları benim adımı anmakla kıpırdadığı müddetçe ben kulumla beraberim!"
Bu da Cenâb-ı Hakk'ın zikredeni sevdiğini, yakın kul ettiğini beyan eden bir hadîs-i şerîf oluyor.
Ebû Mûsâ el-Eş'ârî radıyallahu anh'ten rivayete göre de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki;
Meselüllezî yezküru rabbehû vellezî lâ yezküru rabbehû meselü'l-hayyi vel-meyyiti.
"Rabbini zikreden bir müslüman ile Rabbini zikretmeyen bir müslüman veya bir kâfir kimse diri ile ölüye benzer. Zikreden canlı gibidir, zikretmeyen de ölü gibidir."
Zikir bu kadar kıymetli, bu kadar önemli, bu kadar zarurî; tüm müslümanlar için gerekli. Zaten bütün müslümanlar da parça parça yapıyorlar. En güzel yapanları da mübarek evliyâullah büyüklerimiz, mürşid-i kâmillerimiz: Abdülkâdir-i Geylâniler, Bahaüddîn-i Nakşibendîler, Celâleddîn-i Rûmîler, İsmail Hakkı Bursevîler, Yunus Emreler vs. Onlar daha güzel yapmışlar. Çünkü hem yana yakıla, aşk ile, şevk ile lisanen zikretmişler, hem bedenen ibadet ve taat yapmışlar, hem ef'al, hareket olarak hem de fikir olarak yapmışlar, en güzel tarzda bize göstermişler. Resûlullah Efendimiz'in yaptığı şekilde, tavsiye ettiği şekilde hayatlarını geçirmişler.
Bir de Ebû Hüreyre radıyallahu anh rivayet etmiş ki Peygamberimiz Efendimiz buyurmuş:
Sebeka'l-müferridûn. "Müferridler, tefrit ediciler öne geçti, galip geldi, yarışı kazandı."
Kâlû: Ve meni'l-müferridûn? "Müferridlerden kasdınız nedir yâ Resûlallah? Tefrit edenler, ayıranlar ne demek?" diye soruldu.
Kâle: ez-Zâkirûnallâhe kesîran ve'z-zâkirâtü.
"Buyurdu ki: Müferridûn; Allah'ı çok zikredenler, çok zikreden erkekler, çok zikreden kadınlar demek."
Arapça'da;
Teferrede'r-racülü izâ tefakkaha dedikleri zaman; "Dini iyice öğrendiği zaman yegâne oldu, teferrüt etti, ayrıldı, ötekilerden fark etti, farklı oldu." mânasına kullanırlar. İşte bu hadiste de çok zikredenler, öyle methedilmiş oluyor.
Zikrin sadece dille olmadığını bilmeliyiz.
Ben bunu zaten konuşmalarımın çoğunda hatırlatıyorum ki yanlış anlaşılmasın. Hatta hadîs-i şerîfleri zikrettim, eski vaazlarımı takip eden kardeşlerim hatırlayacaklar.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Bir insan Allah'a âsi ise günahları işliyorsa günahkârsa elinde tesbihi, dilinde mırıldanması çok olsa bile o Cenâb-ı Hakk'ı zikretmiyor demektir. Bir kul Allah'a itaatli ise, diliyle söylemesi, eliyle [tesbih] çekmesi az olsa bile Cenâb-ı Hakk'ı zikrediyor demektir."
Demek ki zikir bir bakıma itaatle beraber yapışık oluyor. İtaatsiz olunca zikir olmamış oluyor. Kardeşlerim işi sadece tesbih çevirmeye mahsur ve münhasır sanmasın, her hâliyle Allah'a itaatli, güzel kul olsunlar diye bunları hep hatırlatıyorum. Burada da zaten müfessirler kitaplarına bunu yazmışlar.
Veşkürûlî. "Bana şükredin!"
Ve lâ tekfurun. "Bana kâfir olmayın!"
Küfrân-ı nimette bulunmayın, nankör olmayın, nimetleri inkâr edici veya nimetlere aldırmayan, lakayt olmayın!" mânasına bir tavsiye.
Kula düşen Cenâb-ı Hakk'ı zikretmektir ve nimetlerine şükretmektir. Allah'a ibadet ve itaat etmektir, isyan etmemektir.
Cenâb-ı Hakk'a isyan eden nasıl ediyor?
Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerini yiyor, derman buluyor, ayağa kalkıyor, yanakları kızarmış, kolu bacağı kuvvetli; ondan sonra kalkıyor, günah işlemeye gidiyor. Cenâb-ı Hakk'ın nimetini yiyip de Cenâb-ı Hakk'a âsi olmaya gidilir mi?!.. Ne kadar ayıp, ne kadar yanlış!
Onun için nimetlere şükretmek lazım. Nankör olmamak, küfrân-ı nimette bulunmamak lazım. Dine ve Allah'ın emirlerine lakayt kalmamak lazım. Bu âyet-i kerime onu emrediyor. İyi müslüman olmanın yolu da bu: Cenâb-ı Hakk'ı zikretmek, nimetlerine şükretmek!
Burada ayın harfi konulmuş, konu tamamlanmış ama bundan sonra gelen âyet-i kerimede de müslümanların başarıya ulaşması için zikirle, şükürle daha neler yapmaları gerektiği anlatılacak. İnşaallah önümüzdeki sohbetimizde onları da zikredeceğiz. Onunla tamamlanacak. Böylece müslümanların hayatlarını nasıl geçirmelerini gerektiği oradan daha iyi öğrenilecek.
Kısaca söylemek gerekirse:
Yâ eyyühellezîne âmenü's-taînû bi's-sabri ve's-salâh innallâhe mea's-sâbirîn.
Bir de sabır tavsiye ediliyor: Zikir, şükür bir de sabır! Müslümanın önemli olan şeylerinden birisi sabır. Bir de Cenâb-ı Hakk'a iltica edip namaz kılıp namazlı niyazlı bir müslüman olarak yaşamak tavsiye ediliyor.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi Kur'ân-ı Kerîm'in tarif ettiği vechile [yaşamaya muvaffak eylesin.]
Bizim mürşid-i kâmillerimizden, büyüklerimizden Allah razı olsun. Bunları, Kur'an âyetlerini okudukça görüyorsunuz ki bizi tam Kur'ân-ı Kerîm'e göre terbiye etmişler, tam Kur'ân-ı Kerîm'in yoluna sokmuşlar, tam o yolda yürütüyorlar.
Bizi tenkit eden bazı kimselere de işte ibret olsun, görsünler. İşte Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri:
Fezkürûnî ezkürküm veşkürû lî ve lâ tekfurûn.
Siz ne yapıyorsunuz bakalım? Siz fezkürûnî emrini tutuyor musunuz? Veşkürû lî ve lâ tekfurûn tavsiye-i ilâhiyyesine uyuyor musunuz uymuyor musunuz? Erbâb-ı ihlâs nasıl onu titreye titreye uygulamaya çalışıyor! Siz böyle havaî, böyle elleriniz cebinizde, böyle gevşek, ihmalkâr; ne sanıyorsunuz kendinizi? Tenkit ediyorsunuz ama ne kadar Kur'an'dan uzak yoldasınız, işte görün!
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekatüh!
Aziz ve sevgili dinleyiciler!
Bu sözlerim bizi, müslümanları, zikir erbabını, ibadet ve taat erbabını tenkit edenlere yönelik! Siz böyle deyin, diye onları söyleyerek sözlerimi bitirdim.
Allah hepinizden razı olsun.
Hepiniz İslâm'a, dine yardımcı olmaya gayret edin ki Cenâb-ı Hakk'ın lütfuna, mükâfatlarına nail olasınız!