es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Allah hepinizden razı olsun, dünya ve âhiretin hayırlarına cümlenizi erdirsin.
Bakara Sûre-i Şerîfesi'nin 157. âyetine kadar gelmiştik. 158. âyet-i kerîmesi üzerinde sohbetimi yapmak istiyorum. Bismillâhirrahmânirrahîm.
İnne's-safâ ve'l-mervete min şeâirillâhi fe men hacce'l-beyte evi'temera fe lâ cünâha aleyhi en yattavvefe bihimâ ve men tetavvaa hayran fe innallâhe şâkirün alîmün.
Sadakallâhü'l-azîm.
Önce âyet-i kerîmenin mânasını topluca bir verelim. Sonra kelimelerini açıklayalım, diğer bilgileri sunalım:
"Safa ve Merve, hiç şüphe yok Allah'ın, haccın şeâirindendir, yapılması gereken vazifelerindendir." Fe men hacce'l-beyte evi'temera fe lâ cünâha aleyhi en yattavvefe bihimâ. "Kim haccederse veya umre yaparak Kâbe'yi ziyaret ederse Safa ve Merve'yi tavaf etmesinde, ikisi arasında gidip gelmesinde hiçbir mahzur, günah yoktur." Ve men tetavvaa hayran. "Kim bir hayrı severek ibadet olarak Allah'ın sevabını kazanmak maksadıyla kendisi gayrete gelerek icra ederse. Fe innallâhe şâkirun alîmün. Allahu Teâlâ hazretleri onun bu temiz niyetini, güzel gayretini kat kat mükâfatlandırır."
Çünkü her fiilin mükâfatının kıymetinin ne olduğunu O bilir, çok iyi bilir. İyi niyetleri O değerlendirir, mükâfatları O verir.
Âyet-i kerîme bu. Bu kısa mânadan anlaşıldığı üzere Mekke-i Mükerreme'de Kâbe-i Müşerrefe'ye yakın yerde, Mescid-i Haram'ın kuzeydoğu tarafında bulunan iki tepecik, es-Safâ ve'l-Merve; Safâ ve Merve tepeleri var.
Hacca, umreye gidenler umre yapacakları, haccedecekleri zaman Kâbe'yi tavaf ettikten sonra bunların arasında -fıkıh kitaplarında yazılı usullere uygun olarak- gidip geliyorlar. Buna "Safa ile Merve arasında sa'y etmek" deniliyor. "Haccın sa'yini yaptım, umrenin sa'yini yaptım…" diye bu sözleri duymuşsunuzdur.
Sa'y tek başına, müstakil bir ibadet değildir. Tavaftan sonra yapılan bir ikinci işlemdir ama tavafa bağlıdır. Her tavafın arkasından değil de bazı tavafların arkasından yapılır. Tek başına Safa ile Merve arasında sa'y etmek yoktur.
Bu Safa ve Merve arasında [sa'y etmek,] Allah'a ibadet maksadıyla hac ve umre yapanların yapması gereken vazifelerdendir, şeâirdendir.
Fe men hacce'l-beyte. "Kim Beyt'i haccederse…"
Haccetmek; lügatte "sık ziyaret etmek, kastetmek, teveccüh etmek" mânalarına geliyor. Ama belli zamanda, belli usullere riayet ederek ihram giyerek yapılan ve İslâm'ın beş büyük esasından birisi olan ibadete haccetmek deniliyor.
İ'temera, "umre" kelimesinin iftial bâbına gelmiş şekli.
Evi'temera. "Kim umre yaparsa…"
Fe men hacce'l-beyte evi'temera fe lâ cünâha aleyhi en yattavvefe bihimâ "Kim Beyti, o belli zamanda haccetmek üzere gider, tavaf ederse o belli zamanın dışında umre yapmak için ziyaret için gidip ziyaretini yapar, tavafını yaparsa bu ikisi arasında, Safa ile Merve arasında sa'y etmesinde, ibadet maksadıyla gayretli gayretli tekrar tekrar gidip gelmesinde ona hiçbir günah yoktur."
Yedi defa oluyor, her birine şavt deniliyor, yedi şavtlı oluyor.
"Bunu böyle yapmasında hiçbir mahzur, hiçbir günah yoktur."
Allah'tan ecir ve sevap umarak kim böyle gayretle hayır işlerse Allahu Teâlâ hazretleri onu mükâfatlandırır. Çünkü her kulun yaptığı ibadetteki niyetini, hâlini, düşüncesini, kalbini en iyi şekilde bilir ve ona göre gereken mükâfatı ihsan eder.
Haccın üç yapılış şekli var:
Sadece hac, [hacc-ı ifrad.] Hac ve umreyi aynı ihramla yapmak, hacc-ı kıran. Önce umreyi yapıp sonra elbiseleri değiştirip Mekke ahalisi gibi, orada yaşayan insanların tabii yaşantısı gibi, hiçbir hac yasağı olmadan; koku sürünebilir, tıraş olabilir, tırnak kesebilir vs. Böyle bir rahatlama devresinden sonra, umresinden sonra Mekke'de oturur, haccın günleri geldiği zaman da tekrar ihrama girer, hacceder. Bu arada şöyle bir rahatladığı için buna da hacc-ı temettû deniliyor.
Bu arada temettü etmiş; müt'ah, rahatlama yapmış olarak haccı yapmış oluyor. Umreyi yapıyor, ihramlı. Umreyi bitirdikten sonra ihramdan çıkıyor, rahatlıyor; keyfine, rahatına bakıyor, tabii bir yaşam yaşıyor. Hac günleri gelince yeniden hac yapıyor. Arada o rahatlama olduğu için buna Hacc ı temettû deniyor.
Bazısı da umreyi yapıyor, ihramda kalıyor. Yasaklar devam ediyor, vazifeli durum da müteyakkız, olağanüstü hâl devam ediyor. Haccın günlerine kadar aynı ihramda bekliyor. Haccın günleri gelince haccın vazifelerini yapıyor. Buna da umre hac ile bir arada olduğu için "bir arada olmak" mânasına gelen mukârenet veya kırân [ismi veriliyor.]
Mufâale babının bir masdarı da fiâl'dir. Mücâhede ve cihâd, mukâtele ve kıtal gibi.
Mukârenet, "yakınlaşmak" demek, kırân da "yakınlaşmak" demek.
Burada niçin "kırân" ismi verilmiş?
Umre ile hac ayrılmamış, yakın, birbirine bitişik. Aynı ihramla yapılmış, vazife devam etmiş. Kesinti olmamış, arada ihramdan çıkma olmamış, demek.
Hacc-ı ifrad, hacc-ı temettû, hacc-ı kıran; hac, bu üç şekilden biriyle yapılabilir. Hacc-ı temettû ve hacc ı kıran'da umre yapıp haccetmek var. Hacc-ı ifradda ise umre yapmayıp sadece haccetmek var. Bunların hepsinin belirli kuralları, usulleri var. O usullere uyularak bu vazife yapılıyor, haccedilmiş oluyor. Hac vazifesini yerine getirmiş oluyor.
Allah bütün hac yapanları mükâfatlandırsın, büyük sevaplar, ecirler versin, afv ü mağfiret eylesin. Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin. Gitmeyenlere de gitmeyi nasip eylesin.
"Hacca giden veya umreye giden insan…"
Umreye ne zaman gidilir?
Senenin herhangi bir gününde ve Kâbe'yi ziyaret kastıyla mîkad mahallerinden ihrama girerek niyet ederek Mekke'ye gider de Kâbe-i Müşerrefe'yi yedi defa dolaşır, tavafını yapar da sonra Safa ile Merve arasında yedi defa gelip giderek sa'yini de yapar da ondan sonra tıraş olur, ihramdan çıkarsa umre yapmış olur. Senenin herhangi bir zamanında olabilir. İlle şu ayın şu günleri arasında olacak diye bir şey yok.
Umre de Kâbe'yi ziyaret, hac da Kâbe'yi ziyaret. Ama buna mukabil hac ziyareti; daha teferruatlı, daha geniş bir ziyaret ve belli bir zamanda olabiliyor. Onun için umre kısa sürdüğünden, ona hacc-ı asgar denmiş, "küçük hac" demek oluyor. Öteki bildiğimiz hacca da hacc-ı ekber denmiş. Ayrıca Arafat'ta vakfe cuma gününe denk gelirse onda sevap çok olduğundan ona da hacc-ı ekber deniliyor; o da ayrı. Ama Hacc ı ekber denilince hacc kastedilip hacc-ı asğar denilince umre kastedildiği de kitaplarda var.
Hac ne zaman yapılır?
Hac Zilhicce'de yapılır. Zilhicce'nin dokuzuncu günü Arafat'ta hacıların toplanması lazım. Zilhiccenin dokuzunda Arafat'ta bulunamayan, Arafat vakfesini yapmayan; haccetmiş olmaz. Onu kaçıran haccı kaçırmış olur. Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfinde;
el-Haccü arafatü.
"Hac, Arafat'a çıkıp vakfe yapmak demektir." buyurmuşlar.
Vakfenin günü de senede bir gün: Zilhicce'nin dokuzu!
Haccetmek maksadıyla Zilhicce'nin dokuzu gelmeden önce Türkiye'den veya bir başka ülkeden bir kimse giderse ne yapacak?
Onun fıkıh kitaplarında usulleri var. Diyelim ki Türkiye'den hareket ediyor. Mîkat, mukaddes hudutlar var, yerleri belli. Uçağa bindiği zaman da uçakta giderken hoparlörle bildirirler:
"Şimdi mîkata yaklaştık, oradan geçeceğiz. Buradan öteye ihramlanmış olarak geçin, hazırlığınızı yapın!" diye söylerler. Tabii o noktaya gelmeden, önceden de ihram giyse ihramlansa ihrama niyet etse olur. Evinde bile niyetlense olur.
İhramlanma neden oluyor?
Kâbe'ye hürmetten! Bu ibadet ciddi bir ibadettir, diye dünyevî rütbelerden, makamlardan, süslü elbiselerden sıyrılıp eşit bir kıyafet. Üst havlu, alt peştamal havlu; iki bez parçasına bürünüp ondan sonra;
"Yâ Rabbi, ben senin Kâbe-i Müşerrefe'ni ziyarete niyet ettim. Hacca niyet ettim [veya umreye niyet ettim]; bunu bana kolaylaştır, bunu benden kabul eyle!" deyip iki rekât ihram namazı kılıp dua edip lebbeyk çekti mi ihramlanma vazifesi olmuş oluyor.
Ondan sonra ihrama uygun, ihramlanmış bir kişinin yapması gereken işleri yapabilir. Yapmaması gereken işleri yapamama durumu başlıyor. İbadetteki sıkıyönetim gibi durum başlamış oluyor. Hacı; gayet sıkı, ciddi, dikkatli olacak. Tıraş olmayacak, kıl bile kopartmayacak, koku sürünmeyecek, yasaklara riayet edecek. Bunlara "haccın cinayetleri" deniliyor. Yasaklar işlenirse cinayet işlenmiş diye isimlendiriliyor.
İhramlı olarak Mekke'ye geldi. Gelen insan Kâbe-i Müşerrefe'yi bir tavaf ediyor. Buna hacılar için kudüm tavafı deniliyor.
Kudüm; "gelmek" demek, geliş tavafı. Belirli usulle Hâcer-i Esved'den başlayarak Hâcer-i Esved'i istilâm ederek dualar ederek Kâbe'yi yedi defa dolaşıyor, tavaf yapıyor.
Üç çeşit haccın -hacc-ı ifrad, hacc-ı temettû, hacc-ı kıran- her birisinin yapılışına göre usuller değişiyor. Hacc-ı temettûda önce umre yapacak, sonra hac yapacak. Zaten senenin öteki zamanlarında da umre yaparken ne yapması lazım geldiğini biliyoruz.
Ne yapıyor?
Mekke'ye gelir gelmez, "Ben temettû haccının umresinin tavafını yapmağa niyet ettim. Bunu bana kolaylaştır ve bu ibadetimi lütfunla kereminle benden kabul eyle Allah'ım, yâ Rabbi!" diyerek Kâbe'yi tavaf ediyor.
Sonra ne yapıyor?
Umrede tavaftan sonra sa'y edecek; Safa ile Merve arasında sa'y ediyor. Safa tepesine çıkıyor, Kâbe-i Müşerrefe'ye dönüyor;
"Ben umremin sa'yini yapmağa niyet ettim. Bunu bana kolaylaştır, benden kabul eyle yâ Rabbî!" diye niyet ediyor. Bismillâhi allâhu ekber! diye eliyle uzağa, Hâcer-i Esved'e doğru işaret edip Safa'dan Merve'ye doğru hızlı adımlarla yürüyüşe geçiyor.
Safa ile Merve arası dört yüz küsur metre, 420 metre olabilir; o kadar bir mesafe. Oraya kadar gidiyor, bir; dönüyor, iki; gidiyor, üç; dönüyor, dört; gidiyor, beş; dönüyor, altı; gidiyor, yedi. Merve'de yedi defa gidiş gelişle sa'yi tamamlamış oluyor. Ondan sonra orada duasını yapıyor. Duasını yaptıktan sonra tıraş oluyor, ihramdan çıkıyor; Mekkeliler gibi oluyor.
Hacc-ı temettû biraz kolay. Umresini yaptı, ihramdan çıktı. Artık hac zamanı gelinceye kadar Mekke'de elbise giyer, koku sürünür, diğer müslümanların rahatça yaşadığı zaman yaptığı her türlü işlemleri yapabilir. Serbestlik var, yasaklar kalktı, Mekkeli gibi oldu. Haccın zamanı gelince yeniden ihramlanır, ondan sonra haccı tamamlar.
"Hacda ve umrede tavaftan sonra Safa ve Merve'ye gitmek ve bunlar arasında sa'y etmek Allah'ın şeâirindendir."
Şeâir çoğul; tekili şaîre, şiâr veya şiâre'dir: "Vazâif, vazifeler, yapılması mutlaka gerekli olan ibadet şekilleri, ibadetin önemli bölümleri" demek.
Safa ile Merve arasında sa'y etmek de Allah'ın şeâirindendir, Allah'ın kullara emrettiği, tavsiye buyurduğu ibadet bölümlerinden, yapılması gereken vazifelerden bir vazifedir, demek oluyor.
Safâ kelimesi Sad'dan sonra fe ve düz elif başka hemze vs. yok. Elif-i maksûre [ile] "kaygan, parlak, kaypak taş" demek.
Merve de "yumuşak, küçük taş" demek.
Safa tepesi, Cebel-i Ebû Kubeys'in Kâbe'ye yakın tarafındaki eteklerindedir. Şimdi Cebel-i Ebû Kubeys'te kralın sarayı var. Safa tepesi, o sarayın duvarlarından sonra bir kısım olmuş oluyor. Tepenin taşları binanın içerisinde bırakılmış, görülüyor. O taşlara kadar çıkılıyor. Onda sonra Merve'ye doğru -biraz meyil- aşağı iniliyor, vadinin orta yerine doğru ilerleniyor. Merve tepesi yine yüksek.
İkisi de, Safâ da Merve de "taş" demek; ama birisi "kaygan taş" birisi "yumuşak taş" demek. Demek ki oradaki tepenin yapısında o çeşit taş olduğundan, Araplar oralara o ismi vermişler. Safa ile Merve, birbirinden dört yüz küsur metre mesafede olan iki kayalık tepecik, iki kaya tepeciği demek oluyor.
Peygamber Efendimiz'in mahallesi Safa'ya yakın yerdeydi. Benî Hâşim yurdu. Kâbe'nin etrafı, çeşitli kabileler tarafından yerleşilmiş. Mekke'nin asıl sahibi olan, Kâbe i Müşerrefe üzerinde hakları çok olan Benî Hâşim. İsmail aleyhisselam'dan itibaren gelen vazifeler onların üzerinde, Kureyş kabilesinin üzerinde. Kureyş kabilesinin, Efendimiz'in [mensub] olduğu boyunun yeri Safa tepesine yakın. Safa'dan Merve'ye doğru döndüğümüz zaman Kâbe sol tarafta kalıyor. Peygamber Efendimiz'in doğduğu ev de sağ tarafta kalıyor, şimdi kütüphane olarak orada bulunuyor.
"Safa ile Merve Allah'ın şeâirindendir." ne demek?
"Safa ile Merve arasında sa'y vazifesini yapmak, Allah'ın kullara emrettiği hac ve umre vazifelerinin bölümlerinden önemli, gerekli bir bölümdür." demek. Kısa söylenmiş, geniş olarak açılarak söylenmesi böyle. Onun için Allahu Teâlâ hazretleri tekrar açıkça buyuruyor ki;
Fe men hacce'l-beyte.
Fe, burada "o hâlde" mânasına gelen bir harf.
Beyt, Arapça'da "ev" demek. Ama el-Beyt; "belirli ev, Beytullâh, Kâbe" demek.
"Kim Kâbe'yi ziyaret maksadıyla, haccetmek maksadıyla, hac yapacağım diye gelmişse veyahut umre yapacağım diye gelmişse o kişiye bir günah yoktur, sorumluluk veya vebal yoktur." En yattavvefe bihimâ. "Bu iki yerin arasında gayretli gayretli koşup o sa'y vazifesini yapmasında hiçbir günah yoktur."
Fe lâ cünâha.
Burada lâm, nâfiyetü'l-cinstir.
Fe lâ cünâha. "Hiçbir günah yoktur. Öyle bir şey düşünülmesin, bir mahzuru olduğu sanılmasın!" Ve men tetavvaa hayran fe innallâhe şâkirün alîm. "Kim böyle hayır için Allah'a taat ve ibadet kastıyla, gayretli bir iş yapar ve hayır işi işlerse hiç şüphe yok ki Allah onu mükâfatlandırır."
Çünkü hayırlı iş yapanın mükâfatını [vermek,] sa'yini meşkûr etmek, karşılığını vermek Allah'ın şânındandır.
Onun için Allahu Teâlâ hazretlerinin isimlerinden birisi de Şâkir; "İbadet yapıp mükâfatı hak eden kimsenin karşılığını vermek, sa'yini meşkûr kılmak!" demek. Alîm; "her şeyi hakkıyla bilen!" demek.
Bu sözlerden ne anlaşılacak? "Bu vazifeyi yapmakta hiçbir mahzur yoktur!" diye niye deniliyor?
Demek ki birileri mahzur var diye sanmışlar.
Kimler sanmış?
Hz. Âişe-i Sıddîka validemiz radıyallahu anh'ten naklediliyor ki Medineli ensarın Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem oraya gitmeden önce, İslâm oraya gitmeden, onlar İslâm'la müşerref olmadan önce Medineliler'in Müşellel'de el-Menat isminde bir putları vardı, ona tapınırlardı.
Hac için ziyarete gelmek İbrahim aleyhisselam zamanından beri Araplar arasında yaygın olan bir ibadet. Çünkü Allah İbrahim aleyhisselam'a emretmiş. İbrahim aleyhisselam'a Beytullah'ı yapmasını emretmiş. Yaptıktan sonra da insanların orayı haccetmesini ilan etmesini [emretmiş].
Ve ezzin fi'n-nâsi bi'l-hacci ye'tûke ricâlen ve alâ külli dâmirin ye'tîne min külli feccin amîkin. âyet-i kerîmesinden anlıyoruz.
Bu hac ibadeti İbrahim aleyhisselam'ın ettiği bir ibadet. Tabii İbrahim aleyhisselam'a, İsmail aleyhisselam'a inanmış insanlar olarak onların ümmetleri de bu vazifeyi yapmışlar. Onların çocukları da bu hac vazifesini yapmağa devam etmişler. Ama sonradan put edindiklerinden puta taptıklarından orada o puta ibadet ettiklerinden; "Acaba İslâm gelince bu yaptıklarımızın hangisi doğru hangisi eğri, yapmalı mıyız yapmamalı mıyız?.." diye tereddüt etmişler.
Zor gelmiş, onlara uygunsuz görünmüş. "Bu Safa ile Merve arasında biz cahiliye zamanında gider gelirdik. Bu cahiliye âdetidir; binâenaleyh bizim herhalde bunu yapmamız doğru olmaz. Çünkü İslâm bize cahiliye âdetlerini bıraktırıyor, herhalde bunu da bıraktırır…" diye düşünmüşler. Hz. Âişe-i Sıddîka validemiz; "Onun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur." buyuruyor.
Hiçbir mahzuru yoktur, günah yoktur. Çünkü bozulmamış İbrahim dininin, Hz. İbrahim'e emredilen vazifelerin devamı. Putperestlik buraya girmemiş. Giren tarafı; putlarını getirip oraya koymuşlar, onu selâmlıyorlarmış.
İbn Kesîr tefsirinde zikrediliyor; Ebû Bekir b. Abdurrahman b. Hâris b. Hişâm'dan nakledildiğine göre Araplar Safa tepesine İsaf isminde bir put dikmişler. Merve tepesine de bir put dikmişler, bunun ismi de Nâil veya Nâile imiş. İsaf ve Nâile, iki put. Safa ile Merve arasında gidip oralara geldikleri zaman bunlara selam verirlermiş. Herhâlde hürmet izhar ediyorlar; belki ellerini sürüyorlar, eğiliyorlar, kalkıyorlar…
Tabii müslümanlar [Mekke'yi fethettikden sonra] putlar kırıldı, Kâbe-i Müşerrefe'den atıldı, temizlendi. Kâbe'nin içinde dışında 360 tane put olduğu söyleniyor. Safa ile Merve'deki putlar da atıldı. O zaman bazı müslümanlar, "Biz bunların arasında koşar ve bunlara selam dururduk. Şimdi Safa ile Merve arasında gidip gelmek herhalde doğru değil?" diye düşünürken bu âyet-i kerîme indi:
"Sizin düşündüğünüz gibi değil! Bu Safa ile Merve arasında sa'y etmek Allah'ın emirlerindendir; haccın bölümlerindendir, vecibelerindendir. Binâenaleyh bunu yapın! Bunlarda öyle düşündüğünüz gibi bir mahzur, bir günah bahis konusu değildir." deyince, artık işin aslından olduğunu, İbrahim aleyhisselam zamanından beri Allah'ın emri olduğunu anlamışlar. Haccın temiz bölümlerinden bir bölüm olduğunu, cahiliye devrinin içine sokuşturduğu şeylerden bir şey olmadığını anlamışlar, ondan sonra bu ibadeti böylece yapmışlar.
Câbir radıyallahu anh'ten rivayet ediliyor ki uzun bir hadîs-i şerîf. İmam Müslim Sahîh'inde kaydetmiş:
"Peygamber Efendimiz Beytullah'ı tavafı bitirdikten sonra Hâcer-i Esved köşesine gelip orasını istilâm eyledi. Sonra Safa kapısından Mescid-i Haram'ın dışına çıktı."
O zaman Safa ile Merve mescidin dışında idiler. Yakın zamana kadar, 1950'li yıllara kadar öyleymiş. Mescid büyütülünce mescidin içinde gibi görünüyor. Ama eskiden dışarıda imiş.
Safa kapısından mescidin dışına çıkıp Safa tepesine gelmiş. Şimdi bir kapıdan çıkmağa lüzum kalmadan mescidin direkleri arasından yürüyoruz, Safa'ya geliyoruz. Demek ki daha sonra mescit büyütülerek Safa ile Merve mescidin içine alınmış.
Peygamber Efendimiz ikisi arasına geldikten sonra buyurmuş ki;
İnne's-safâ ve'l-mervete min şeâirillâhi.
Bu âyet-i kerîmenin başındaki ifadeler gibi;
"Safa ile Merve arasında sa'y etmek, haccın Allah tarafından emredilmiş vazifelerindendir."
Ebdeü bimâ bedeallâhu bihî. "Allah'ın başlanmasını emrettiği şekilde ben de buradan sa'y etmeğe başlıyorum." buyurmuş. Sahîh-i Müslim'de olan bir haber.
Sonra Habîbe b. Ebî Tezzie'den rivayet edildiğine göre şöyle anlatmış:
"Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'i ben Safa ile Merve arasında; önde insanlar, Peygamber Efendimiz de onların arkasında sa'y ederken gördüm. Hatta hızla hareketinden dolayı etekleri iki tarafından sıyrılıyordu, dizlerini dahi gördüm. O esnada diyordu ki;
İs'av fe innallâhe ketebe aleykümü's-sa'y. 'Haydi bakalım! Gayretli olun, koşun! Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri size burada sa'y etmeyi emretti, sizin üzerinize vazife olarak yazdı.'"
Bunu da Ahmed b. Hanbel rivayet etmiş.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki tavaftan sonra Safa ile Merve arasında böyle bir vazife yapılacak. Öyle bazı kimselerin sandığı gibi, "Acaba günah mı, makbul olmayan cahiliye âdeti mi acaba?.." diye ters düşünmeğe lüzum yok!
Hatta Urve b. Zübeyr, Zübeyr b. Avvâm radıyallahü anh'ın oğlu Urve; büyük alim. Hz. Âişe validemizin de yeğeni oluyor. O bu âyet-i kerîmeyi teyzesi Hz. Âişe'nin yanında okumuş.
"Bu ikisi arasında sa'y etmekte bir günah yoktur, dediğine göre sa'y etmese de olur mu? Sa'y etmese de olabilir herhâlde?.." tarzında bir soru sormuş.
Teyzesi Hz. Âişe validemiz demiş ki;
Bi'se mâ kulte yebne uhtî. "Ey benim kız kardeşimin oğlu! Ne kadar kötü söyledin, bu yorumun ne kadar ters oldu! Eğer senin dediğin gibi olsaydı Allah bu âyet-i kerîmeyi şöyle indirir: Fe lâ cünâha aleyhi en lâ yettavvafe bihimâ derdi. Burada yettavvafe bihimâ diyor. Senin dediğin gibi değil!" diye izah etmiş.
"Ensar kendilerini burada eskiden putperest âdeti olarak sa'y ediyoruz sanıyorlardı; öyle olmadığını göstermek için Allah bu âyeti indirdi." diye açıklama yapmış.
Demek ki herhangi bir cahiliye âdeti sanılmasın, İbrahim aleyhisselam'dan beri, Hâcer validemizden beri bu vazife vardır ama haccın vazifelerindendir, yapılması lazım gelen sevaplı bir vazifedir.
İbrahim aleyhisselam, sevdiği eşini ve çok sevgili oğlunu, yıllarca bekleyip de olmayıp olmayıp da sonradan olan kıymetli oğlu İsmail'i Allah emretti diye Kâbe-i Müşerefe'nin olduğu yere getirdi. O zaman Kâbe yok, insanlar yok. Orası ekin bitmez bir vadi! Oraya getirdi, bıraktı, döndü gitti. Hâcer validemiz arkasından;
"Yâ İbrahim, bizi bırakıp nereye gidiyorsun?" dedi.
Ses çıkartmadı. Çünkü belki de üzülüyor. Düşünün, Allah emretti diye bırakıyor ama Allahu Teâlâ'nın koruyacağına güveniyordur, üzülüyordur da! Hızlı hızlı giderken Arkasından Hâcer validemiz:
"Bunu sana Allah mı emretti?" deyince;
"Evet, Allah emretti." diye cevap vermiş.
Tepeye çıkınca;
"Yâ Rabbi, ben evlâtlarımdan, ailemden eşimle çocuğumu buraya yerleştirdim. Sen helâl rızıklarla bunları rızıklandır! Şükretsinler, sana güzel ibadet etsinler." diye de orada dua etmiş, sonra gitmiş.
İsmail aleyhisselam küçük bir çocuk; İbrahim aleyhisselam'ın oğlu, ileride peygamber olacak.
Hacer validemiz; yiyecek az, içecek az. Onlar bitince çocuk susuzluktan helâk olacak, burada öleceğiz, diye korkusundan İsmail aleyhisselam'ı ortada kumlarda bırakmış, etrafta ne var ne yok diye anlamak için yüksekçe bir yere çıkayım diye Safa tepesine yürümüş. "Acaba bir insan, bir çadır, bir deve bir alâmet görür müyüm?" diye etrafa bakınmış, bir şey yok!
Merve tepesine kadar gitmiş, oradan bakınmış. Telaş içinde oradan oraya giderken Cebrâil aleyhisselam kanadıyla kumları eşeleyip oradan zemzem suyunu çıkartmış. Onu görünce sevinerek oğlu İsmail aleyhisselam'ın yanına gelmiş. Suyun önünü tutturup havuzlandırıp içirmiş. Ondan sonra da Cenâb-ı Hak nice nice lütuflarla orada onları barındırmış, yaşatmış, geliştirmiş.
Oranın sahibi olmuşlar, zemzem suyunun mâliki olmuşlar.
Cürhüm kabilesi gelmiş, İsmail aleyhisselam onlardan birisinin kızıyla evlenmiş. Onlar, "Bu suyun başında bizim de oturmamıza izin verir misin?" diye müsaade istemişler, müsaade vermiş. Tabii herkes arkadaş ister, yoldaş ister, komşu ister; kimse yalnızlığı sevmez.
Ondan sonraki yıllarda İbrahim aleyhisselam gelmiş, Kâbe'nin binasını oğlu İsmail aleyhisselam'la beraber yapmışlar.
Binâenaleyh o zamanki o Hâcer validemizin Allah'tan ümit edip Allah'a yalvarıp Allah'ın bir yardım vermesini bekleyerek oradan oraya telaşla fakr u zarûret ve tevekkül ile yalvarıp yakararak heyecan ile gidip gelmesini şiar olarak bir ödev, uygulanacak bir vazife, bir ibadet bölümü olarak Cenâb-ı Hak haccın içerisine yerleştirmiş. Burada da emrediyor, bu âyet-i kerîme de sa'yin vacip olduğunu gösteriyor.
Bu vaciplik ne demektir?
İmam Mâlik mezhebinde farzla sünnet arasında vacip diye bir kademe olmadığından onlar farz ve rükün diyorlar, "Bu olmazsa olmaz!" diyorlar. Buradaki ifadelerden ve hadîs-i şerîflerden, bizim imamımız Ebû Hanife hazretleri vacip olduğuna hükmetmiş. Farz kadar kesin delilli değil ama hadîs-i şerîflerde de kuvvetle tavsiye ediliyor. Binâenaleyh bizim mezhebimizin müçtehitleri, "Bu bir vaciptir." diye hükmetmişler.
Bu vazife hac ve umre yapanlar tarafından yapılıyor. Siz de hacca gittiğiniz zaman yaparsınız.
Fe lâ cünâha aleyhi. "Cahiliye âdeti değildir, böyle yapmakta hiçbir günah, sorumluluk, vebal yoktur."
Gönül hoşluğu ile bu vazifeyi yapın! Çünkü İbrahim aleyhisselam zamanından beri yapılagelen bir doğru vazifedir, Peygamber Efendimiz de yapmış.
En yattavvafa bihimâ.
Yattavvafa, idgamlı bir kelimedir, aslı yetatavvafa'dır. Tefa'ul babındandır.
Yattavvafa ne demek?
"Bir tavafı, bir yürüme, koşma işlemini gayretle yapmak" mânasına geliyor. Tabii bu Safa ile Merve arasında gidip gelmek de bir heyecanlı, nefes nefese bir gayret işidir. Onun için bu tabir kullanılmış. İkisi arasında sa'y mânası var. Aşk ile şevk ile fakr u zarûret ile tezellül ve boyun büküklüğü ile kendisinin Allah'a muhtaç olduğunu; Hâcer validemize Cenâb-ı Hakk'ın yardım ettiği gibi kendisinin de Allah'ın lütfunu, rahmetini, fütuhâtını, füyuzâtını istediğini düşünerek koşturması!
Bu, yapılması gereken bir vazife, buradan anlaşılıyor.
Ve men tetavvaa hayran fe innallâhe şâkirün alîm yusîbu ale'l-kalîli bi'l-kesîr. "İşte bunun gibi vazifeleri, Allah'a itaat ve ibadet kastıyla böyle hayırları kim yaparsa Allahu Teâlâ hazretleri kalil olan bir gayreti, az olan bir gayreti, az olan bir ibadeti çok mükâfat ile mükâfatlandırır!"
Çünkü sa'yi meşkûr etmek şânındandır. Cenâb-ı Mevlâ'nın bir sıfatı da Şâkir sıfatıdır.
Şâkir ne demek?
"Yapılan bir ibadeti mükâfatlandıran" mânasına geliyor.
Alîm. "Yapılan bir haseneyi kat kat mükâfatlandırır, zerre kadar zulmetmez. Kime ne miktar mükâfat vereceğini, kulların gönüllerinden geçen niyetlerini pekâlâ bilir." mânasına.
Şâkir sözü Cenâb-ı Hakk'ın cömertliğini gösteren, kulların gayretlerini mükâfatsız bırakmayacağını gösteren bir sıfat. Alîm de her şeyi bildiğini gösteren bir sıfat.
Peygamber Efendimiz'in Safa ile Merve arasında böyle dizleri görünecek kadar [koşmuş].
O zaman onları neden yapmış?
Çünkü öyle koştuğu da olmuş yürüdüğü de olmuş. Bir seferinde Hz. Ömer Safa ile Merve arasında yürümüş, koşmamış. Buyurmuş ki;
"Eğer koşmayıp sadece yürüyorsam Resûlullah'ı yürüyor vaziyette gördüğüm için yürüyorum. Koşmuşsam koştuğum zaman da Resûlullah'ın koştuğunu da gördüğüm için koşuyorum."
Demek ki Efendimiz her ikisini de yapmış.
Pekiyi, koştuğu zaman neden koşmuş?
Müslüman olmayan müşrik Araplar, onun sa'y ettiği esnada ona bakarken onun gayretini görsünler diye! Hem tavafta hem sa'yde gayretle koşuşturmuş.
Safa ile Merve arasında yeşil ışıklarla yeşil direklerle belirtilmiş yer var; tam Saf'ya yakın düzde bir yer. Kitaplarda el-Mîleyn-i ahdareyn deniyor, "iki yeşil direk arası" deniliyor. Şimdi yeşil ışıklarla belirtilmiş. Bugün hac ve umre yaparken oraya geldiğiniz zaman onların arasında koşuluyor. Erkekler koşuyor, kadınlar için koşmak gerekmiyor.
Koşarken de;
Rabbiğfi'r-verham, va'fu ve tekerrem ve tecâvez ammâ ta'lem fe inneke ta'lemü mâ lâ na'lem inneke entellâhü'l-eazzü'l-ekrem diye Cenâb-ı Hakk'ın en aziz, en kerim olduğunu beyan edip ondan afv ü mağfiret isteniyor. Bu arada işte koşma vazifesi de var.
Elmalılı [Muhammed Hamdi Yazır] rahmetli diyor ki;
"Demek ki burada a'dâ-yı dîne karşı izhâr-ı kuvvet için riyâzet-i bedenîyeye dahi bir işaret var."
Bu tabirler ne demek, bu sözlerden çıkan mâna ne?
Vücudun sıhhatli, kuvvetli olması için bedenin sağlığı ve hünerli, becerikli olması, ham olmaması için çalıştırmak da lazım! Arapça'sı idman. Bir şeyi devamlı yapmağa, çok yapmağa idman derler. Batı dillerinde jimnastik diyorlar, spor diyorlar; bu ikisi yabancı kelime.
Eğer yabancı kelimeleri kullanmak istemez de Türkçe'sini, kendi dilimizden karşılığını bulmak istersek bulursak buluruz. Bulamazsak dedelerimizin kullandığı idman kelimesini kullanırız. Bir de dedelerimiz riyâzet-i bedeniyye, "bedeni terbiye etmek için yapılan hareketler" derlerdi.
Bir de bunun karşılığında riyâzet-i rûhiye var. Ruhu kuvvetlendirmek için yapılan çalışmalar var. Tasavvufî çalışmalar, halvetler, zikir vs. çalışmalar var. Riyâzet deniliyor. Oruç tutarak, halvete girerek, zikir yaparak, çokça namaz kılarak yapılıyor. Ona da riyazet deniliyor ama o riyâzet-i rûhiyye.
Riyâzet-i bedeniyye denilince bugünkü spor, idman denilen şey, jimnastik denilen şey anlaşılıyor.
Peygamber Efendimiz'in davranışlarında bedeni sıhhatli, kuvvetli tutmak için çalışmaya da teşvik var, bu kesin! Hatta güreş yapanları da, yarış yapanları da teşvik ederdi. Bunlarda da fayda var. Çünkü vücut serbest zamanda koşmaya, bazı zor işleri yapmaya alışırsa cihat zamanı, savaş zamanı geldiği zaman onları kolaylıkla yapar. Onun için hepimizin çoluk çocuğumuzu bedenen de hünerli, kuvvetli, becerikli yapmamız lazım!
Kimisi yürümesini beceremez, koşmasını beceremez, ipe tırmanamaz, duvardan atlayamaz, ağaca çıkamaz… Bunlar hamlık ve tembellik alameti! Çocuklarımızı böyle hünerli, becerikli yetiştirmeliyiz ki her şeyi şıp diye becersinler, kimseden geri kalmasınlar, arkada kalmasınlar.
Avustralya'da gördüğümüz bir şey var ki biz sabah namazına giderken pazar günü herkes uykuda iken evinde keyif yaparken görüyoruz. İdman elbiselerini giymişler sırtlarına, bisikletlerine binmişler, alaca karanlıkta, daha sabahın aydınlığı bile gelmemişken bastırmamışken bisikletle nereden nereye gidiyorlar geliyorlar. Başlıklarını takmışlar, idman ayakkabılarını, elbiselerini giymişler. İstirahati terk etmişler, erken yatıyorlar, erken kalkıyorlar. Çeşitli idmanlarla çok iddialı çalışıyorlar.
Deniz kenarına bazen gittiğimiz zaman görüyorum, saatlerce yüzen insanlar var. Herhalde dünya birincisi olmak için gayret ediyorlar.
Bunları dedelerimiz de yapardı. Kılıç kullanmak, cirit atmak, ok atmak gibi çalışmaları, yarışları yaparlardı. Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde de bunlara ait teşvikler ve işaretler var. Bu âyet-i kerîme de onlardan birisini gösteriyor.
Ve men tetavvaa.
Tetavvaa, tâat kelimesinden, tav' kökünden geliyor; tı-vav-ayn ile; "itaat etmek" demek. Allah'a itaat için ibadet vazifelerini, görevlerini yapmak.
Hayrı ibadet maksadıyla gönüllü olarak aşk ile şevk ile kim yaparsa Allahu Teâlâ hazretleri onun az gayretini çok mükâfatlandırır ve onun gönlünü hoş eder.
Hadîs-i kudsî var, onu da nakletmiş olalım. Zaten çok duyduğunuz, bildiğiniz bir hadîs-i şerîf:
Lâ yezâlü abdiye'l-mü'mini yetekarrabü ileyye bi'n-nevâfil. "Benim mü'min kulum bana tatavvu ibadetleri, nafile ibadetleri, mecburî olmayan ama yaparsa sevap kazanacağı güzel ibadetleri, aşk ile şevk ile kat kat, fazla fazla yaparak bana yakınlaşır."
Kurbiyyet peyda eder, Allah'a yakın kul olur, eren kul olur.
Hattâ ühıbbehü feekûne sem'ahü'l-lezî yesmeu bihî. "Nihâyet öyle bir hâle gelir ki Cenâb-ı Hak onu sever de onun gören gözü olur, işiten kulağı olur, idrak ettiği gönlü olur, tuttuğu eli olur, yürüyen ayağı olur."
Allah'ın lütfuna mazhar olan bir kimse artık insanların yapamayacağı işleri yapacak hâle gelir. Buna keramet diyoruz, evliyâullahın kerameti diyoruz.
O zaman uzaktaki şeyi görür, duyulmayacak şeyi duyar. Tayy-ı mekânla tayy-ı zamanla gidilmeyecek yere kısa zamanda varır. Karşısındakinin gönlünden geçeni Allah'ın bildirmesiyle bilir. Bunlar âyet-i kerîmelerle sabit!
Bazı dinî bilgileri iyi olmayan, ama eli kalem tutup da dergi vs. çıkartan cüretkâr, haddini de bilmez, cahilliğini da anlamaz; eli kalem tuttu diye kendisini allâme sanan insanlar var. Bunları kabul etmek istemiyorlar veya ileri geri konuşmak istiyorlar ama işte âyetler, işte hadisler, işte sağlam kayıtlar böyle!
Hayırları tatavvu olarak Allah'a itaat maksadıyla aşk ile şevk ile gönüllü gönüllü olarak yapmak da bizim davranış şeklimiz olmalı! Mü'minler olarak ibadeti ite kaka değil de;
Ve izâ kâmû iles-salâti kâmû küsâlâ. "Namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar." diye münafıklar anlatılıyor. Öyle değil de aşk ile şevk ile severek isteyerek yapmak lazım! Bu âyet-i kerîme onu gösteriyor.
Böyle yapanların da nice nice büyük mükâfatlara ereceği; çünkü Cenâb-ı Hakk'ın azı çokla mükâfatlandırdığı, mükâfatın ne miktarda verilmesi gerektiğini bildiği, ekremü'l-ekremîn olduğu, cömert olduğu, eksik ve cimrice davranmadığı, sevabını kat kat verdiği, hiç kimseye zulmetmediği, hakkını vermezlik yapmadığı, miskâl-i zere, zerre miktarı haksızlık yapmadığı, hasenâtı kat kat mükâfatlandırdığı; bire on, bire yetmiş, bire yedi yüz, bire yetmiş bin, bire milyonlarca veya bire karşılık hadsiz hesapsız verdiği kesin!
O hâlde biz de Cenâb-ı Hakk'a aşk ile şevk ile ibadet edelim! Dinimizin menâsikini, evâmirini, vazifelerini bilip ibadetleri Cenâb-ı Hakk'ın istediği şekilde uygulayıp rızasına erelim, mükâfatları kazanalım!
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!