es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!
Hepinize kucak dolusu selamlar, sevgiler, saygılar ve dualar ediyorum. Allah dünya ve âhiret saadetine erdirsin cümlenizi.
Tefsir sohbetlerimizde Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 159. âyet-i kerîmesine ulaştık. Bugünkü sohbetimde 159, 160, 161 ve 162. âyetleri okumak ve onlar üzerinde açıklamalar yapmak istiyorum.
Önce mübarek metnini besmele çekip okuyalım.
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
İnnellezîne yektümûne mâ enzelnâ mine'l-beyyinâti ve'l-hüdâ min ba'di mâ beyyennâhü li'n-nâsi fi'l-kitâbi ülâike yel'anühümüllâhu ve yel'anühümü'l-lâ'inûn.
Bakara: 159
İllellezîne tâbû ve eslehû ve beyyenû fe ülâike etûbü aleyhim ve ene't-tevvâbürrahîm.
Bakara:160
İnnellezîne keferû ve mâtû ve hüm küffârün ülâike aleyhim la'netullâhi ve'l-melâiketi ve'n-nâsi ecmaîne.
Bakara: 161
Hâlidîne fîhâ lâ yühaffefu anhümü'l-azâbü ve lâ hüm yünzarûn.
Bakara: 162
Âyet-i kerîmelerde konu nedir?
Allahu Teâlâ hazretlerinin ahkâmını, peygamberlerine vahiy yoluyla indirdiği kitaplarındaki bilgileri ketmedenler!
Ketmetmek ne demek?
"Söylememek, saklamak, ağzını kapamak, bildirmemek, o bilgiyi açıklamamak" demek. Bu âyet-i kerîmeler bunlar aleyhinde!
Rabbimiz Tebâreke ve Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
İnnellezîne yektümûne mâ enzelnâ mine'l-beyyinâti ve'l-hüdâ min ba'di mâ beyyennâhü li'n-nâsi fi'l-kitâbi ülâike yel'anühümüllâhu ve yel'anühümü'l-lâ'inûn. "Hiç şüphe yok ki ben Azîmüşşân, âlemlerin Rabbi Allahu Teâlâ'nın beyyinâttan ve hidayetten indirmiş olduğum âyetleri, bilgileri ketmedenler; ben Azîmüşşân bunları insanlara, halka bildirdikten, kitapta bunları açıkladıktan sonra bunları saklayanlar, söylemeyenler Allah'ın lanet ettiği ve bütün lanet edenlerin lanet ettiği kimselerdir!"
İllellezîne tâbû ve eslehû ve beyyenû fe ülâike etûbü aleyhim ve ene't-tevvâbürrahîm. "Ancak şu kimseler bu durumdan müstesna olurlar ki bu kimseler yaptıkları hatayı anlayıp dönmüşlerdir, tevbe etmişlerdir ve hâllerini düzeltmiş, ıslah etmişlerdir. Sakladıkları şeyleri, 'Biz şunları saklamıştık, doğrusu budur.' diye açıklamışlardır. Böyle dönen, ıslâh-ı hâl eden, açıklamalarını yapan kimselere ben teveccüh buyururum, tevbelerini kabul eder, affederim. Çünkü ben Tevvâb ve Rahîm Mevlânızım, tevbeleri çok kabul ediciyim ve çok merhametliyim."
İnnellezîne keferû ve mâtû ve hüm küffârün ülâike aleyhim la'netullâhi ve'l-melâiketi ve'n-nâsi ecmaîn. "O kimseler ki kâfir oldular, kâfir olarak yaşadılar ve kâfirler olarak da canlarını teslim ettiler, kâfirler olarak öldüler. İşte onların üzerine Allah'ın laneti olacak, meleklerin lâneti olacak ve bütün insanların da laneti [onların üzerine] olacak!"
Böyle hâl-i hayatlarında kâfir olup da o hâlleriyle kâfir olarak ölenlere Allah lanet edecek, Allah'ın laneti onların üzerine olacak, meleklerin laneti onların üzerine olacak, bütün insanların lâneti onların üzerine olacak.
Hâlidîne fîhâ lâ yühaffefu anhümü'l-azâbü ve lâ hüm yünzarûn. "Ebedî olarak cehennemde kalacaklar. Onların üzerlerine tatbik edilen azap hafifletilmeyecek, azaltılmayacak; bütün şiddetiyle cehennemde devam edecek. Onlara nazar da buyrulmayacak, sözleri nazar-ı dikkate alınmayacak, yalvarmaları kabul olmayacak!"
Bir rivayete göre; "Peygamber Efendimiz'in evsafı âhir zaman peygamberi olarak Tevrat'ta geçiyormuş, Bu bilgiler Tevrat'ın neresinde?" diye Medine'deki müslümanlar Medine'deki yahudi alimlerine bu âhir zaman peygamberinden bahsediliyormuş, İslâm dini anlatılıyormuş sordukları zaman onlar söylememişler, saklamışlar.
Bir rivayete göre de; "Bu âyet-i kerîme sadece yahudi alimleri değil; yahudi alimleri, hristiyan alimleri hem de peygamberleri vasıtasıyla Allah hangi kavimlere vahiy göndermişse o bilgileri saklayanların hepsine aittir, bunlar için inmiştir!" deniliyor.
Âyet-i kerîmelerden biliyoruz ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in evsafı, şânı, şerefi, izzeti, kıymeti bütün peygamberlere bildirilmiş. Âhir zaman peygamberi Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin Allah'ın habibi olduğunu, en yüce peygamber olduğunu, mertebesi en yüksek, eşrefül-mürselîn olduğunu bütün peygamberler biliyordu ve ümmetlerine söylüyordu:
"Ey benim ümmetim! Sizin neslinizden gelen torunlarınıza bu bilgileri siz aktarırsınız, onlar kendi torunlarına aktarırlar. Eğer bu âhir zaman peygamberinin zamanına erişirseniz ona saygı göstereceksiniz, ona bağlanacaksınız, tâbi olacaksınız, emrini tutacaksınız; tamam mı? O Allah'ın habîbidir, sevgilisidir, âhir zaman peygamberidir. İsmi Ahmed olacak, Muhammed olacak!.." tarzında bildiriyorlardı.
[Onun için] ismiyle ve sıfatlarıyla nerede, hangi şehirde doğacağı, hayatının bir anında o şehirden çıkartılıp hicret edeceği, başka bir şehre gideceği, gideceği şehrin bir ova olduğu, Medine'nin evsâfı; bunların hepsi eski kitaplarda bildirilmiş.
Sadece Tevrat'ta ve İncil'de değil; Hintliler'in, Çinliler'in, İranlılar'ın eski kutsal kitaplarında da buna benzer bilgiler var. Bunlar Pakistanlı alimler tarafından [tespit edilmiş.] Onlar Sanskritçe'yi, Pehlevîce'yi, Sâsânîce'yi biliyorlar. Onları tespit etmişler ve kitaplara koymuşlar. "Daha Evvelki Ümmetlerin Peygamberlerinden Âhir Zaman Peygamberi Hakkındaki İhtarlar Bilgiler Uyarılar" diye İngilizce olarak bir kitap hâlinde basmışlar. Bu kitap da bende var.
Böyle şeyler sadece yahudilerin bildiği şey değil; bütün kendilerine hak peygamber gönderilmiş, hak kitap indirilmiş bütün ümmetlerin bildiği bir şey.
Hatta ben Türkoloji, Türkiyat çalışmaları dolayısıyla kendi mesleğimle ilgili incelemeler yaparken gördüm: Orta Asya'da Turfan metinleri diye metinler var. Burada Budizm'le ilgili parçalar bahis konusu ediliyor. Çünkü bunlar Türkçe'nin en eski eserleri oluyor. Onları eski devir Türkçesi'ni alıp incelediğimiz zaman tanımış oluyoruz. Oralarda da son zamanda gelecek bir kurtarıcı zâttan bahis geçiyor. Demek ki Budizm'in de asıl kaynağında bir peygamberin durumu var.
Hatta [Muhammed] Hamidullah Bey, Buda'nın da bir peygamber olduğunu söylerdi. Sonra İranlılar'ın zerdüşt dini var. O dinin kurucularının da aslında Allah'ın gönderdiği bir peygamber olduğu, gerçekleri söylediği; sonradan tespitler güzel yapılamayıp kitaplar tahrif edilerek bilgiler kaybolarak bunların intikal etmediği; ama kalıntılarının, izlerinin, delillerin, belgelerin kitaplarında bulunduğu bildiriliyor.
Ben onları görmüştüm: Çok eski Hint metinlerinde, eski İran'da, milattan, Hz. İsa aleyhisselam'dan önce, çok eski Sâsânî, Pehlevî metinlerinde, Hz. İsa'nın İncil'inde Peygamber Efendimiz'in geleceğinden bahsediliyor. Zaten İncil, "müjde" demek. Hz. İsa vaazlarında Peygamber Efendimiz'i müjdelediği için; "Âhir zaman peygamberi gelecek!" diye onu methedip ona tâbi olmayı söylediği için, İncil'e İncil ismi verilmiş.
Onun için, bizim bu bilgileri iyi öğrenip ayrıca İncil'deki ilgili âyetleri derleyip toplayıp anlatıp onların Allah'ın emrini tutmalarını sağlamamız lazım. "Bakın, sizin kendi dininize, kendi kitabınıza göre vaziyet böyle!" diye anlatmamız lazım.
Yaygın bir şey, belgeler ortada, yayınlar da yapılmış! Hatta daha önceki sohbetlerimde de bunlardan bazılarını size nakletmiştim. Bu, benim ilgilendiğim bir konudur. Mesela Lut Gölü'nün kenarındaki mağaralarda çok eski tomarlar bulunmuş. Bunlar Ürdün Müzesi'ne kaldırılmış, Roma'ya Vatikan'a, Kahire'ye götürülmüş. Bu kâğıtların bir kısmı birbirine yapışmış, bir kısmı yapışmamış durumda. Açılıp incelendiği zaman pek çok hakikatler ortaya çıkacak!
Ord. Prof. Zeki Velidi Togan, rahmetli, bu konuda makale yazmıştı. Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilen bilgilerin doğru olduğu gösteren nüshalar olduğunu söylüyordu. Kur'ân-ı Kerîm tabii, "İncil'in şurası bozuk, Tevrat'ın burası bozuk. Onlar şu hakikati gizliyor, bunlar bu hakikati gizliyor!" diye âyet-i kerîmelerde bildiriyor. Kur'ân-ı Kerîm'in beyanının doğru olduğunu gösteren nüshalar olduğunu makalesinde söylüyordu ve "Bunlar açıklansın, saklanmasın, gizlenmesin!" diyordu, hiç unutmuyorum.
İslâm Araştırmaları Enstitüsü diye bizim edebiyat fakültesinde bir enstitü vardı. Orada çıkan ilk dergilerde böyle bir yazısı geçmişti. Merakla okumuştum. Onlar da açıklansa; "İşte Kur'ân-ı Kerîm'in dediği gibiymiş!" diye oradan anlaşılacak.
Demek ki açıklamayanlar, kendi durumları belli olacak diye çekindiklerinden gizliyor. Bu gizleme ketmetmek, susmak, söylememek!
Demek eskiden, Peygamber Efendimiz'in zamanında da bu saklamayı yapmışlar.
Neden yapıyorlar, söylese ne olacak?
Söyleseler Peygamber Efendimiz'in haklı olduğu anlaşılacak, etrafındakiler de hepsi gidecek müslüman olacaklar! Onun [hükmü] bitecek! Kendisi müslüman olacak, ebedî saadeti kazanacak ama bu sefer çeşitli zarara uğrayacağını düşünüyor!
Mesela Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerinde, sahih hadis kitaplarında bilgi olarak bize kadar gelmiş bulunuyor. Okuyoruz, hadis kitaplarında var. Sizler de belki hadis kitaplarını okuyorsanız karşılaşmış olacaksınız, hatırlayacaksınız:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicret ettiği zaman herkese kendisinin hak peygamber olduğunu anlattı, ziyaretler yaptı. Zaten Mekke'deyken de yine hacca gelen kabilelere vazifesini hatırlatıyordu. Mina'ya gidiyordu, oradaki çadırlarda toplanan insanlara kendisinin Allah'ın peygamberi olduğunu belirtiyor, tebliğ vazifesini yapıyor, Kur'ân-ı Kerîm âyetlerini okuyordu. Taif'e gitmişti; orada sert karşılanmışlar, taşlamışlardı.
Medine'ye gidince yine tebliğ vazifesini yapmak için Yahudi havrasına da gitti:
"Ey Yahudiler! Sizin Tevrat kitabınızda falanca falanca yerlerde, filanca filanca cümleler, âyetler hâlinde, 'Ahir zaman peygamberi gelecek, ona tâbi olun!' tarzında bilgiler var ya, işte o peygamber benim. Bana tâbi olun! Artık devir bana tâbi olma zamanıdır. Eskiyi bırakacaksınız, yeni peygambere tâbi olacaksınız." dedi.
Zaten Peygamber Efendimiz Musa aleyhisselam'ın hak peygamber olduğunu söylüyor. Tevrat'ın aslının hak kitap olduğunu söylüyor. Bir zıddiyet ve ihtilâf yok! "Siz de kendi kitabınızda bahsedilen zâtın, âhir zaman peygamberinin geldiğini görün ve ona tâbi olun!" diye söyledi.
Sustular.
Peygamber Efendimiz tebligatını yaptı. Baktı ki bir güzel karşılama ve kabul yok: "Evet, aynen öyle. Pekiyi, kelime-i şehadet getiriyoruz, sana tâbi oluyoruz." demiyorlar! Yürüdü. Yanında da ashâbından biri iki arkadaşı vardı. Yürüyüp dışarı çıkıp giderken yahudi hahamlarından bir tanesi -Abdullah b. Selâm- arkasından koştu koştu, yetişti. Peygamber Efendimiz'e dedi ki;
"Yâ Resûlallah! Dediklerin aynen doğru! Evet, sen âhir zaman peygamberisin, hak peygambersin! Ben kabul ediyorum! Ama bunlar çeşitli duygularla; kıskançlık, hased, menfaatin elden gitmesi veya nasipsizlik, hidayetsizlik [sebebiyle] bunu söylemediler." dedi.
O [Abdullah b. Selâm] sonradan Peygamber Efendimiz'e geldi ve müslüman olduğunu beyan etti, müslüman oldu. Radıyallahu anh, Allah şefaatine erdirsin.
Peygamber Efendimiz daha İslâm Arap yarımadasında iyice yayılmadan, Suriye'ye doğru ilerlemeden, Irak fethedilmeden, İran'a girilmeden, Mısır fethedilmeden önce de oralara hâl-i hayatında elçiler gönderdi, mektuplar gönderdi ve kendisine tâbi olmalarını, müslüman olmalarını o kavimlere hatırlattı.
Bizans'ın başında Heraklius vardı, Heraklius'a gönderdi. Mısır'ın başında Mukavkıs vardı, ona gönderdi. Hatta Mısırlı hükümdar Peygamber Efendimiz'e hediyeler gönderdi, bir de cariye gönderdi: Mâriye validemiz!
Sonra Sâsânîler'e bir elçi gönderdi. Sâsânî imparatoru Peygamber Efendimiz'in mektubunu parça parça parçaladı!
Bunu Allah kendisine bildirince gösterince mâlum edince Peygamber Efendimiz;
"Şu anda, İran hükümdarı benim mektubumu parçaladı, Allah da onun mülkünü parçalasın!" diye söyledi.
Sonradan onun devleti yıkıldı!
Demek ki Peygamber Efendimiz, peygamberliği ilk geldiği zaman tebliğ etmeye, peygamber olduğunu söylemeğe başladı. Safa tepesine çıktı:
Ve enzir aşîretekel-akrabîne. "Yakın akrabalarını ikaz etmekle başla!" diye emrolunduğu için kavmini, akrabasını çağırdı. Orda seslendi ve dedi ki;
"Ey kavmim, beni nasıl bilirsiniz?"
"Sen Muhammed el-Emîn'sin!" dediler.
"Ben şimdi size, 'Şu dağın arkasında bir ordu var, bu tarafa doğru geliyor, sizi basacak, mallarınızı alacak, sizi esir edecek!' desem inanır mısınız?" dedi.
"İnanırız, sen Muhammed el-Emîn'sin!" dediler.
"O hâlde ben size söylüyorum ki…"
Tabii Peygamber Efendimiz'in ne söylediğini kelime kelime söyleyemezsem belki hatalı olur:
"Ben Allah'ın peygamberiyim, sizi İslâm'a davet ediyorum…" tarzında sözler söyledi.
O tebliğden sonra hacca gelen kabilelere Mina'da, Arafat'ta ziyaret edip söylemesinden, Medine-i Münevvere'ye hicretinden, orada yerleşmiş olan yahudilere ve hristiyanlara tebliğ etmesinden; öbür kabile reisleri geldikçe tebliğ etmesinden; Yemen'e ve sâir yerlere elçiler gönderip tebliğ etmesinden sonra Bizans'a, Mısır'a, Bahreyn'e, diğer yerlere hâl-i hayatında mektuplar ve elçiler göndermesine kadar tebliğ vazifesini bütün safahatıyla, her yönden tam mânasıyla yaptı!
Kad bellağte'r-risâlete ve ed-deyte'l-emânete ve nesahte'l-ümmete diyoruz
Onun için Peygamber Efendimiz'in türbesini ziyaret ettiğimiz zaman; her vazifeyi pek güzel yaptığına şehadet ediyoruz.
"O kimseler ki, ben Rabbü'l-âlemîn Mevlânızın beyyinât ve hidayet bâbından indirdiklerime, indirdiğim bilgilere, âyetlere; insanlara bunları kitapta açıkladıktan sonra karşı tavır, ters tavır takınıyorlar, bunları söylemiyorlar.
Ülâike yel'anühümullâhu ve yel'anühümü'l-lâ'inûn. "Ketmettikleri, söylemedikleri için onlara Allah da lanet ediyor, lanet edenler de lanet ediyor!"
Bir bilgiyi söylememek, bildiği bir doğruyu söylememek, susmak çok kötü! Söylemek, şahitlik etmek, mesela; "Ben bu olayı gördüm, şu adam şu işi yaptı, şahidim!" demek, hatta istemeden, rica etmeden gidip hak yerini bulsun diye şehadet etmek çok sevap! İstekli olarak, gönüllü, sevap olduğunu bilerek şahitlik yapmak çok sevap! Yalancı şahitlik çok günah! Hakkı saklamak çok günah!
Ebû Hüreyre radıyallahu anh Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in bir hadisini nakletmiş:
Men süile an ilmin feketemehû ülcime yevme'l-kıyâmeti bi-licâmin mi'n-nârin. "O kimse ki bir bilgi kendisinden soruldu da o da söylemiyor, bildiği hâlde susuyor. Öğretmiyor, söylemiyor, bilgi vermiyor. Kıyamet gününde cehennem ateşinden ağzına bir dizgin, gem takılır."
Atların ağzına bir demir takılıyor. Demirin iki ucu dizginde oluyor. Atı durdurmak istediğiniz zaman çekiyorsunuz. O atın ağzının içinden geçtiği için, atın başını öne doğru çekiyor. Atın boynu, kafası kasılınca o zaman duraklıyor. Atın durdurulması böyle oluyor.
At bazen ağzının etleri acımasın diye o demiri azı dişlerinin arasına alır da hareket ettirtmezse o zaman ağzı acımadığı için çekmek para etmiyor, "gemi azıya almış" deniyor. Süratini kesmeden gidiyor, felâket olacak demek.
İşte ilmi de söylemeyen, kıyamet gününde bilgiyi vermedi diye ağzına ateşten gemlerle dizginler takılıp cezalandırılır.
Sahih hadislerde geçtiğine göre Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle buyurmuş:
Lev lâ âyetün fî kitâbillâh mâ haddestü ehaden şey'en. "Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın âyeti olmasaydı hiç kimseye bir hadis rivayet etmezdim!"
Hangi âyet?
Bir bu âyet var bir de ilerideki günlerde, önümüzdeki sayfalarda karşımıza gelecek ikinci bir âyet var. Onu da o zaman açıklarız, hatırlatırız.
"İlmini saklamak çok kötü bir şey! Allah lanet eder, bütün lanet edenler lanet eder!" diye bu âyetlerden dolayı hadis-i şerifleri söylemiş, yoksa söylemeyecekmiş.
Söyleyiş sebebini anlıyoruz, bu âyetten korkuyor. Allah'ın lânetine uğrarım, diye bildiğini söylüyor.
Bu âyet olmasaydı niye söylememek istiyordu?
Çünkü; "Acaba Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sözünü tam nakledemez miyim? Acaba biraz başka bir kelime mi kullanırım? Bazı kısımlarını unutur muyum? Acaba yanlış anlamış olabilir miyim?.." diye korkusundan! O da suç, o da büyük günah! Böyle yapanlar da cehenneme atılacaklar, ceza çekecekler.
Men kezebe aleyye müteammiden felyetebevve' mak'adehû mine'n-nâri. "Kim bana yalan yere; 'Resûlullah şöyle dedi…' diye söylemediğim bir sözü söylemiş gibi isnat ederse o zaman cehennemde yerine hazırlansın!" dediğinden sahâbe-i kirâm susmuşlardır. Ama bu âyet-i kerîmeden dolayı da bildirmek lüzumunu hissettiklerinden bildirmişlerdir. İkisi arasında böyle bir yol tutturmak zorunda kalmışlardır. Çok iyi bildiklerini söylemişlerdir; birçoğu, birçok bildiğini belki tam söyleyemem diye ihtiyaten saklamış, söylememiştir.
Demek ki kendisine bilgi sorulanların söylemesi lazımdı. Diyeceklerdi ki;
"Evet, Tevrat'ta âyet var. Âhir zaman peygamberinin evsafı tam sizin peygamberinize uymaktadır. İşte bu âhir zaman peygamberidir, kesin, belli!"
Zaten bir peygamber gelecek diye bekliyorlardı.
Demediler!
Onlara nasıl ceza verilecek?
el-Berâ b. Âzib radıyallahu anh'ten rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuş:
Künnâ mea'n-nebiyyi sallallâhu aleyhi ve selleme fî cenâzetin. "Bir adamın cenazesinde, cenaze merasimini yaparken Resûlullah Efendimiz'in yanındaydık." Fekâle. "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki;"
İnne'l-küffâra yudrabü darbeten beyne ayneyhi. "Hiç şüphe yok ki kâfirler, müslüman olmayanlar, küfürde kalanların iki gözünün ortasına muazzam bir darbe ile vurulur." Fe yesmeuhâ külle dâbbetin ğayre's-sekaleyni. "Bütün başka mahlûklar bu darbenin şiddetini duyarlar da yalnız insanlarla cinler duymaz!"
İnsanlar ve cinler bu darbeyi duysalar ödleri patlayacak! Her şeyi dosdoğru gördükleri için- hizaya gelecekeler, namazlı niyazlı insan olacaklar. İmtihanda oldukları için Allah duyurmuyor. Akıllarını kullansınlar, nefislerini dizginlesinler, şeytanın hilelerine kapılmasınlar da imtihanı başarsınlar diye imtihandan dolayı sakaleyn denilen insanlar ve cinler duymuyor ama başka bütün mahlûklar duyuyor. Kelebekler, böcekler, atlar, kuzular, kuşlar… hepsi duyuyor. Kâfirin iki gözü arasına vurulan darbeden hepsi ürperiyor.
Fe tel'anühû küllü dâbbetin.
Dâbbe ne demek?
Yeryüzünde hareket eden bütün yaratıklara dâbbe derler, "canlı" demek.
Semiat savtehû "Bu sesi duyan bütün mahlûklar, canlılar 'Lanet olsun sana!' diye lanet ederler." Fe zâlike kavlüllâhi teâlâ: Ülâike yel'anühümüllâhü ve yel'anühümü'l-lâ'inûn. "Allahu Teâlâ buyurdu ki; Allah lanet eder ve lanet edenler lanet eder!"
"Allah lanet ettiği zaman lanet edenler de lanet eder!" ne demek oluyor?
Bu [hakikatleri] ketmedenlere yeryüzündeki bütün yaratıklar da lanet ederler
Atâ b. Ebî Rebah'tan rivayet edilmiş ki;
Küllü dâbbetin ve'l-cinnü ve'l-insü. "Bütün bu mahlûklar, hem insanlar hem cinler lanet ederler!" demiş.
Mücâhid isimli alim demiş ki;
İzâ ecdebeti'l-ardu kâle'l-behâim Hâzâ min ecli usâtı benî âdem. "Yeryüzü kuraklığa uğradığı zaman behâim, hayvanlar der ki; Bu Âdemoğlunun âsilerinden dolayı bu yağmur kesildi, bu otlar kurudu. Biz onun cezasını, sıkıntısını çekiyoruz!"
Yağmur yağmıyor, otlar sarardı, kurudu, hayvanlar otsuz, susuz kaldı, sıkıntı başladı…
Leanellâhu usâte benî âdem. "Allah benî Âdemin günahkârlarına, âsilerine, başımıza bunu getirdikleri için lanet etsin!"
Demek ki lanet edenlerin lanet etmesi böyle. Kurtlar, kuşlar, böcekler, yeryüzünde gezinen bütün canlı yaratıklar lanet ediyor. Ayrıca bir rivayete göre insanlar ve cinler de lanet ediyor.
Katâde isimli alim ve Rebî b. Enes isimli alim de diyor ki;
Ya'nî tel'anühümü'l-melâikeh. "Melekler de lanet eder."
Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri birisine lanet etti mi melekler hemen itaat yoluyla, Allah'ın sevmediğini sevmedikleri için Allah lanet edince onlar da lanet ederler.
Hakkı saklayan kişinin cezasına bakın! Anlaşılıyor ki Allah lanet ediyor, melekler lanet ediyor, bütün mahlûkât, canlılar lanet ediyor, ins ü cin lanet ediyor! Hepsi lanet ediyorlar!
Bir de şu ne kadar güzel:
İnne'l-âlime yestağfiru lehû küllü şey'in "İslâm alimine, mü'min, ilmiyle âmil olan, ibadetini yapan, insaflı, Allah'ın sevdiği alime de her şey tevbe ve istiğfar eder."
"Yâ Rabbi, bunu mağfiret eyle! Yâ Rabbi, bu alimi affeyle!.." diye seviyorlar, güzel dua ediyorlar.
Hatte'l-hîtânü fi'l-bahri. "Hatta denizdeki balıklar, yaratıklar bile dua eder."
Aziz ve sevgili dinleyiciler!
İki tane durum:
Bir, güzel alimin durumu; denizdeki balıklar, havadaki kuşlar, yeryüzündeki bütün mahlûkât istiğfar ediyor, "Yâ Rabbi affet bunu, bağışla bunu!" diye lehine dua ediyor. Bu ne güzel!
Bir de bildiğini saklayan, söylemeyen, gerçekleri itiraf etmeyen, yardımcı olmayanlara da bütün lanet ediciler lanet ediyor. Melekler, insanlar, cinler, hayvanlar, dâbbe; yeryüzünde canlı gezinen her şey lanet ediyor!
Tabii, bu lanet acaba nasıldır, ne tarzda olacak?
Hepsi lanet ediyor. Arapça'sı olan Arapça'sı olmayan, ya lisân-ı hâl ile söylüyor ya lisân-ı kâl ile söylüyor. Ya hâliyle lanet ediyor ya da diliyle, sözüyle söyleyerek lanet ediyor. Nasılsa onu Allahu Teâlâ hazretleri biliyor. Allah korusun, Allah bu duruma kimseyi düşürmesin.
Bu niçin yapılır? Neye değer, ne elde edilecek de bu yapılıyor?
Tabii bu çok korkunç bir şey, ama bunun kurtuluş noktası var:
İllellezîne tâbû ve eslehû ve beyyenû fe ülâike etûbü aleyhim ve ene't-tevvâbü'r-rahîmü.
İllâ ne demek?
"Şunlar müstesna!" demek. Edat-ı istisnâ deniliyo,.
İllellezîne tâbû. "Şunlar hariç ki tevbe ettiler."
Tevbe etmek ne demek?
"Yaptığı hatayı bırakıp doğruya dönmek" demek.
Hataları, büyük suçları, günahları ne idi?
Hakkı saklamak, söylememek, gizlemek, susmaktı.
Tevbe ettiler!
Ve eslehû. "Hallerini ıslah ettiler, kötü hallerini düzelttiler; salih, güzel bir hâle geldiler."
Demek ki yanlış yolu bırakacak, güzel hâle bürünecek.
Ve beyyenû. "Bir de anlatacak. Sustuğu, söylemediği şeyi söyleyecek."
Alimler kitaplarda açıklamışlar ki bazı suçlara sadece; "Tevbe yâ Rabbi!" demek yetmiyor. O suç ne ise onu izale edecek hareketi de yapmakla oluyor.
Burada suç ne idi?
Gerçeği gizlemek, söylememekti.
Tevbe ediyor, hâlini ıslah ediyor.
Gerçeği gizlediğinin aksi nedir?
Gerçeği söylemek!
Ve beyyenû. "O zaman gerçeği söyleyecek."
Demek ki bu suçu işleyenlerin gerçek tevbesi sadece lafla değil; "Affet beni Allah'ım, hatamı anladım…" demekle değil. Bir kere hâlini düzeltecek, yanlış yoldan dönecek. Bir de söylemediğini de söylemeğe başlayacak!
"Birisi bana karşı zulmetti, haksızlık etti. Arayı düzeltelim…"
Düzeltelim ama sen şu yaptığın tahribatı bir düzelt; ondan sonra düzeltelim! Sen ilk önce yaptığın zulümden, haksızlıktan dolayı ne kadar suç günah işledin, ne kadar kimseye yanlış bilgiler [telkin ettin]; şimdi barışmak istiyorsun!
Tamam, barışalım, ben barışmayalım demiyorum ama yanlışını itiraf et, hatalarını düzelt! Kirliliklerini, pislikleri bir temizle!
Demek ki tevbe sadece sözle değil, yaptığı yanlışlığı düzeltmekle olur. Yanlışlığı bırakacak, doğrusunu yapacak. Bu çok önemli!
Sevgili kardeşlerim!
Fe ülâike etûbü aleyhim. "İşte ben bunların tevbelerini kabul ederim."
Tâbe fiili ilginç bir fiildir.
Tâbe-yetûbü: "Kullar tevbe ediyor."
İllellezîne tâbû. "O kimseler ki tevbe ettiler." Ve etûbü aleyhim."Ben de onlara tevbe ederim." diyor Allah!
Allah kullara nasıl tevbe eder, kullar Allah'a nasıl tevbe eder?
Bu incelik tevbenin kelime anlamında saklı.
Aynı fiil ikisi için de nasıl geçerli oluyor?
Tevbe "yönelmek, dönmek" demek. Kul Cenâb-ı Hakk'a doğru yanlışından dönerse Cenâb-ı Hak da ona doğru döner.
Ne demek?
Onu kabul buyurur, tevbesini kabul buyurur, affeder.
Allah'ın kullara tevbesi alâ fiili ile kullanılır:
Ve etûbü aleyhim. "Ben de onlara, onların üzerine teveccüh buyururum. Rahmetimi kesmişken onlara tekrar döndürürüm." gibi.
Kulların Allah'a tevbesi ilâ edatı ile kullanılıyor.
Tübtü ilallâh. "Ben Allah'a tevbe ettim." Tâballâhu aleyhim.
"Allah da tevbe edenlere yöneldi." derken alâ ile kullanılıyor.
İşte böyle bir dilbilgisi hatırlatması.
Daha önce de söylemiştim:
Bir kelimenin anlamını iyi kavramak için hangi edatlarla kullanıldığını bilmek, Arapça'da çok önemlidir. Kullanılan edattan dolayı mâna değişiverir.
Mesela rağıbe fiili "rağbet etmek" demek. Rağıbtü fîhi dersen "bir şeye rağbet etmek, isteklenmek, arzulamak, onu almağa çalışmak, beğenmek" demek. Ragıbe an harf-i cerriyle, edatıyla kullanılırsa bu sefer "bir şeyi istememek, vazgeçmek" mânasına geliyor. Aynı kelime ama sonuna gelen edattan mâna değişiyor. Bunu bilmek lazım.
Kötü hâllerinden dönenler, hâllerini ıslah edenler, durumlarını güzel hâle, uygun hâle getirenler ve açıklamadıkları hakikatleri açıklayanlar!
"Evet, sen Allah'ın hak peygamberisin! Evet, âhir zaman peygamberisin! Evet, Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın kelâmıdır. Evet, âhir zaman peygamberinin şöyle bir şehirde doğduğu bizim kitabımızda yazılı. Orası Mekke'nin evsafı, taşların arasında Fârân denilen yer. Sonra hicret edecek, etti. Hicret edeceği yer de ovalık, hurmalık bir yer; Medine!.. Bunları deyiverirse;
Fe ülâike etûbü aleyhim. Ben de onlara teveccüh buyururum." diyor. Tevbelerini kabul etmiş oluyor. Onların Allah'a yönelmeleri üzerine Allah da onlara rahmediyor.
Ve ene't-tevvâbü'r-rahîm.
Burada Cenâb-ı Hakk'ın iki sıfatı var: Tevvâb ve Rahîm.
Tevvâb; "çok teveccühkâr" demek. Kendisine yönelen, tevbe eden kullarına Allah da çok teveccüh ediyor. Tevbe etmeyi seviyor, tevbelerini kabul ediyor. Kelimenin mânasını, kökenini bilerek; "Tevbeleri kabul edici!" diye tercüme edebiliriz.
Tevvâb, faâl vezninde mübalağa siygasıdır. "Ben çok teveccüh ediciyim, tevbeleri çok kabul ediciyim!" demek. Burada kulun tevbesini sevdiği, tevbe edenin de hemen afv ü mağfiret olunacağına dair müjdeli bir mâna var. Cenâb-ı Hakk'ın Tevvâb sıfatı.
Rahîm; "çok merhametli" demek. O da faîl vezninde. Fail vezni iki şeklide olabilir. Tabii Arapça'da incelikler fazladır. Bir faîl vezninde sıfat-ı müşebbehe olur, bir de faîl vezninde mübalağa siygası olur. Burada sıfat-ı müşebbehe değil, mübalağa siygasıdır.
Rahîm; "Çok merhametli" demek.
"Cenâb-ı Hak Teâlâ çok teveccühkârdır, kullarına yöneliverir. Kullar Mevlâsına yönelince O da yöneliverir, çok yönelicidir. Affediverir, yöneliverir. Çok merhametlidir, merhamet eder; azap etmez."
Mevlâmız o kadar Tevvâb'ken bu kadar Rahîm, bu kadar affedici, bağışlayıcı, bu kadar Gaffâr'ken günahları silecekken insanlar nasıl cehenneme giriyor?
Çünkü inat ediyorlar, devam ediyorlar, günahta ısrar ediyorlar! Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden, mağfiretinden, affediciliğinden, teveccüh buyuruculuğundan, Erhamü'r-râhimînliğinden istifade etmiyorlar! Kusur kendilerinde!
Fe ülâike etûbü aleyhim ve ene't-tevvâbü'r-rahîm. "Ben onlara teveccüh ederim, tevbelerini kabul ederim. Çünkü ben çok tevbe ediciyim, Rahîmim."
Eskiden insanlardan tevbeler bu kadar kolay kabul edilmezmiş. Bu tevbelerin kolayca kabul olması; Ümmet-i Muhammed'e mahsus bir lütuf, bir lütf-u ilâhî, bir bağış! Eskiden tevbeler çok zormuş. Eski ümmetlere cezaları çok ağırmış.
Bizim Peygamberimiz'in sıfatlarından birisi nedir?
Nebiyyü't-tevbe'dir, tevbe peygamberidir!
Bir sıfatı nedir?
Nebiyyü'r-rahme'dir, rahmet peygamberidir!
Tevbe peygamberi, rahmet peygamberi olan Peygamber Efendimiz'in hatırına, bizim şeriatımızda tevbe edeni Allah affediyor.
Sevgili dinleyiciler!
Hatta günahına pişman olunca gönlüne nedamet, pişmanlık ateşi düşünce daha sözünü söylemeden affediyor. Mesela söylemeye vakti olmasa, "Dur bakalım, eve gidince abdestimi alayım, namaz kılıyım da, dua edeyim!" demeden daha yangın içine düştüğü zaman, günahının pişmanlığı gönlünü yakmaya başladığı zaman o zaman affediyor. Erhamü'r-râhimîn!
Sonra Cenâb-ı Hak kulunun tövbesinden o kadar çok memnun olur ki çok sevinir diye hadis-i şerifler var!
Tevbeyi çok seviyor.
Onun için ey kusurlu, günahkâr, hatalı, perişan, şimdiye kadar çok isyan etmiş, çok hata işlemiş kardeşlerim! Ey beni dinleyenler, ey beni dinleyenlerin yakınları!
Belki dinleyenler onlara söyler!
Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz! Allah çok lütfedicidir, çok affedicidir, çok merhamet edicidir. Hatalarınızı hatırlar, anlar, hatalarınızdan döner, hâlinizi ıslah ederseniz Allah bağışlar. "Allah beni affetmez!.." diye düşünmek yanlıştır, hem de haramdır! Bu sözü bilerek söylüyorum, İslâm'da yasaktır. Allah'ın rahmetinden ümit kesmek yoktur. Allah'ın rahmetinden ümitli olun! Hemen tevbe edin, şu anda tevbe edin, "Tevbe ettim yâ Rabbi!" deyin! Allah'ın iyi kulu olun!
İnsanları şaşırtmak, saptırmak için çok oyunlar hileler, tuzaklar, şeytanın aleti edevâtı, malzemesi vardır. Ama Cenâb-ı Hakk'ın tövbekârların tövbesini kabul ediciliği ve Erhamü'r-râhimînliği var. Tövbe edin! Şeytanın tuzağından kurtulun, Allah'ın rahmetine erin!
Tabii tevbe edenleri, ıslâh-ı hâl edenleri, hakikatleri söyleyenleri Allah affediyor, edecek. Ama bir de bunun aksi var, 161. âyet-i kerimede bildiriliyor:
İnnellezîne keferû. "O kimseler ki kâfir oldular. Küfürde devam ediyorlar, imana gelmediler, mü'min olmadılar." Ve mâtû ve hüm küffârün. "Ve kâfir olarak öldüler."
Ve hüm küffârün, hâl cümlesidir.
Ne hâl üzere öldüler?
Ve mâtû ve hüm küffârün. "Kâfirler hâlindeyken öldüler. O kimseler ki kâfir oldular ve kâfir hâliyle, tevbe etmeden imana gelmeden öldüler."
Ülâike aleyhim la'netullâhi. "İşte onların üzerine Allah'ın laneti vardır. Ve'l-melâiketi. "Ve meleklerin laneti vardır." Ve'n-nâsi ecmaîn. "Ve bütün insanların laneti vardır."
Lanet ne demek?
"Allah'ın rahmetinden kovulmak ve uzaklaştırılmak" demek. O mânaya geliyor. "Kapıdan kovulmak, Allah'ın rahmetinden mahrum, uzak, dışarıya atılmak…" mânasına.
Korkunç bir şey! Düşünün; içeriye girmişken tutulup yaka paça dışarıya atılmak, uzaklaştırılmak ne kadar kötü! Lanet çok fena, Allah'ın lanetine uğramak çok kötü! Allah celle celâlüh o duruma düşürmesin, hidayet yolundan cümlemizi ayırmasın.
Beyyinât, beyyine kelimesinin çoğulu; "açık seçik belgeler" demek.
Hüdâ da, hidâyet kelimesinin bir başka masdarı: Cenâb-ı Hakk'ın ilâhi belgeleri, bilgileri insanları hidayete götürecek ikazları, uyarıları, eski peygamberlere indirilen kitaplarda açıklanmış olan belgeler.
Çünkü Cenâb-ı Hak her şeyi insanlara ikaz ediyor, öğretiyor. Yapmayınca suçlu olan, insanlar.
Bunlar Allah'ın lanetine, meleklerin lanetine ve insanların lanetine uğrayacaklar!
"İnsanlar…" umumî bir tabir, bu insanların lânetine kâfirler nasıl uğrayacak?
Mü'min olan insanların lânetine mi uğrayacaklar yoksa insan kendisine lanet eder mi?
Evet, [eder]. Mesela kâfirler kendilerine zulmedenlere lanet edecekler, "Zalimlere lanet olsun!" diyecekler. Kâfir olmak da zulüm olduğundan kendilerine lanet etmiş olacaklar. "Kıyamet gününde ilk önce Allahu Teâlâ hazretleri lanet edecek. Onlar lanet edince melekler lanet edecek. Sonra insanların hepsi lanet edecek!" diyen alimler de var. Kâfir de kendisine böylece lanet etmiş olacak.
Hâlidîne fî hâ.
Bu oyuncak değil, küçük değil, geçici, önemsiz değil; çok önemli bir olay! Cehennemde ebediyyen bu lânette kalacaklar.
Fî hâ'nın hâ zamiri nereye gidiyor?
Ya "cehennem"e gidiyor, çünkü cehennem müennestir. Ya da "lanet"e gidiyor, "Bu lanette ebediyyen kalacaklar!" demek.
Çünkü cehennem kelimesi geçmediğinden, geçmeyen bir kelimenin orada zamiri olmaması düşünülebilir. Ya da herkes biliyor diye olduğu düşünülebilir.
Hâlidîne fî hâ. "Lanette ebedî kalacaklar. Allah'ın lanet yeri, lanet ettiği, rahmetinin olmadığı gazabının olduğu yer de cehennem! Cehennemde ebedî kalacaklar, çıkmak yok!" Lâ yühaffefü anhümü'l-azâb. "Onların üzerinden azabın biraz kaldırılması, azaltılması da yok! Aynı şiddetle ilk başından olduğu gibi sonuna kadar o şiddetle azaplanacaklar!" Ve lâ hüm yünzarûn. "Kendilerine hiçbir şekilde nazar da olunmayacak, teveccüh olunmayacak!"
Hatta cehennemin kapıları kapatılacak, arkasından da iyice takviye edilecek!
Kapılar açılmasın diye kalaslar filan konulur, takviye edilirdi. Takviyeli bir şekilde [kapatılacak]. Ölüm olayı kaldırılacak. Cennettekilerin de ölmesi yok, cehennemdekilerin de ölmesi yok. Ölüm bir koç şeklinde cennetle cehennem arasına getirilip kurban edilip yok edilecek! Yok edildiği insanların mâlumu olacak, herkes bilecek!
Artık cehennem halkı kan ağlayacak! Kan ağlayacaklar ama ağlamanın bir faydası yok, ebediyyen cehennemde kalacaklar!
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi lütfuna eren kullarından eylesin. Rızasına vasıl olmayı nasip eylesin. Sevdiği, razı olduğu kul olarak yaşayalım, huzuruna sevdiği razı olduğu kul olarak varalım. Rabbimiz bizi cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin.
Çok mu zor?
Aziz ve sevgili dinleyiciler!
Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlerini dinleyip âyetlerini anlayıp da Allah'a itaat etmek çok mu zor? Çok mu zor bir şey müslüman olmak, mü'min olmak?!..
Hayır, hiç zor değil ama bu kolay şeyi insanlar maalesef yapmıyorlar. Şeytan insanları aldatıyor.
Burada lanet meselesinde bir de bölüm koymuşlar. Peygamber Efendimiz bildiriyordu, size geçtiğimiz hadis derslerinde okumuştum, ben lanet konusunu özet olarak söylüyorum:
"Lanet etmek iyi değildir. Bir kimse lanet ederse lanet havaya çıkar, lanet ettiği kimseye kadar gider. Lanet ettiği kimse o lanet müstahak ise o lanet onu bulur, onu mahveder. Ona layık değilse o adam iyi bir kimse de bu; haksızlıktan, kızgınlıktan lanet etmişse o zaman lanet döner, söyleyenin yanına gelir, tepesine iner. Tepesine inen, kızan, yanlışlıkla lanet etmiş olan insan da lanete müstahak bir insan değilse iyi bir insansa o zaman orada da durmaz. O lanet bu sefer kalkar kâfirlere gider, onları helâk eder!"
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Ey mü'min, hiçbir şeye lanet etmemeye gücün yeterse lanet etme!"
Lanet edicilik iyi değil. Ashâbı; kendisine ezâ cefâ eden kimselere lanet etmesini istedikleri zaman;
İşkence zor bir şey, tabii kolay değil.
"Şunlara lanet et de Allah kahretsin yâ Resûlallah!" deyince;
"Ben lanet edici bir peygamber olarak gönderilmedim!" buyurdu. Lanet etmedi, ıslahlarını istedi.
"Yâ Rabbi, afv ü mağfiret eyle! Onlar benim daha peygamberliğimi anlayamadılar." buyurdu, lutfetti. Lanet etseydi kahrolurlardı.
Bir keresinde birisi işlediği bir suçtan dolayı şeriatın cezasına mâruz oldu. Ceza uygulandı. Birisi de ona, "Allah'ın laneti üzerine olsun!" diye lanet edince Peygamber Efendimiz ona dedi ki;
Lâ tel'anhü. "Ona lanet etme! Evet, o içki içti diye şimdi ona meydan dayağı çekiliyor, ceza şeriatın cezası ama;
Fe innehû yuhibbullâhe ve resûlehû. "O Allah'ı ve Resûlünü seven bir insandır. Kendisini tutamadığından böyle yaptı, lanet etme!" dedi.
Bir de tabii hadd-i şer'î uygulanan kimse o cezayı çekince dünyada cezayı çekmiş oluyor, âhirette ceza olmuyor. Ona lanet etmek doğru olmuyor.
"Peki, o zaman hiç kimseye mi lanet edilmeyecek?"
Kâfire lanet edilebilir. Çünkü Allah kâfirlerin lanetlik olduğunu bildiriyor.
"Umumi olarak lanet edilir de acaba muayyen bir kişiye adıyla, sanıyla lanet edilir mi?"
Alimler demişler ki;
"Lanet edilmez. Çünkü o belki bir zaman sonra gelir müslüman olur. Lanet edersen onun helâkını istemiş oluyorsun. Onun için, muayyen bir kimseye lanet edilmez!" demişler. Ama bazıları da suçu işlediği takdirde olabileceğini, bazı hak eden kimselere lânetin yapılabileceğini uygun görmüşler.
Onun için bu konuda doğru olan, hadîs-i şeriflerden anlaşılan; umumî mânasıyla suç işleyenlere lanet edilebilir. Muayyen kişilere ismiyle cismiyle lanet edilmez, ıslah olması temenni olunur. Eğer lanet edilen muayyen kişi müstahak değil de sen hatalı olarak kızgınlıktan, yanlışlıktan lanet etmişsen sana gelmesi muhtemeldir. İhtiyaten lanet etmemek daha iyidir.
Demek ki bildiğimiz gerçekleri anlatacağız.
Allah cümlemize İslâm'a güzel hizmet etmeyi nasip etsin. Cümlemizi sevdiği kul eylesin. Huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varalım. Rabbimiz bizi kahrına gazabına uğramayanlardan, lütfuna rahmetine erenlerden eylesin. Sevdiği kullarından eylesin. Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!