es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Cenâb-ı Hak iki cihanda cümlenizi aziz ve bahtiyar eylesin...
Allah'ın izniyle Bakara sûre-i şerîfesinin 165, 166 ve 167. âyet-i kerîmeleri üzerinde sohbet etmek istiyorum.
Önce besmele çekerek, âyet-i kerîmelerin mübarek metinlerini okuyalım.
Eûzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve mine'n-nâsi men yettehizu min dûnillâhi endâden yuhibbûnehüm ke-hubbillâhi vellezîne âmenû eşeddü hubben lillâhi ve lev yerallezîne zalemû iz yeravne'l-azâbe enne'l-kuvvete lillâhi cemî'an ve ennellâhe şedîdü'l-azâbi.
İz teberraellezîne't-tübi'û minellezîne't-tebe'û ve raevü'l-azâbe ve tekatta'at bi-himü'l-esbâbü.
Ve kâlellezîne't-tebe'û lev enne lenâ kerraten fe-neteberrae minhüm kemâ teberraû minnâ ke-zâlike yürîhimullâhu a'mâlehüm haserâtin aleyhim ve mâ hüm bi-hâricîne mine'n-nâri.
Sadakallâhulazîm.
Bir önceki sohbetimizde geçen âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hak Teâlâ'nın çeşitli âyetleri, âyât-ı kevniyyesi, nimetleri anlatılarak Cenâb-ı Hakk'ın varlığına, birliğine bu sayılanların delil olduğu belirtilmiş idi. Onları konuştuk, anlattık, ifade ettik. Bu kadar delillere rağmen, yani insan gözünü açıp çevresini ilim ve irfan gözüyle, basîretle incelerse, Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, birliğini, kudretini, sanatını, yaratıklarındaki harika yaratılış özelliklerini görünce, yaradanı anlarlar ve Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, birliğini böylece çok açık bir şekilde, açık seçik, zâhir ve bâhir bir şekilde görürler, görmeleri gerekirken;
Ve mine'n-nâsi. "İnsanlardan da bazıları vardır ki."
Oluyor, görüyoruz, tarihte olmuş şimdi de var.
Men yettehizü min dûnillâhi endâden. "Allah'ı bırakıp da Allah'ın ötesinde, Allah'tan ayrı bir takım emsâl, nazîr, misâl, karşıt durumunda karşı varlıkları kendilerine mâbud edinirler." Yuhibbûnehüm ke-hubbillâh. "Ve o edindikleri bâtıl mâbudları, mü'minlerin Allah'ı sevdiği gibi severler."
Sanki Allah'ı seviyorumuş gibi, Allah'ı sevmeleri lazım geldiği gibi; sevgilerini, muhabbetlerini, saygılarını yanlış bir yere sarf ederek, onları, o edindikleri putları severler.
Vellezîne âmenû. "Halbuki iman eden mü'minler." Eşeddü hubben lillâhi. "Allahu Teâlâ hazretlerine karşı içten, samimi muhabbetle çok daha [fazla,] en güzel şekilde muhabbete sahiptirler."
Onlar o kadar da yapmazlar, edindikleri tanrıları mü'minlerin Allah'ı sevdiği kadar da sevmezler.
Ve lev yerallezîne zalemû. "Bu Allah'tan gayri putlar edinip, onlara tapınan bu kâfirler, bu müşrikler keşke görselerdi ki." İz yeravne'l-azâbe. "Âhirette, kıyamette azabı gördükleri zaman." Enne'l-kuvvete lillâhi cemî'an. "Bütün güç, kuvvet, hepsi Allah'ın elinde olduğunu, güç kuvvet sahibi Hâlık Teâlâ, yaratıcı mevlânın Allah olduğunu görürlerdi." Ve ennellâhe şedîdü'l-azâb. "Ve orada Cenâb-ı Hakk'ın nasıl şiddetli azabı olduğunu görürlerdi."
Şimdi burada, ve mine'n-nâsi men yettahizu min dûnillâhi endâden [derken;] endâd, niddün kelimesinin çoğuludur. Niddün'ün çoğulu endâd geliyor. Yani "emsâl, emsâli, nazîri" demek. Allah'ı bırakıp Allah'ın emsâli, Allah yerine, Allah'a nazîr olarak, Allah gibi mâbudlar ediniyorlar.
Kim bunlar?
Puta tapıcılar, esas itibariyle müşrikler.
Bu arada bir hadîs-i şerîfi de okuyarak öteki izahata ondan sonra geçeyim. Sahihayn'de yani İmam Buhârî ve Müslim rahmetullahi aleyhimâ'nın hadis kitaplarında, Abdullah b. Mes'ud radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş bir hadîs-i şerîf var. Abdullah b. Mes'ud buyuruyor ki:
Kultü: "Ben dedim ki Peygamber Efendimiz'e." Yâ rasûlallâh! "Ey Allah'ın elçisi, resûlü!" Eyyü'z-zenbi a'zamu? "Kulların işlediği günahlardan en büyüğü, en muazzamı, en korkuncu, en fazîsi ve en fecîsi hangisidir?" diye sordum. Kâle. "Bu soruma cevap olarak Peygamber Efendimiz buyurdu ki:" En tec'ale lillâhi nidden. "Allah'a emsal düşünmen, tasavvur etmen, yani şirk koşup, bir başka mabudu Allah yerine, mâbud yerine koyup ona tapınman." Ve hüve halekake. "Seni Allah yarattığı halde..."
[Seni] O yarattığı halde, aklında Allah'a emsâl ve nazir düşünüp, onu mâbud edinip, ona tapınmandır. En büyük günah budur.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, en büyük günahları sayarken de, Allah'a şirk koşmayı en büyük günah olarak, kesin olarak belirtmiştir. Bu hadîs-i şerîften de anlaşılıyor.
Onun için mü'minlerin sağlam, doğru itikadda olmaları, itikadlarının düzgün olması çok önemlidir.
Osmanlı şairlerinden birisi diyor ki;
Belki makbûl ola noksân-ı amel,
Olmasın lîkin akîdende halel!
Yani, "İbadetleri çok yapamamışsan, nafile oruçları, namazları, tesbihleri, hayırları, hasenâtı çok yapamamışsan bile, belki bunları Cenâb-ı Hak mâzur görür ama, akidende bir çatlaklık, bozukluk, yanlışlık olmamasına çok dikkat etmen lazım! Akidende böyle bir şey olmasın!" diyor.
Doğrudur. En önemli işimiz Allah'ın varlığını birliğini doğru anlamak, Allah'a şerik koşmamak, Allah'tan gayriye tapmamaktır. Bu müşrikler putları, kendi elleriyle yaptıkları mâbudları, kendilerine mâbud ediniyorlar ama bunları da tam sevmiyorlar. Biraz daha başkasını gördüğü zaman; başka bir kabilenin mâbudunu daha süslü, daha büyük, daha cafcaflı, şâşaalı görünce, kendisininkini bırakıp onu alırlarmış. Bir de, müşrikler ferah zamanlarında putlara taparlarmış ama başları dara geldiği zaman, o zaman Cenâb-ı Hakk'a dönerlermiş. Yani işleri karışık ve yarım yamalak.
Fe-izâ rakibû fi'l-fülki. "Gemiye bindikleri zaman, fırtına çıktığı zaman, batma tehlikesi belirdiği zaman, dalgalar gemiyi dövmeye başladığı zaman." De'avüllâhe muhlisîne lehü'd-dîn. "O zaman, başkasına değil, sırf Cenâb-ı Hakk'a hâlisâne ibadet ederler, dua ederler, niyaz ederler." "Ama karaya çıktıkları zaman, eski şirklerine, küfürlerine devam ederler." diye, böyle döneklikleri de belirtiliyor.
Severler ama işte öyle yarım yamalak severler. "Bir Allah sevgisi vardır ama şerik koştukları putları vardır, Allah'ın sevgisi yanında onları da severler. Veyahut o putların sevgisi yanında Allah'ı da severler." mânasına gelir diyor bazı müfessirler.
Bazı tefsir kitaplarında da buyuruluyor ki; "Hayır, onlar putları edinirler ve mü"minlerin Allah'ı sevdiği gibi, o putlarını severler. Yani onların Allah sevgisi yok; olsaydı, şerik koşmazlardı." diye anlam veriyorlar.
Sonra, tefsir kitaplarında ifade ediliyor ki, "İnsanların Allah'tan gayri bağlandığı şeyler sadece taştan, ağaçtan yontup, heykel yapıp karşılarına diktikleri putlar değildir; ayrıca Allah'a isyanda itaat ettikleri seyyidleri, başkanları, reisleri, büyükleri, hükümdarları, komutanları... neyse, onlar da bu şeye, yani, yettahizu min dûnillâhi endâden'e dahildir." Allah'ı bırakıp da, Allah'tan gayri edindikleri nidler, emsâl ve nazîrler grubuna bunlar da girerler, mânasına bunu da beyan ediyorlar. Zaten bu âyet-i kerîmede de buna işaret var.
"İnsanlardan bir kısmı" ne yapıyorlar?
"O kimseler ki, insanlardan bir kısmı." Yettahizu min dûnillâhi endâden. "Putlar ediniyorlar; nidler, emsal, nazîrler, karşıtlar ediniyorlar, inanıyorlar." Yuhibbûnehüm. "Onları seviyorlar." Ke-hubbillâh. "Allah sevgisi gibi..."
Burdaki hüm Arapça'da, zevil-ukûl yani akıl, can sahibi varlıklar için kullanıldığından bundan maksat, insanların kendilerine itaat ettikleri, mafya reisleri, kabile başkanları, haşmet ve kuvvet sahibi, ikbal ve mevkî sahibi, hüsün ve gösteriş sahibi, servet ü sâmân sahibi kimler varsa; ağaydı, başkandı, bilmem şuydu buydu diye, onlara böyle elpençe divan durup da bağlanıyorlar ya, işte onlar da bu âyet-i kerîmede anlatılan insanların durumuna düşüyorlar. Çünkü;
Yuhibbûnehüm ke-hubbillâh. Seviyorlar, emrini tutuyorlar, itaat ediyorlar... İtaat edince, ona tapınmış gibi oluyor. Onun için âyet-i kerîmelerde bazı insanların nefsini put edinip ona tapındığı [bildiriliyor.]
E-fe-raeyte meni't-tehaze ilâhehû hevâhü. [Hevâ ve hevesini tanrı edinen kimseyi gördün mü?] Hevâ-yı nefsini put edinmiş.
Yani ne demek?
Nefsinin arzularını esas kabul ediyor, ona uyuyor, onu dinliyor, ona itaat ediyor.
Demek ki sözünü dinleyip, itaat edip, [emrini] uyguladığını put edinmiş oluyor. Bazen bu nefis putu olur, bazen karşısında bir kişi olur, bazen de bir reis olur... Bazen de kahramanlar, hükümdarlar, dilberler put edinilmiş oluyor. Tarih boyunca işte bunlar hem ayrıca putlara taptıkları gibi, bunlara da itaat ettiklerinden, yine Allah'a karşı bunları edinmiş oluyorlar.
Bazıları da doğrudan doğruya bunları kendilerine mâbud edinmişlerdir. Mesela Firavun'a tapınmışlardır, Firavun'u mâbud edinmişlerdir, heykelini yapmışlardır, ona ibadet etmişlerdir. Buda'yı mâbud edinmişlerdir, halbuki Buda bir insandı, ona tapınıyorlar, vesaire...
Bazen de Allah'ın sevgili kullarını, sevilen kullarını kendilerine put ediniyorlar, ona tapınıyorlar; Hz. İsa'ya, Allah'ın peygamberi olduğu halde tapındıkları gibi.
İşte Allah varken, birken, yerdeki gökteki bütün gözlemler Allah'ın varlığını, birliğini gösterecekken, insanların bir kısmı maalesef başka putlar, başka mâbudlar, başka tapınılan varlıklar bulup; kafalarından, akıllarından uydurup onu sevip, ona itaat ediyorlar. Ama yanlış tabii, çok büyük suç, çok büyük günah.
İnne'ş-şirke le-zulmün azîm. "Şirk koşmak çok büyük bir zulümdür." Ve Allah'ın affetmeyeceği [bir günahtır.]
İnnellâhe lâ yağfiru en yüşreke bihî ve yağfiru mâ dûne zâlike li-men yeşâü. "[Allah] müşriki affetmeyecek, ama dilerse başka günahkârların hatalarını affedebilir, bağışlayabilir."
Dilediği kimseleri bağışlar ama müşriki aslâ affetmesi olmayacak. Onun için müşrik olmamağa, Allah'tan gayriye bağlanıp, dalkavukluk edip, yaltaklanıp [yoldan çıkmamağa] gayret etmek lazım! Bunun yanlışlığını çok kuvvetli bir şekilde öğrenmek ve öğretmek lazım!
Sonra?
Vellezîne âmenû eşeddü hubben lillâh. "Mü'minler Cenâb-ı Hak Teâlâ'yı böyle, bu müşriklerin putlarını sevdiğine benzer şekilde değil, çook kuvvetli bir şekilde severler."
Burada mü'minlerin Allah sevgisi anlatılıyor, isbat ediliyor.
Bana bir korgeneral gelmişti, o zaman fakültede doçent idim. "Amerika'da birtakım dostlarım var, onlar bana Paşa Baba derler. Mektup gönderdiler, bak Türkçe'de biliyorlar hocam. Mektupta ne diyorlar?" dedi.
Baktım 20-30 sayfa, başı yazılmamış, belirtilmemiş İngilizce [bir] kitabın sayfalarını fotokopi etmişler, Paşa Babalarına göndermişler. Korgeneral, kurucu mecliste filan görev yapmış, yüksek bir zât idi. Diyorlar ki:
"Paşa Baba, hanımımla beraber ellerinden öperiz. Bu sayfaları oku, fikirlerini söyle!"
Şu kitaptan alınmış demiyor. Demek ki kitap başlığını saklamaları gereken bir kitap; öyle anlaşılıyor. İsmini, yazarının kim olduğunu söylemek istemiyorlar demek ki. Korgeneral Paşa da bana geldi;
"Hocam, ben bu konuları iyi bilmiyorum, bana yardımcı olun. Siz cevabını Türkçe yazın, ben İngilizceye çevirip göndereyim. Bunlar galiba müslüman olacaklar?" dedi.
Ben de tabii ilgilendim, okudum. Baktım, baştan sona İslâm'a haksız hücumlar; yersiz, yanlış hücumlarla dolu bir kitap. Ondan sonra hıristiyanları öğütlüyor, hıristiyanları müslümanlara karşı kışkırtıyor, diyor ki;
"Müslümanlar hıristiyanların bu üçlemesini, teslisini, tiriniteyi anlamazlar; onun için onlara şöyle hareket edin, böyle hareket edin." diye yalan yanlış şeyler söylüyor. Hıristiyanlığı medhediyor, müslümanlığı çok fena halde kötülüyor. Paşa Baba'dan da, "Bu hususta ne dersin?" diye cevap istiyor. Paşa Baba da onları müslüman olacak sandığı için, bana gelip, benden yardım alıp, cevap gönderecek.
Ben okudum, yanlış, mesela diyor ki;
"Müslümanlar hiç Allah sevgisini bilmezler."
İşte burada âyet-i kerîme var, Kur'ân-ı Kerîm'in ayeti: Vellezîne âmenû eşeddü hubben lillâh. "[Mü'minlerin] Allah'ı sevmek hususunda, müşriklerin hiç yanına yanaşamayacağı derecede yüksek sevgileri vardır."
Nereden belli bu sevgi?
Mallarını Allah yolunda vermelerinden belli... Canlarını Allah uğrunda cihadlarda fedâ etmelerinden belli... İbadetlere sabretmelerinden, Ramazan'da oruç tutmalarından belli... Hayır hasenât yapmalarından, çeşmeler, yollar yapmalarından belli... Geceleri gözyaşları ile ibadetler edip, Cenâb-ı Hakk'a yana yakıla kulluk etmelerinden belli... Yunuslardan belli, Mevlânâlardan bellli...
Yalan söylüyor, iftira ediyor, yani garazkâr. Ama işte âyet-i kerîme: Vellezîne âmenû eşeddü hubben lillâh. Ben bunları böyle yazıp verdim. Paşa hazretleri de göndermişti.
Ve lev yerallezîne zalemû iz yeravne'l-azâbe enne'l-kuvvete lillâhi cemî'an ve ennellâhe şedîdü'l-azâbi.
Ve lev yerellezîne zalemû. "Ah, keşke zulmedenler, yani şirk edip de, kendilerini tehlikeye sokup da, kendilerini azâba müstehak duruma getirip de, kendi kendilerine haksızlık etmiş, kötülük etmiş olanlar, keşke görselerdi."
Kimler görselerdi?
Ellezîne zalemû. "Zulüm edenler."
Bu müşrikler, bu zâlimler, bu haksız işi yapanlar, bu puta tapanlar görselerdi.
İz. "O zamanı ki." Yerevne'l-azâbe. "Onlar azâbı âhirette karşılarında görürler."
Mahkeme-i kübrâda mahkum olurlar, cehennemlik oldukları belli olur, azâb karşılarında...
Enne'l-kuvvete lillâhi cemîâ. "Bütün gücün kuvvetin, kudretin, kâinatın tasarrufunun Allah'ta olduğunu o zaman görürlerdi." Ve ennellâhe şedîdü'l-azâb. "Ve Allah'ın bu müşriklere, kâfirlere ne kadar şiddetli azâb edici olduğunu görürlerdi."
Burada ki yerâ kelimesi yazılış bakımından aynı olan, bir başka şekilde de bir kıraat daha var, terâ [okunur.]
O zaman terâ kıraatine göre mâna ne olur?
Ve lev terâ. "Ey Resûlüm! Sen görseydin." Ellezîne zalemû. "İşte bu müşrikleri, bu zâlimleri, onlar azâbı gördükleri zaman, gücün kuvvetin Allah'ta olduğunu anladıkları ve azâbın ne kadar korkunç olduğunu farkettikleri zaman görseydin!"
Başka âyetlerde de böyle başlangıçlar var. Başka sûrelerde, Ve lev terâ izizzâlimûne diye başlayan âyetler de gelecek. Bu rivayet de olabilir. Bu rivayet de var ama bizim Kur'ân-ı Kerîm'deki yazılan rivayet yerâ diye; yani muzâri, müfred, gâib sigasıyla.
Burada "Ve görselerdi.." deniliyor, ondan sonra sonucu bırakılıyor. Bu, "Azâbın ne kadar şiddetli olduğunu kendileri idrak etsinler, söz onlara tesir etsin." diyedir. Türkçe'de de, "Sen bunu yaptın ama başına neler gelecek olduğunu bir bilsen!.." deriz, "Bir bilsen başına gelecekleri!.." deriz, sonucu, cezayı söylemeyiz. O daha tesirli olur. Onun için, onların ne kadar korkunç cezalara mâruz bırakılacakları böyle bir ifadeyle anlatılmış.
Elmalılı rahmetli, bu âyet-i kerîmenin izâhında geniş bir bölüm ayırmış.
İnsanlar tabii târih boyunca Allah'tan gayrı nelere tapmışlar?
Mâhiyetini anlayamadıkları gök cisimlerine, kudret izâfe ederek güneşe, aya, yıldızlara tapmışlar.
Başka nelere tapmışlar?
Kendi içlerinden yetişmiş hükümdarlara tapmışlar. İnsan... Onlar gibi insan. Mesela firavunlara taptıkları gibi, Nemruda taptıkları gibi... Onlar "Ben tanrıyım!" demiş. Ötekileri de "Haydi sen bizim tanrımızsın!" demişler, tapmışlar.
Bazıları da başka hayvanlara tapmışlar. İşte öküze tapmak gibi, timsaha, kobra yılanına, beyaz ayıya tapmak gibi... Vahşi kabilelerin çeşitli mahluklara tapınması gibi şeyler... Bir de tabii kendilerine sevgiyle, saygıyla bağlanılıp, itaat ediyen hükümdarlar, komutanlar, kahramanlar filan... Bu da doğru olmuyor. Yani Allah'a isyanda birilerine itaat edildi mi ona ibadet edilmiş gibi oluyor. Burada bir açıklama yapmak gerekiyor:
Biz Peygamber Efendimiz'i sevmeyecek miyiz?
Seveceğiz.
Çünkü zaten Kur'ân-ı Kerîm'de Allahu Teâlâ hazretleri buyurmuş;
Kul in küntüm tuhibbûnellâhe fettebi'ûnî yuhbibkümullâhu ve yağfirleküm zünûbeküm.
Yani Peygamberi seveceğiz.
Evliyaullahı sevecek miyiz, hocalarımızı sevecek miyiz, babamızı sevebilir miyiz, annemizi sevebilir miyiz, çocuğumuzu sevebilir miyiz?
Tabii severiz...
Yani sevginin meşrû olanı var ve hududu var.
İnsan babasını sever ama babası günahı emrederse, "Oğlum haydi bakalım, ben sana yankesiciliği öğrettim, git şu adamın cebinden cüzdanını çal!" [derse;] işte bu itaat edilecek bir emir değil. Babasının emri yanlış. Yanlış emir, Allah'a isyanı, günahı [emreden] emir dinlemez ama Allah yolunda giden Allah'ın iyi kullarını sevmek de dinin esaslarındandır.
Mesela ezanımızda, ikâmetimizde Peygamber Efendimiz'e sevgimizi ifade ediyoruz. Namazımızda, tahiyyatımızda, salât ü selâmımızda Peygamber Efendimiz'e sevgimizi ifade ediyoruz. Çünkü o sevgi emredilmiş, ona salât ü selâm getirmek emredilmiş, bağlılık emredilmiş.
Bu nedir?
Burada bir incelik şudur: Birisi, Allah'a karşı rakip olarak bir şeyi sevmek, şirk oluyor; ötekisi de makbul olan, emredilen de Allah için sevmek oluyor. Allah'ı seven, Allah için de Allah'ın bazı kullarını sever. Allah için, Allah'la ilgili olan şeyleri sever.
Allah'ın kitabını severiz.
Neden?
Allah'ın kitabı, Allah'ın kelâmı; onun için severiz.
Allah'ın peygamberini severiz. Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ Efendimiz'i seviyoruz. Hz. İsâ Efendimiz'i seviyoruz. Hz. Meryem vâlidemiz'i seviyoruz. Hz. Musâ aleyhisselam'ı seviyoruz.
Neden?
Allah'ın mübarek kulları diye seviyoruz.
Yani Allah için sevmek câizdir, güzeldir, sevaptır, tavsiye edilmiştir. Çünkü İslâm sevgi ve muhabbet, kardeşlik ve toplum yaşamı dinidir. Elbette bir sevgi olacak. Kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevecek, kardeşini Allah rızası için sevecek. Kardeşiyle, Allah rızası için din kardeşliği yapacak. Âhiret kardeşi olacak, "âhiretlik" dediğimiz âhiret kardeşliğini yapacak. Bunlar güzel. Bunu şey yapmak, [geliştirmek] lazım.
Burada bir noktaya daha işaret ediyor. Yani Allah için sevmek; bunu ayırmak lazım! el-Hubbu fillâh, el-hubbu lillâh; bunlar makbul sevgiler.
Bir de, bazıları da bu Allah'tan gayrı nidd edinmek, yani emsâl edinmek meselesinde Allah'ın mübarek evliyâsını sevmeyi de bu şirke bağlamak istiyorlar. Bu da çok yanlış bir şey. Elmalılı, buna da bir bahis ayırmış, güzel izahat vermiş. Bunun yanlışlığını gayet güzel beyan etmiş.
Onlar böyle kabirleri ziyareti uygun görmüyorlar. Geçmiş insanları ziyareti uygun görmüyorlar. Rahmetle yâd etmeyi uygun görmüyorlar. Hepsini kesmek isteyen halleri var. Bu da yanlış...
"Eğer siz böyle bütün sevgileri istemiyorsanız o zaman kendi başınızdaki emirlere sevgi göstermemeniz, tâzim etmemeniz, ziyaret etmemeniz lazım. Peygamber Efendimiz'in kabrini ziyareti bile çok görüyorsan o zaman saraya hiç gitme! Emir'i hiç ziyaret etme!" diye yıllar önceden bu şeyleri güzel teşhis etmiş, tefsir sayfalarında gayet güzel şey yapmış [izah etmiş.] Bu kabir ziyaretini yasaklamaya kalkışanların, Peygamber Efendimiz'in kabrini ziyarete karşı olanların vesairenin hatalarını da beyan etmiş. Yani Allah için sevgiyle, Allah'ın sevmediği sevgi cinsini güzelce açıklamak gerekiyor. Güzel açıklama yapmış; Allah razı olsun, Allah rahmet eylesin...
İz teberraellezîne't-tübi'û [minellezîne't-tebe'û ve raevü'l-azâbe ve tekattaat b-ihimü'l-esbâbü.]
Bu, 166. âyet-i kerîme de yine edat-ı tezkirle, yani hatırlatma, eski bir olayı hatırlatımak bâbında kullanılan bir edatla başlıyor.
İz "Hatırla hani o zamanı ki..." Ama bu sefer eski değil, ileride âhirette olacak bir olayı Cenâb-ı Hak kendi ilm-i ilâhîsiyle olacağı olmadan evvel, Peygamber Efendimiz'e "İleride böyle olacak!" diye bildiriyor.
Teberraellezîne't-tübi'û. "Kendilerine tâbi olunanlar teberrî edecekler." Yani, "Bizim ilişkimiz, alâkamız yok, biz bunlardan değiliz, bunlar bizden değildir." diye kendilerini çekecekler, kendilerine bağlı olanlarla bağlantıları inkâr edecekler. Bakın burada da endâden yühibbûnehüm. Reisler, mafya çetesi başkanları vesaireler, yanlışlıkla kendilerine bağlanan kimseler, hepsi giriyor işin içine.
Ama önce ne dediklerini söyleyelim, sonra başka izahları, başka görüşleri de anlatacağım: "Kendisine tâbi olunanlar teberrî edecekler. Yani 'Yâ Rabbi! Yok bizim alâkamız bunlarla... Biz bunlardan değiliz, bunların yaptıklarına razı değiliz.' diyecekler."
Kimlerden teberrî edecekler, kendilerini sıyıracaklar, alâkamız yok diye reddedecekler, inkâr edecekler?
Minellezîne't-tebe'û. "Kendilerine tâbi olanlardan sıyrılacaklar, alâkalarını reddedecekler." Ve raevü'l-azâb. "Ve azabı görecekler." Ve tekatta'at bi-himü'l-esbâbü. "Ve aralarındaki bütün bağlantılar, birbirleriyle dünyadayken mevcut olan alâkalar, hepsi kesilmiş olduğu zaman, ah o zamanı da bir görsen ey Resûlüm!" veyahut, "Ey mü'minler! O zamanı bir düşünseniz, bir görmüş olsanız." gibi bu 166. âyet-i kerimede böyle bildiriliyor.
Bu kendisine tâbi olunanlar kimler?
Dünyadayken kendisine tapınılan putlar, âhirette kendi putperestlerini, kendilerine tapanları reddedecekler; bir bu mâna var... Bir de, "Bunlar meleklerdir." demiş bazı alimler. Kendilerine, "Melekler Allah'ın kızlarıdır." diye tapınanlar olmuş, Kur'ân-ı Kerîm'den biliyoruz. Melekleri kendilerine mâbud edinenler olmuş. Onlar diyecekler ki;
"Yâ Rabbi! Bizim bunlarla hiç alâkamız yok!" Teberra'nâ ileyke mâ kânû iyyânâ ya'budûne. "Biz bunlardan sıyırıyoruz kendimizi; onlar bize tapmıyorlardı."
Kâlû sûbhâneke ente veliyyünâ min dûnihim. "Seni tesbih ve takdis ederiz yâ Rabbi, sen bizim velîmizsin! Bizim onlarla hiç alâkamız yok..." Bel kânû ya'budûne'l-cinne. "Belki bunlar bize değil, cinlere tapıyorlardı. Ekseruhüm bi-him mü'minûne, diyecekler. Cinler de, kendilerine tapınan kimselerden böyle teberrî edecekler.
Ve izâ huşira'n-nâse kânû le-hüm a'dâen. "Mahşer yerinde düşman gibi davranacaklar kendilerine tapınanlara." Ve kânû bi-ibâdetihim kâfirîne. "Onların tapışlarına inkârda bulunacaklar." Bu hususta çok âyetler var.
Vettahezû min dûnillâhi âliheten liyekûnû lehüm izzân kellâ se-yekfurûne bi-'ibâdetihim ve yekûnûne aleyhim dıddâ. diye onlara karşı zıd olacakları bildiriliyor.
İnneme't-tehaztüm min dûnillâhi evsânen meveddete beyniküm fi'l-hayâti'd-dünyâ sümme yevme'l-kıyâmeti yekfüru ba'düküm bi-ba'dın. Sizler ötekileri inkar edeceksiniz. Ve yel'anü ba'düküm ba'dâ. "Siz onlara, onlar size; tapanlar, tapınanlar birbirlerine lânet edecek." Ve me'vâkümü'n-nâru. "Hepinizin yeri cehennem olacak." Ve mâ leküm mi'n-nâsırîne. "Kimse de size yardım etmeyecek. Bir yardımcı bulamayacaksınız."
Ve lev terâ izi'z-zâlimûne mevkûfûne inde rabbihim yerci'u ba'duhüm ilâ ba'dıni'l-kavle. "Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda biribirleriyle söz dalaşı yapacaklar." Yekûlüllezînestud'ifû lillezînestekberû. "Aldatılan, horlanıp, zayıf görülüp de tâbi kılınanlar, o kibirli, kendilerine tâbi olunan kimselere diyecekler ki." Lev lâ entüm le-künnâ mü'minîne. "Bre insafsızlar, zalimler! Siz olmasaydınız biz mü'min olurduk. Siz bizi aldattınız!" diyecekler. Kâlellezînestekberû. "O tâbi olunan ruesâ takımı, kibirli, ululanan; tanrıyım, bilmem neyim diye kendisini yükseklere çıkartıp da insanları kendisine bağlayanlar da diyecekler ki." Lillezînestud'ifû. "O aldatılıp, zayıf görülüp, gücü olmayan o insanlara, düşkünlere diyecekler ki." E nahnü sadednâküm ani'l-hüdâ ba'de iz câeküm. "Size geldikten sonra, hidâyet yolundan biz mi sizi saptırdık? Bel küntüm mücrimîn. "Asıl suçlu sizsiniz!" diyecekler.
Ve kâlellezînestud'ifû lillezînestekberû. "O düşkünler büyüklük taslayanlara diyecekler ki." Bel mekru'l-leyli ve'n-nehâri iz te'mürûnenâ en nekfüra billâhi. 'Gece gündüz hilelerle, Allah'a kâfir olmamızı bize siz emredip duruyordunuz. Bizi yanlış yollara sevkediyordunuz." Ve nec'ale lehû endâden. "Onun yerine emsallerine, başka şeylere gönül bağlamamızı, tapınmamızı siz söylüyordunuz." diyecekler.
Böyle söz dalaşları olacak. Bu tapınanlarla tapınılanlar, bağlananlarla bağlanılanlar, başkanlarla onların tebâları böyle dalaşacaklar.
Ve eserrü'n-nedâmete lemmâ raevü'l-azâbe. "Azabı gördükleri zaman da, çok pişmanlık izhâr edecekler. Ve ce'alne'l-ağlâle fî-ağnâkıllezîne keferû. "Ve bu kâfirlerin boyunlarına demir boyunduruklar bağlanacak." Hel yüczevne illâ mâ kânû ya'melûne. "Cezalarını çekecekler ama kendi ettiklerini bulacaklar." diye çeşitli âyet-i kerîmelerde böyle bildiriliyor.
Bir de bu kendisine tâbi olunanlar, tâbi olanlar meselesinde deniliyor ki: Bunlar şeytanlardır. Çünkü şeytanları da insanlar dinlediler ve şeytana aldandılar. Şeytanlar da orada yine bizim ilgimiz yok diyecekler. Onlar hakkında da bu konuda âyet-i kerîmeler var.
Ne diyecek şeytanlar?
Ve kâle'ş-şeytânu lemmâ kudiye'l-emru. "Allah'ın hükmü takdir olunup, cehennemlikler ayrıldığı zaman, şeytan diyecek ki." İnnellâhe ve'adeküm va'de'l-hakkı. "Cenâb-ı Hak size peygamber gönderdi, kitaplar indirdi, cenneti vaad etti, cehennemi ihtar eyledi ve va'dini yerine getirdi, mü'min kullarını cennetine soktu. Yine vaîdini yerine getirdi, cehennemlikleri de cehennemliklerin arasına ayırdı. Cenâb ı Hakk'ın va'di haktır, va'dinden hulfü yoktur." Ve ve'adtüküm. "Ben de sizi kandırmak için çeşitli vaadlerde bulundum." Fe-ahleftüküm. "Ama yapmadım." Ve mâ kâne liye aleyküm min sultânin. "Benim için size herhangi bir güç kuvvetim yoktu." İllâ en de'avtüküm fe-stecebtüm lî. "Ancak, ben size vesvese verdim, sizi kışkırttım, fikir verdim; siz de bu fikre uydunuz, bana tâbi oldunuz. Şeytana uydunuz, günahı işlediniz." Fe-lâ telûmûnî. "Beni kınamayın, bana laf söylemeyin, bana bağırıp çağırmayın." Ve lûmû enfüseküm. "Kendi kendinizi kınayın!' diyecek şeytan. Böyle bildiriliyor.
İz kâle li'l-insânikfur. "Şeytan kullara, 'Kâfir ol!' der, 'Küfre git!' der." Fe-lemmâ kefera kâle innî berîün minke innî ehâfullâhe rabbe'l-âlemîne. "Ondan sonra kâfir olunca da, 'Ben senden berîyim, seninle alâkam yok; ben Allah'tan korkarım!' der."
İşte bu bütün şeytan olsun, cinler olsun, melekler olsun, insanlar olsun, putlar olsun; cansız putlara da Allah orada bir hal verecek, dil verecek; onlar da kendisine tapınanlardan teberrî edecekler... Onlar da, "Bizim alâkamız yok!" diye inkâr edecekler. Hâsılı hepsi suçu biribirlerine yükleyecekler. Hakîkaten de insan şirke düştü mü, küfre düştü mü, suç kendisinindir.
Bugün dünyada, resmen dinsizliği telkin eden milletler var. Rusya yıllarca inançsızlığı, dinlerin afyon olduğunu, inançların yalan olduğunu anlattı durdu. Ama hayret ettim, bu eski reisicumhur [Yeltsin] ihtiyarlıktan [dolayı görevinden] ayrılırken, baktım ki yine papazların huzurunda oturmuşlar [merâsim yapıyorlar.]
Hâsılı işte böyle, biribirleriyle ilgisi olmadıklarını söylüyecekler, teberrî edecekler, inkâr edecekler ve azabı görecekler;
Ve tekatta'at bi-himü'l-esbâbe. "Aralarında hiçbir bağlantı kalmayacak."
Bu esbâb, Arapça'da sebeb kelimesinin çoğuludur. Aslında ip demek. İşçiler hurma ağacına çıkmak için ip kullanırlardı. Bellerinden ve ağaçtan geçen yuvarlak bir sarılı ip. O iple yukarıya kadar böyle attıra attıra çıkar, düşmezlerdi; bellerinden de bağlı çünkü. Hurmayı topladıktan sonra da, aşağıya doğru attıra attıra inerlerdi.
Sebeb, esbâb "ip" demek; yani bütün bağlar, ipler orada kopacak. Tapanla tapılan arasındaki, kandırılanla kandıran arasındaki bütün bağlar kopacak. Hepsi inkâr edecekler, hepsi kendisini temize çıkarmağa çalışacak, hepsi suçu ötekisinin üstüne atmağa çalışacak... Ama hiçbir faydası olmayacak. Bütün bu bağlar da kurtuluş sebebleri de olmayacak.
Bir de bu suçlular kurtulmak için uğraşacaklar, inkâr edecekler. Cenâb-ı Hak onların yalanlarını şahitlerle isbat edecek, amel defterleriyle isbat edilecek, ve mâ lehüm min nâsirîn. "Hiç yardım edecek kimse de olmayacak!" Yardımcılar da, her türlü kurtuluş imkânları da, kendi aralarındaki dünyadaki sevgi bağları, hürmet bağları, hepsi kopmuş olacak o zaman... Ana, baba, evlât olsalar bile, reis ve taife olsalar bile hepsi biribirini suçlayacak ve biribirinden alâkaları olmadığını söyleyecekler.
Ve kâlellezîne't-tebe'û. "Bunun üzerine o reislere, putlara, önderlere, kavmin ulularına, nemrutlara, firavunlara tapanlar diyecekler ki." Lev enne lenâ kerraten fe-neteberrae minhüm ke-mâ teberraû minnâ. "Vay, bunlar şimdi bizden hiç alâka yok diye teberrî ediyorlar, alâkayı reddediyorlar; keşke bize tekrar dünyaya dönüş imkânı, eski dünya hayatına bir daha dönme imkânı olsaydı da; biz de bunlardan alâkayı kesseydik, hiç alâkamız yok deseydik, mü'min olsaydık!.."
Bu reisler bizden teberrî ediyorlar, biz de onlardan teberrî eyleseydik diyecekler ama bu da yalan... Başka âyet-i kerîmelerde bildiriliyor ki;
Ve lev ruddû. "Bu kâfirler bu pişmanlıkları söyledikleri zaman, 'Peki, haydi sizi bir daha dünyaya gönderiyoruz!' diye eğer dünyaya tekrar gönderilecek olsalardı." Ve lev ruddû. "Dünya hayatına tekrar reddolunmuş, döndürülmüş olsalardı." Le'âdû li-mâ nühû anhü. "Yasaklanmış olan suçları, günahları işlemeye yine düşerlerdi, yine avdet ederlerdi, yine yaparlardı." Ve innehüm le-kâzibûn. "Doğrusu onlar yalancıdırlar."
Bu sözleri de yalan. Hiçbir şeyleri itimada şâyan değil. Ama biribirlerine kızdıkları için böyle diyecekler: "Vay, siz bizimle alâkanızın olmadığını söylüyorsunuz; ah keşke dünyaya dönmüş olsaydık da, biz de, 'Sizinle hiç alâkamız yok!' deseydik!" diyecekler.
Kezâlike yürîhimullâhu a'mâlehüm haserâtin aleyhim. "Böylece Allah onlara işledikleri amellerin; ne kadar boş olduğunu, ne kadar sebeb-i hasret ve hüsrân olduğunu, ne kadar pişmanlık ve nedâmet kaynağı olduğunu gösterecek." Yani dünyadaki yaşayışlarının, dünyadaki tapınmalarının, dünyadaki bağlanmalarının.
Bu mafya reisi emrediyor: "Git, falancayı vur!" O da gidiyor, Uludağ'da otelde, filanca kadıncağızı, "Güm, güm, güm..." vuruyor. Falanca mafya reisi hapishaneden telefon açıyor: "Filanca kimseyi vur!.." Fedâisi vuruyor. Hapse girecek, asılacak, kesilecek, hiç [çekinmiyor.]
Bütün bu amellerin, bu dünyadaki yanlış işlerin, eğer putlara tapıyorlarsa bu tapınmalarının, putlar için para harcadılarsa [harcadıklarının her birisi pişmanlık sebebi olacak.]
Dediler ki; "Budistler Wollongong'da yüzlerce dönüm arazi üzerine bir mâbed yaptılar..." Yirmialtı milyar mı, 32 milyar [dolar] mı dediler, ne kadar muazzam paralar harcamışlar, o binaları yapmışlar.
Bu paralar, bu gayretler, bu tapınmalar, bu bağlılıklar, bu faaliyetlerin hepsinin her birisi ayrı ayrı haserâtin aleyhim, hasret olacak, nedâmet kaynağı olacak, pişmanlık duyacaklar, dizlerini döğecekler, "Ah keşke yapmasaydık!" diyecekler, pişman olacaklar.
Bir de bu hususta deniliyor ki: Bunlara cennetlik olsalardı, Allah'ın emrini dinleselerdi, cennette ne köşkler verilecek, ne nimetlere erecek oldukları gösterilir. Allah gösterecek... Çünkü Cenâb-ı Hak her insanı yarattığı zaman, hem cennette yerini hazırlamış, hem cehennemde yerini hazırlamış. Allah'ın emrini tutup, mü'min-i kâmil olarak ihlâsla hareket ederse, cennetteki yerine sahip olacak... Allah'ın emrini tutmayıp, günah işlerse, haramları yerse, işlerse, kâfir olur, müşrik olursa, o zaman cehenneme gidecek.
İki tarafta da yer sıkıntısı yok veya hazırlıksız değil. Her tarafta yerleri hazır. O cennetteki yerleri, nimetleri bir bir bunlara gösterilecek. Hepsine pişman olacaklar, hepsine saç baş yolacaklar, "Vay neler kaybetmişiz, vay bana!.." [diyecekler.] Fuzuli'nin şiiri gibi:
Vay yüzbin vay kim, ne nisbet yârdan ayrılmışam;
Bir kadd-i şimşâdd ü gül-ruhsârdan ayrılmışam!
dediği gibi, nelerden mahrum kaldıklarını görecekler.
Ve mâ hüm bi-hâricîne mine'n-nâri. "Cehenneme atılacaklar da bir de işin en kötüsü, [cehennemde ebedî kalacaklar.]
"Cehenneme atılmak kötü ama, cehenneme atılmaktan daha kötü bir şey var mı?.."
Hz. Ali Efendimiz buyuruyor ki; "Evet var!"
"Nedir o?.."
"Cehennemde ebedî kalmak, cehenneme atılmaktan da kötü!.."
Çünkü bir müddet sonra yanıp çıkacaksa, ötekisine göre yine bir güzel tarafı var. Mü'minlerin günahkârları ne kadar yansa, yine cehennemden kurtulacaklar da, kâfirler ebediyyen, hüm fîhâ hâlidûn, kalacaklar. En beteri o, cehennemden hiç çıkmak yok.
Ve mâ hüm bi-hâricîne mine'n-nâri. "Onlar cehennemden çıkacak da değillerdir." diye Cenâb-ı Hak bildiriyor.
Allahu Teâlâ hazretleri bizleri aldanmaktan korusun...
Demek ki, şu Hz. Âdem atamızın evlatları, hemcinslerimiz olan insanlar; işte Avrupalılar, işte Asyalılar, işte Çinliler, işte Hintliler, işte Amerikalılar... İşte dünyanın her yerindeki, ileri-geri, yüksek-alçak, medenî, gayr-i medenî, ilkel insanlar... hepsi, hepimiz kardeşiz aslında. İnsanlar biribirlerinin kardeşi ama aldanıyoruz, aldanıyorlar. Yani yanlış hareket edenler aldanıyor. Cenâb-ı Hakk'a güzel kulluk etmeyenler, yanlış itikatlara saplananlar, yanlış inanç tutanlar, yanlış yolda yürüyenler çok pişman olacak.
Elhamdülillâh, hamd ü senâlar olsun Cenâb-ı Hak bize İslâm'ı nasip etti. İslâm olarak, müslüman olarak bizler müslüman doğduk. Elhamdülillâh müslüman ülkede yetiştik.
Allah dedelerimizden, babalarımızdan, büyüklerimizden, hocalarımızdan, mürşid-i kâmillerimizden, evliyâullah büyüklerimizden razı olsun...
Bize imanı öğrettiler, Kur'an'ı öğrettiler, Arapçayı öğrettiler. Kur'ân-ı Kerîm'i, âyetleri okuyoruz, anlıyoruz; tefsirleri okuyabiliyoruz. Ne büyük nimet, elhamdülillâh, gerçekleri öğreniyoruz.
Bunları herkesle konuşabiliriz. Herkesin itiraz edemeyeceği muazzam gerçekler...
Allahu Teâlâ hazretleri bizi bu imanda dâim eylesin... Dünyaya aldanıp, şeytana aldanıp da yolu sapıtanlardan etmesin... Şaşıranlardan, imandan sonra küfre düşenlerden eylemesin... İzzetten sonra zillete uğratmasın... Kabulden sonra redde mâruz olanlardan, kovulanlardan eylemesin...
Öteki şaşıran, sapıtmış, yanılmış, olmadık şeylere tapan ve yanlış taptıklarını da gördüğümüz, gösterdiğimiz şaşkın kardeşlerimize de, -Hz. Âdem'den kardeşlerimiz- onlara da imanı öğretelim! Doğruya onları çağıralım, kurtaralım!
Allah yanlış yolda yürüyenlere de hatalarını göstersin. Onları da doğruya hidayet eylesin.
Aziz ve sevgili dinleyiciler!
Cenab-ı Hakk'a aşk ile şevk ile ibadet edelim. Dinimizin menasikini, evamirini, vazifelerini bilip, ibadetlerin şekillerini Cenab-ı Hakk'ın istediği şekide uygulayıp, rızasına erelim; mükafatları kazanalım.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.