es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Allah'ın lütfu, ikramı, selamı dünyada, âhirette üzerinize olsun. İki cihanda Cenâb-ı Hak sizleri aziz ve bahtiyar eylesin.
Bugün Bakara Sûre-i Şerîfesi'nin 188. âyet-i kerîmesi üzerinde konuşmamı yapmak istiyorum.
Bismillâhirrahmânirrahîm:
Ve lâ te'külû emvâleküm beyneküm bi'l-bâtıli ve tüdlû bihâ ile'l-hükkâmi li-te'külû ferîkan min emvâli'n-nâsi bi'l-ismi ve entüm ta'lemûne.
Sadakallâhü'l-azîm.
188. âyet-i kerîme.
Bu âyet-i kerîme çok büyük bir hukuk esasını, kuralını, çok önemli bir ictimaî, toplumsal, toplumla ilgili kuralı, müslümanların mutlaka öğrenmesi gereken ve hayatlarında tavizsiz uygulaması gereken bir kuralı gösteren, çok önemli bir âyet-i kerîme! Âyetlerin hepsi önemli fakat bunun hayatta mutlaka uygulanmasına müslümanların çok çok itina ve ihtimam etmesi lazım.
Önce âyet-i kerîmedeki kelimelerin mânalarını ve toplu mânasını sunalım:
Ve lâ te'külû "Yemeyiniz."
Nehy-i hâzır. Muhatap olan: Müslümanlar! Müslümanlara Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki; "Yemeyiniz."
Neyi?
Emvâleküm. "Mallarınızı, birbirilerinizin mallarını!"
İnsanın kendi malını yemesi aklen, mantıken, dinen gayet tabii.
Mallarınızı yemeyiniz: "Birbirilerinizin aykırılamasına, çaprazlamasına; onun malını ötekisi, ötekisinin malını berikisi…" mânasına.
"Birtakım yalan yanlış işlemler, oyunlar, dalavereler, dolaplar çevirerek birbirilerinizin mallarını yemeyiniz!"
Beyneküm bi'l-bâtıli. "Aranızda boş yere, bir mesnedi olmadan, bâtıl yere, nâhak, haksız yere birbirilerinizin mallarınızı aranızda yemeyiniz."
Ve tüdlû bihâ ile'l-hükkâmi.
Bu, hâl cümlesi oluyor.
"Hakları hükmedicilere havale ederek sarkıtarak [birbirilerinizin mallarını boş yere yemeyiniz]."
"Onlara pas vererek." diyelim. Futbol, ayaktopu tabiri olursa pek çok gençler o zaman anlar. Eski kelimeleri kullansak anlayamazlar.
"Onlara pas vererek onları aracı yaparak hükmedicileri kullanarak arada aracı olarak birbirilerinizin mallarını boş yere yemeyiniz, haksız yere yemeyiniz!"
Ve tüdlû bihâ ile'l-hükkâmi lite'külû ferîkan min emvâli'n-nâsi bi'l-ismi. "Karşı tarafın mallarının bir parçasını yemek için onları o hâkimlere götürerek, 'Onlar öyle aleyhte hüküm verir de ben de bu suretle o malları yerim!' diye insanların mallarını günah ile haram yolla zulmederek yemeyiniz."
Ve entüm ta'lemûne.
Bu da hâl cümlesi.
"Siz kendinizin haksız olduğunuzu bildiğiniz hâlde!"
"Ey müslümanlar, ey mü'minler, ey insanlar! Bilip duruyorsunuz ki siz haksızsınız ama; 'Hâkime götürürsem orada şöyle şöyle işler çevirir, şöyle şöyle tedbirler alır. Böyle yaparsam o malı sonunda ben yerim.' diyerek günah yoluyla birbirilerinizin mallarını yemeyiniz!"
Tabii mü'min de olmasa adalet etmek herkesin vazifesi! Yaşamın en önemli kuralı adalet! Toplum yaşamının, insanların topluluk hâlinde yaşamasının en önemli kuralı, haksızlık yapmamaktır, adalet eylemektir, haklı davranmaktır!
"Öyle haksız yere, içinizden domuz gibi, tilki gibi bilip dururken birbirilerinizin mallarını yemeyiniz!"
Âyet-i kerime bu!
Buradaki kelimeler:
Bâtıl: batala fiilinden ism-i fâil siygası; "boş olan, içi olmayan, aslı, esası, temeli olmayan, gidici olan" mânasına. "Boş" kelimesiyle tercüme edebiliriz. Bâtıl kelimesini zaten Türkçe'de de kullanıyoruz. "Bâtıl" sözü; "aslı, esası, temeli olmayan" mânasına kullanılıyor.
Butlan da masdar, "bâtıl oluş" mânasına biraz eskilerin bildiği bir kelime.
"Bu işin butlanı anlaşılmıştır." "Batıl olduğu anlaşılmıştır." demek.
Tüdlû; edlâ-yüdlî-idlâen; if'al bâbından bir masdarın muzârîsinin meczum şeklidir. Aslında tüdlûne idi ama ve lâ te'külû nehy-i hâzır olduğundan, emir veya nehyin karşılığı olan cevabı mahiyetinde olan cümlenin, o kısmındaki şimdiki zaman fiilinin meczum olması lazım. Meczum olunca burada nun düşüyor, tüdlûne'nin nun'u düşüyor.
Ve tüdlû bihâ.
Bihâ'daki hâ zamiri emvâleküm'e gidiyor:
"Mallarınızı sarkıtarak, havale ederek, pas ederek…"
Nereye?
İle'l-hükkâmi. "Hâkimlere."
Hükkâm; "hâkim" kelimesinin çoğulu, ism-i fâilin çoğulu bazen böyle gelir.
Sâkin: "Bir yerde mesken edinmiş, oturan kimse." Sükkân. "Oturanlar."
Hâkim. "Hükmeden." Çoğulu hükkâm geliyor.
Zürrâ': "Ziraat yapanlar." Tüccâr: Tâcirler." gibi.
Hâkimler: İki kimse birbiriyle davacı, iddiacı oldukları zaman iki tarafı dinleyip haklıyı haksızdan ayırmaya çalışan insanlar demek.
İnsanlar birbirleriyle hasımlaştıkları, davalı oldukları zaman ne yaparlar?
Birisi bir şey iddia eder, ötekisi onun zıddını, karşıtını iddia eder. O zaman birisi bu işi çözümlesin diye hâkime giderler, anlatırlar. Hâkim iki tarafı dinler, delillerini sorar:
"Belgelerin, delillerin var mı?" der, dinler.
"Şahitlerin var mı?" diye sorar.
Ondan sonra;
"Sen haklısın!" diye bir karar verir.
İşte hâkimlere bu işi götürmek nasıl olur, ne sebeple olur?
"Hâkime götürürsem orada yalancı şahit gösteririm, rüşvet veririm veya şöyle yaparım, böyle yaparım; haksız yere ben bu adamın malını yerim…" diye bir tedbir kafasında düşündüğü için hâkime götürür.
Hâlbuki kendisinin haksız olduğunu bilen insan;
"Tamam kardeşim. Sen haklısın, ben haksızım!" diyecek, dava olmayacak. Orada hallolacak iş. Ama haksızlığını bildiği hâlde vazgeçmek istemiyor, karşı tarafın malını yemek istiyor. O zaman hâkime havale eder, işi hâkime götürmeye çalışır. Hâkime gidince de işte orada, arada bir oyun oynayarak onu yemek isteyebilir.
"Ey müslümanlar! Böyle yapmayınız, bile bile, kendinizin haksız olduğunuzu bilip dururken işi hâkime götürüp oradan uygun karar çıkartıp da kendinizin olmayan malları yemeyiniz!" denmiş oluyor.
Emvâl: Mal'ın çoğulu, "varlıklar" demek.
Bu âyet-i kerîme acaba neden nazil olmuş, sebeb-i nüzulü neymiş?
Sebeb-i nüzul olarak iki şey zikrediliyor. Sebeplerden bir tanesi:
Bu âyet-i kerîme İmrü'l-Kays b. Âbis el-Kindî hakkında inmiştir, deniliyor. Rebîat'übnü Abdân el-Hadramî, Hadramevtli Abdan oğlu Rebia isimli şahıs, Kinde kabilesinden İmrü'l-Kays b. Âbis el-Kindî'yi bir toprak parçası, tarla, bahçe, arazi için dava etmiş. "Bu arazi benimdir." demiş.
Dava edince Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu Rebîat'übnü Abdân'a sormuş:
"Sende bu arazinin senin olduğuna dair bir belge var mı? Evet, sen 'Burası benim!' diyorsun; bir belgen, bir beyyinen, bir açıklayıcı, ispatlayıcı vesikan, şahit vs. var mı?" diye sormuş.
O da;
"Yok!" demiş.
Bu sefer İmrü'l-Kays'a demiş ki;
"Bu 'Benim.' diyor ama tapu yok, belge yok, şahit yok; ispat edemiyor.
Peygamber Efendimiz karşı tarafa;
O zaman sen, 'Onun değil, benimdir!' diye yemin et bakalım!" demiş.
O da yemin etmeğe kalkışmış. Yemin edecek; "Bu benimdir!" diyecek. Onun üzerine Peygamber Efendimiz, yeminden önce bir hatırlatma yapmış, âyet-i kerîme okumuş. Allahu Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de buyurmuş ki;
İnnellezîne yeşterûne bi-ahdillâhi ve eymânihim semenen kalîlen ülâike...
"Böyle yeminlerle dünyevî bir menfaat sağlamak isteyenler, dünyada bir menfaat sağlasalar bile karınlarına ateş, cehennem ateşi yiyorlar demektir. Cehenneme gidecekler, cezayı çekecekler." diye ihtar etmiş.
"Yalan yere yemine kalkışma! Çünkü birisinin malını almak kötü ama haksız olduğunu bile bile yalan yere yemin etmek daha da kötü!" demiş.
Hem de bunu bir de Allah'ın Resûlü, Peygamber-i Zîşânımız Muhammed-i Mustafâ Efendimiz'in karşısında yapmak daha da kötü olacağından yemin edecek şahsa demiş ki;
"Sen istersen bu âyeti hatırla!"
Hatırlatmış. İmrü'l-Kays yeminden çekilmiş ve araziyi bu Âbis b. Abdân el-Hadramî'ye bırakmış.
Burada bir şeyi düzelteyim: Elimdeki öteki kaynaklara bakarak ismi doğru söylüyorum, Elmalılı Tefsiri'nde bu şahsın baba adı zikrediliyor, kendi adı zikredilmiyor. Orada bir hafif atlama var, eksiklik var.
Araziyi teslim etmiş, onun üzerine bu âyet-i kerîme inmiş. Bir rivayet bu.
Diğer bir rivayet de Ümmü Seleme radıyallahu anhâ'dan;
Enne Resûlullâhi sallallahu aleyhi ve selleme semia celebete hasmin bi-bâbi hücretihî fe harace ileyhim.
İnsanların, birbirleriyle davalı olan kimselerin dışarda seslerini yükselttiklerini, bağırışlarını, münakaşalarını duymuş. Dışarı çıkınca onlara buyurmuş ki;
Fe kâle: İnnemâ ene beşerün. "Ben sadece bir kulum."
Ve innehû ye'tîni'l-hasmu. "Bana birbirlerine davacı, davalı olacak insanlar geliyor."
Fe lealle ba'dahüm en yekûne ebleğa min ba'din. "Belki birisi daha belâgat sahibidir, hakkını iyi müdafaa edebiliyordur, öteki edemiyordur."
Ötekisi suskun ama haklı, berikisi konuşuyor ama haksız.
Fe ahsibu ennehû sâdikun. "Ben o hak hukukunu güzel müdafaa edene, doğrudur diye onun lehine hükmederim. Ama kim yalan yeminle veyahut bu şekilde haksız olduğu hâlde cerbezeyle, belâgatle, fesahatle, kitabî konuşmakla, avukatlıkla, lafazanlıkla böyle yaparsa. Fe akdî lehû fe men kadaytü lehû bi-hakkı müslimîn. Bir müslümanın hakkını onun diye ben bir peygamber olarak hükmetsem bile. Fe innemâ hiye kıt'atün mine'n-nâri. O cehennemden bir parçadır, ateş parçasıdır. Fe'l-yahmilhâ ev yezerhâ. Hadi bakalım, o cehennem ateşini yüklensin veya terk etsin!" mânasına böyle bir rivayet var.
Onun üzerine ikisi de ağlamışlar. Bu gelenler, işin içinde cehennem ateşi bahis konusu olunca Efendimiz'in sözünden duygulanmışlar. "Benim hakkım arkadaşımın olsun." demişler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de;
"Haydi bakın, biraz daha inceleyin. Sonra kura çekin, sonra da birbirinizle helâlleşin!" buyurmuş.
Böyle bir hadis-i şerif kaynaklarda rivayet ediliyor.
Demek ki buradan çıkan bir hususu beyan etmemiz gerekecek:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e birisi geldiği zaman eğer o kimse haksız da yalan yere yemin ediyorsa Allahu Teâlâ hazretleri Resûlüne; "Ey Resûlüm, bu yalan söylüyor!" diye bildirirse bildirir. Peygamber Efendimiz bilir ama Peygamber Efendimiz örnek insan! Peygamber Efendimiz'den sonra başka hâkimler ya bilir ya bilmez! Ya evliyâdır, ya da Allah bildirmez. O da dinlediklerinin fesahatine, belâgatine, cerbezesine, avukatlığının kuvvetine göre, konuşmasına göre, "Galiba bu haklı." der. Onun hakkında hükmeder ama aslında o haksız. Böylece o cehennem ateşi yemiş olur.
Kadı Şüreyh, devirlerin meşhur hâkimlerinden, adaletiyle tanınmış bir kimse. Karşısına davalı geldiği zaman dermiş ki;
"Ey filanca, ben senin lehine hükmedebilirim. Senin haksız olduğunu hissederim ama hâkim olarak bana getirilen belgelere bakarak onlara dayanarak hüküm vermek zorunda olduğumdan sen yalancı şahit getirerek veya sahte belge getirerek beni yanıltabilirsin. Fakat benim senin lehine hükmetmem sana haramı helâl hâle getirmez!" buyururmuş.
Her davalıya bunu böyle söylüyor:
"Bak doğru konuş! Ben lehine hükmetsem bile sen sonra cezayı çekersin!" demek istiyor.
Kadı böyle adlî hata yaparsa haksızı haklı sanıp onu lehine hükmederse o zaman kadı sevabı alır. Haksız olan; cezayı âhirette fazlasıyla çeker, ettiğine pişman olur. Bazen de tabii hâkimlik kuralı, gelen belgelerin yanlış olduğunu ispat edemezse sırf zannına göre içindeki duyguya göre hareket etmez, belgelere göre hareket eder. Ama o belgelerde bir sahtelik, yanlışlık varsa o anlaşılmamışsa yine o sahtekârlığı yapan cezayı çeker.
Bu âyet-i kerîmede buyuruluyor ki;
"İnsanların mallarını mülklerini, varlıklarını, paralarını bâtıl yere yemek!"
Bazı mallar yenmez, mesela tarlasını almışsa tarla yenmez. Yemekten murad; ekseriyetle alınan şeyle geçim sağlanıyor, yenilip içiliyor, onun için deniliyor. Haksız almak demek. Buradaki "yemek" kelimesi, ağleb-i ihtimâlât; ihtimallerin en çoğu veya ekser-i ihtimâlât, ihtimallerin en çoğundan dolayı böyle isimlendirilmiş oluyor.
Türkçe'de de böyle denir:
"Falanca adam çatır çatır yetimin malını yiyor!" denir.
Hâlbuki meselâ arabasını almışsa arabayı yemek mânasına değil. "Haksız yere üzerine geçirdi." mânasına geliyor.
Bu birisinin malını bile bile haram yolda almak şu şekillerde olur. Müfessirler şöyle özetliyor. Hâzin Tefsiri'nden;
1.Başkasının malını doğrudan doğruya saldırıp yağmalamakla gasp ederek alabilir. Adamın bileği kuvvetli, çete sahibi, zorba, etrafı kalabalık; doğrudan doğruya hücumla, baskıyla, yağmalayarak kasıtla alıyor. Tabii haram! Bu dünyada gücüm var diye o mazlumun, zavallının, güçsüzün malını alıyor ama âhirette hesabı var. Bu dünya imtihan dünyası! Bu dünyada çok iyi bir müslüman, harbe gidiyor, şehit oluyor. Hayatını kaybetmek bile önemli değil. Kaldı ki malı kaybolacak, ne olacak?.. Asıl mühim olan âhiret! Gasp edenin, yağmalayanın, talan edenin ebedî hayatı, âhireti sönüyor.
2.Eğlence yoluyla almaktır, yemektir.
Bu nasıl olur?
Mesela kumar! Oynuyor, zevk, heyecan; "Kazandım mı kaybettim mi?" derken, gecesi sabaha kadar sigara dumanları arasında geçiyor. Kumardan para kazanıyor. Bu da haram! Haklı bir kazanç değil.
Yasak olan bir faaliyeti yapıp da para kazanmak şeklinde olursa!
Ücret almış ama o işi yapmak helâl değil ki ücret almak helâl olsun! Öyle olabilir.
Bir insan haram mal kazansa bu kazandığı maddi varlıkla hayır hasenât yapsa kabul olur mu?
Kabul olmaz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kabul olmayacağını beyan ediyor:
"Bu mal derlenir, toplanır, adamın yüzüne çarpılır. Adam da mal da cehenneme atılır." buyuruluyor.
Binâenaleyh bir haramî yol kesse zenginden paraları alsa öbür tarafta fukaraya dağıtsa; "Vay be! Bu adam amma merhametli…" diyebilir miyiz?
Merhametli ama zenginin parasını haksız yere alıyor. Kesb, elde ediş şekli haram!
Öbür tarafta hayır kabul olur mu?
Haramdan hayrı kabul olmaz!
Bazıları haramı işlerler, yerler, kazanırlar; sonra âhir ömründe pişman olur:
"Ben bunla şunu yapayım, bunu yapayım, çeşme yaptırayım, okul yaptırayım… Kurtulayım." derler.
Kurtulamaz, çünkü haramdan hayrı Allah kabul etmiyor. Peygamber Efendimiz Allah'ın kabul etmeyeceğini bildiriyor. Kazancın helâl olması lazım! Müslümanlıkta kazanç helâl olsun ki hayrı da makbul olsun. Yoksa haramdan hayrâtı Allah kabul etmiyor.
Peygamber Efendimiz bir başka hadis-i şerifinde;
"Adam elini açar. Aman yâ Rabbi, der. Yana yakıla gözyaşlarıyla dua eder. Allah onun duasını niye kabul etsin, nasıl kabul etsin ki?!.. Yediği haram, giydiği haram!" diyor.
Yediği, giydiği haram olunca Allah duasını kabul etmiyor. Kazancı haram olunca sadakasını da Allah kabul etmiyor.
O mantık artık nerenin mantığıdır bilmiyorum, kimin mantığıysa!
İslâmî mantıkta kazanç tertemiz olacak. El emeğine veya bilgiye dayanacak, hünere, sanata dayanacak; meşru bir yolla olacak. Gayrimeşru yolla olunca o haram oluyor.
İçkinin parası… Kumarhane çalıştırıyor, kumar haram!
Tefsir kitabı; "Ve buna benzer şeyler…" diyor.
3.Rüşvet vererek, rüşvet alarak birisinin malını yemek!
O da haram oluyor.
Yalan şahitlik yapmak!
Adam adliyenin önünde dolaşıyormuş. Yukarıdan başka birisi patır patır merdivenlerden iniyormuş, bakıyormuş:
"Yahu yukarıda benim bir davam var, sen bana şahit olur musun?"
"Olurum."
"Ne kadar?"
"300, 500…"
Pazarlığı yapıyorlarmış. Yukarıda;
"Ben bu adamı tanıyorum, bu böyle oldu." diye yalancı şahitlik yapıyorlarmış. Tamam, o da parayı alıp gidiyormuş! Yalancı şahitlik!
4.Hainlik yaparak, hıyanet etmek suretiyle para kazanmak!
Bu nasıl olur?
Kendisine bir şey bırakılmış. "Bu sende dursun, sonra gelip alacağım!" diye emanet bırakılmış. Onu inkâr ediyor, vermiyor, "Yok, böyle bir şey vermedin!" filan diyor.
İşte bu sayılan çeşitlerden biri olabilir. Bunlar tefsir kitaplarında zikredilen haram kazanç çeşitleri.
Allah cümlesine rahmet eylesin; bu konuşmalarda bilgilerinden istifade ettiğimiz ulemamızın kabirleri nur dolsun, ruhları şâd olsun. Allah sizlerden, onlardan, hepinizden, hepimizden razı olsun.
Elmalılı [Hamdi Yazır] da çok güzel özetleme yapmış, hoşuma gitti. Âyetin mânasını anladık ama sohbet tamam olsun diye onu da şöyle bir özetleyelim. İslâm'ın dünyanın meselelerine, hayatın meselelerine bakışındaki berraklığı ve nasıl meseleleri yukarıdan kuş bakışı, harita gibi dosdoğru gördüklerini, hiç yamukluğa meydan kalmadığını gösteren bir değerlendirme. Meseleleri incelemekte fıkhın parlaklığı, üstünlüğü ve güzelliği çok güzel görünüyor. Diyor ki;
"Bir malın haram olması, ya aynından dolayıdır ya da iktisabından dolayıdır."
"Aynından" dediği; maddesi, kendisi, bizzat o şey haramdır. Onun için haramdır.
Ya da helâl bir şeydir de hırsızlık yoluyla alınmışsa iktisabından dolayı haram olur. Mesela erik helaldir, yenilmeyecek bir şey değil ama hırsızlıkla aldı; onun için haram olur. Bu iki şeyden dolayı olabilir.
Bazı şeyler sırf kendisi haram madde olduğu için haramdır. Onları yediği zaman haram oluyor. Mesela: Üzüm suyu helaldir, çünkü üzüm suyu içtiğin zaman aklın yerinde durur. Ama şarap olduğu zaman haramdır. Çünkü şarap içtiğin zaman aklın gidiyor. Hâlbuki aklın gitmemesi lazım.
İslâm'ın koruduğu önemli varlıklarımızdan, değerlerimizden birisi de akıldır. İslâm aklı korumaya çok önem veriyor. Aklı giderecek şeyleri de yasaklıyor. İçki aklı, şuuru giderir; tamam yasaklıyor. İçki içen, araba kullanan Boğaz'a uçar, Emirgan'da virajı alamaz, köprüden aşağı uçar!
Onları anlatmak için diyor ki;
İlk kısım: Bizzat kendisi haram olanlar, haram mallar nelerdir?
Ya bunlar maden cinsindendir ya bitki cinsindendir ya canlı, hayvan cinsindendir.
Biliyorsunuz mallar üç türlü oluyor. Ya madenlerdir ya bitkilerdir veya hayvanlardır.
Madenlerde zehir gibi yiyene zarar verecek şey varsa zehir haramdır.
İnsan zehri yiyebilir mi?
Yiyemez. Çünkü hayatı korumak da İslâm'ın önemli amaçlarından birisi. İslâm, hayatı korumak istiyor. Allah'ın İslâm'la koyduğu hükümler hayatı koruyor, aklı koruyor.
İki tanesini öğrenmiş olduk.
Zehirler hayatı yok ettiğinden haram! Veyahut sıhhati gideriyor, sağlığı gideriyor. Mesela hap var, fabrikalar hapı üretmiş. Ama bunu fazla miktarda alıp kafayı buluyorlarmış. Anadolu'da bazı yerlerde birbirlerine kahvede ikram ediyorlarmış. İçince kafası uyuşuyor, bedeni uyuşuyor. Uyuşturuculuğa alıştıran bir çeşit şey. Bunlar tabii yasaktır, haramdır!
Bu sohbetimi dinleyenler bilsin ki o hap haram! Çünkü sen o onu içtiğin zaman sıhhatin gidiyor, o da haramdır!
"İşte şu hap çok [etkilemiyor]..."
Öyle şeye lüzum yok, kaçamağa lüzum yok; haramdır!
Aklı izale eden nedir?
Sarhoşluk verici her şeydir!
"İslâm şarabı yasak kılmış da acaba şarap isminde olmayan öteki içkiler -kafayı, aklı bozan, insanı sarhoş eden başka şeyler Kur'an'da zikredilmemiş, yalnız şarap denilmiş- onlar yasak değil mi?.."
Bütün sarhoşluk veren maddeler, hatta sırf içecek olma şartı da yok, hepsi haramdır!
Birisi diyebilir ki;
"Ben içki içmiyorum."
Ne yapıyorsun?
"Duman kokluyorum."
Duman koklasan da! Sigara dumanının içine uyuşturucuyu koyup içine çekiyor, o da haram!
"İçki yok…"
İçki yok ama duman kafayı bozuyor, aklı gideriyor, sıhhati de gideriyor; ondan haram! İster sıvı olsun ister katı, ister duman olsun, gaz hâlinde olsun; maddenin üç hâlinden hangisi olursa olsun haram!
Hayvanlardan hangileri helaldir hangileri haramdır?
Bunlar ikiye ayrılıyor: Hayvanların bir kısmı yenilebiliyor, bir kısmı yenilemiyor. Yenilemeyen hayvanlar sıralanmış. Mesela; pençesi olan, gagası parçalayıcı olan, avını avlayıp parçalayıp yiyen kuşlar, hayvanlar yenilmiyor.
"Mesela ben bir aslanı kessem yiyebilir miyim?"
Yiyemezsin, çünkü bu tarife göre etleri yenilmeyen hayvanlardandır. Etleri yenilen ve yenilmeyenleri, müslümanların güzelce sıra sıra öğrenmesi lazım. Yenmesi helâl olan hayvanlardan şeriatin emrettiği şekilde kesilenlerin eti helâldir. Öyle kesilmeyenlerin eti helâl değildir.
Hayvana acıdıklarından kesmiyorlarmış; kafasına bir tokmak vuruyorlarmış, hayvancağız ölüyormuş.
Bu acımak mı?
Neticede ölüyor. Ha kesmişsin ha vurmuşsun! Tokmakla vurunca ölüyormuş, hem de kanı akmıyormuş!
İslâmî usule göre kesilmedikçe ölümü sağlanmadıkça helâl olmaz!
Bizim arkadaşlardan bir tanesi büyük, yüksek bir toplulukla Amerika'da Houston'a gitmiş. Orada; "Buyurun yemek yiyelim!" diye yemeğe davet etmişler. Bizim kardeşimiz, oradaki yemeklerden etli olanları yememiş. Salata, sebze veya balık yiyebiliyor.
Demişler ki;
"Bu domuz eti değil, ye!"
Demiş ki;
"Domuz eti olmayanlar da İslâmî usule göre kesilmedikçe yenmez!"
"Ne gibi?" demişler.
"İslâmî usule göre kesilecek, kanı akıtılacak, içinde kanı kalmayacak."
"Yâ! Öyle mi?"
Bir şaşırmışlar, Amerikalı alimler beğenmişler. Demişler ki;
"Allah Allah! Bilimsel sonuçlara göre çağımızda en son bilgilere göre hayvanın kanı akıtılmadığı, damarında kaldığı zaman eti çok çabuk bozuluyor ve sağlığa zararlı oluyor. Kanın akıtılması, eti temizliyor."
Hakîkaten İslâm'da kanın akıtılmasına, "temizleme" mânasına -keskin z ile- tezkiye derler. Demek ki sıhhî bakımdan da sağlık yönünden de iyi oluyormuş. Biz öyle olduğunu bilsek de bilmesek de kendi gıdalarımızı şeriatin, fıkhın ahkâmına göre ayarlıyoruz.
Demek ki yenilebilen hayvanlar usulüne göre, şeriatin gösterdiği usule göre öldürülmez, kesilmez, hazırlanmazsa o da yenmiyor!
Tamam, usulüne göre kesildi.
Bu kesilenin de her tarafı yenmez! Bazı tarafları yenilir bazıları yenmez.
Mesela kanı yenmez. İslâm'da kan haramdır. Daha başka yenilmeyen şeyler var. Fıkıh kitaplarında belirtiliyor.
Mahiyeti itibariyle yenilmeyenlerin özetlemesini [Elmalılı] mübarek, nur içinde yatsın, böyle yapmış.
Kazanç elde edilmesi, ele geçişi sebebiyle haram olanları sıralarken diyor ki;
"İnsanın bir malın sahibi olması ya kendi isteğiyledir veya kendisinin ihtiyarı, seçmesi gayreti olmadan oluverir."
Nasıl olur?
Mesela miras yoluyla gelir! Miras helâldir. İnsanın annesinden, babasından veyahut daha başka akrabasından kendisine gelen mirası helâldir. Eğer adam eşkiyâ ise malını haramdan kazandığı belliyse o zaman yenmez! Öteki türlü onun kesbinin hesabını Allah o mirası bırakan kimseye soracak. Mirası alan, helâl olarak alır. Bu kendisi çalışmadan geliverir.
Veyahut kendisi elde eder.
Mesela kahren alınır, bu haramdır! Yakasına yapışır, tabancayı göğsüne dayar:
"Çık paraları!"
Tabii bu haram, çünkü kahren alınıyor!
Veya gönül rızasıyla alınır. Burada Elmalılı [Hamdi Yazır] "terazi" demiş. Terazi deyince tabii millet anlamaz.
"Teraziyle alınır." deyince sanır ki seyyar satıcı, elinde iki kefeli terazi var. Bir tarafa kiloları koyacak… Böyle değil.
Terâzî, Arapça'da; "iki tarafın rızası, karşılıklı rıza" demek.
Satanla alan razı olacak. Verenle alan razı olacak. Razı olmayınca vermek istemediği hâlde alınınca kahren alınmış, zulmen alınmış oluyor.
Şimdi böyle kahren istemezse de karşı taraftan almanın da helâl tarafı var:
Mesela ganimet helaldir. Düşman sana saldırmış, sen de çarpışmışsın, yenmişsin; ganimet helâldir!
Veyahut adam müslüman, zekâtı vermesi lazım; zekâtını vermiyor. Ortada sürüleri var, malı var. Zekât düştüğü belli, vermiyor. Zekâtını İslâm devleti alabilir. Rıza göstermese bile alır!
Sonra, nafaka kendisinin üzerine boynunun borcudur. Hanımına, çocuğuna nafaka verecek; vermek istemiyor! Hâkim ondan zorla alır. zorla almak, her zaman haram olmuyor. Şeriate uygun şartlardan dolayı olursa olabiliyor. Onu izah etmiş.
Karşılıklı rıza ile alınan, iki tarafın rızasıyla bu tarafa geçen, kazanılan mal nasıl olur?
Ya bir karşılıkla alınır. "Bir ivaz ile alınır." diyor. Tabii dinleyenler ivazı bilmediği için ben "karşılık" diye söylüyorum. Mesela alışveriş; sen bir şey verirsin, onun mukabilinde bir şey alırsın. Bu malın malla takası gibi. Ya da para verirsin veya para mukabili kıymetli bir şey alırsın. İvazla, bir karşılıkla alıyorsun.
Ya da mesela mehirdir. Kadın evlenmeye razı oluyor; mehir hakkını, mehri alır. Hanım olmayı kabul ediyor.
Veyahut da bir karşılık olmadan da helâl mal geçebilir.
Mesela hibe eder, senin olur.
"Ben bunu sana bağışladım!"
"Hay Allah razı olsun."
Vasiyet eder:
"Bu malımın şu kadarını falanca kimseye verin, sevdiğim bir kimseydi." der.
Öyle mal sahibi olur.
Demek ki helâl tarafları var, helâl olmayan tarafları var. Müslüman bunları bilecek.
Tabii faizin haramlığı biliniyor.
Sonra mesela ticarethanesi var, ticarethanesi helâl mal satıyor. Mesela kumaş satıyor, dürüst de iş yapıyor. Haksızlık, aldatmaca, yalan yere yemin ve sâire yok. Ama Allahu Teâlâ hazretleri; "Cuma gününde alışverişi bırakın!" diyor. Cumaya gidecek!
İşte böyle, bu yolları kuş bakışı anlatmış. Tefsir kitaplarını okursak her şeyi kökünden, temelli olarak anlayacağız.
Allahu Teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmede; "Helâl yiyin!" diyor. "Haram malı yemek için de hâkimlere müracaat edip rüşvetle ve aldatarak yalancı şahit kullanarak sahte belge kullanarak [birtakım oyunlar yapmayın]!"
Mesela bazen ihtiyar kadınların veya meseleleri bilemeyen insanların parmağını, "Sana şunu alacağız, bunu alacağız…" filan diye bir kâğıda bastırıyorlar. Falanca yerdeki tarlasını haksız yere öbür tarafa geçiriyorlar. O arada tabii tapu memuruna ve sâireye de bu işi çok kurcalama diye bir şeyler veriyorlar.
"Böyle şekillerle işi hâkimlere pas ederek havale ederek insanların bir kısmının mallarını günah yoluyla almaya kalkışmayın!" diye tehdit var.
Cenâb-ı Hak; "Bunu yapmayın!" diyor.
Böyle yaparsa ne olur?
Cenâb-ı Hakk'a âsi olanların sonunun ne olacağını Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok âyetleri çok çok güzel anlatıyor. Hatta bazen bir itaatsizlikten dolayı bile bir insanın âhireti mahvolabilir. Onun için insanların tir tir titremesi lazım, takvâ ehli olması lazım. Allah'tan sakınıp çekinmesi, cehenneme düşmekten korunması lazım. Âhirette azaba çarpılmaktan, öyle bir duruma düşmekten uzak durmaya çok ihtimam etmesi lazım.
"Hocam, bu devirde kimse senin bu dediklerini uygulamıyor, kimse böyle kazancı düşünmüyor, herkesin gözü dönmüş…"
Bir kere, "Herkesin..." demeyelim! Bu söz, "Dünyada artık iyi insan kalmadı." demek doğru değil. Allah'ın sessiz sedasız nice iyi kulları vardır! Çünkü iyi kullar, "Ben iyiyim!" diye, "Gıt gıt gıdak!" diye bangır bangır bağırıp söylemezler, sesiz dururlar. Onun için iyileri kimse görmez.
Daha bizim toplumlarımızda nice kahraman, helâl lokma yiyen, haramdan kaçınan, tertemiz, pırıl pırıl nurlu alınlı insanlar vardır.
Temenni ederiz ki toplumumuz saçmalıklardan, yanlış eğilimlerden, dışarıdan gelme yalan yanlış hırslardan, dünya görüşlerinden, inançsızlıktan; hesap korkusunu hiç düşünmeyip vur patlasın çal oynasın, çılgınca yaşamaktan korunsun. Anlasın ki hesap var, âhiret var. Dünya hayatı fâni, çünkü herkes ölüyor!
Ben bugün sohbette şöyle düşünüverdim:
Benim tanıdığım insanlardan nice zalim insan hatırlıyorum, öldü. Ölür ölmez âhiretteki azabı kabirde bile başladı. Nice mazlum insanlar da öldü. Tabii Cenâb-ı Hak mazlumun âhirette yaveri, yardımcısı oluyor; taltif ediyor. Onlar için bir şey yok. Mazlumun ağlamasından ziyade zalimin ağlaması lazım. Çünkü ebedî hayatı sönüyor, ebedî hayatı mahvoluyor.
Mü'min insan dürüst davranır. "Dürüst davranan insanlar aç ve açık kalır." diye bir şey yok! Cenâb-ı Hak kollar, Cenâb-ı Hak kayırır, yardım eder, ihsan eder; nasibi ne ise yine ona gelir! Çünkü Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Senin nasibin senin onu aradığın gibi o da seni arıyor, o da karşıdan sana doğru geliyor."
Bunu insanın mânevî bakımdan kesin olarak bilmesi lazım.
Nasibi kendisine gelecek ama gelişi iki ihtimal ile gelir:
Mesela bir ekmek yiyecek, yarım kilo et yiyecek, şu kadar tereyağı yiyecek, şu kadar baklava yiyecek; nasibi bu. Bu nasibi gelir ama ya haramdan gelir. O zaman günaha girer, yaptığı şey burnundan fitil fitil gelinceye kadar âhirette cezasını çeker. Ya da helalinden gelir.
Müslümanın bütün hüneri, bir müslümanın dikkat etmesi gereken ince nokta, kazancı nasıl olsa gelecek; ne fazla, ne az! Gidecek olanı kimse engelleyemez! Akacak kan damarda durmaz. Cebinden gidecekse keseden gidecekse gider. Ya da gelecek olanı kimse engelleyemez, ne olursa olsun yine gelir!
"Kadının birisi mirasını kendi öz kızına ayırmak istemiş. Kocasının üç tane üvey masum kızından kaçırmış. Sonunda kendisi daha önce ölüvermiş. Bütün mallar bu sefer o kaçırdığı kimselere gitmiş…" filan diye büyüklerimiz anlatırdı.
Allah cümlesine rahmet eylesin.
Zalimlere bir gün Allahu Teâlâ hazretleri pişmanlığı gösterir, hem dünyada hem âhirette!
Sakın aldanmayın, helâl lokma yiyin; alnınız açık, başınız dik olsun!
Hiç korkmayın!
"Helal lokma yiyenler aç kalır, açık kalır." diye bir şey yok! Sahabeden de öyle! Hem cennetlik Aşere-i Mübeşşere'den olup hem de ashabın en zenginlerinden olan, bir orduyu tek başına teçhiz edecek kadar mal mülk sahibi olan insanlar da vardı.
Allah zenginliği müslümana da verir kâfire de verir. Fakirlik müslümana da gelir kâfire de gelir. Ne fakirlikten korkun ne de haram zenginliği arzu edin! Helalini isteyin!
Cenâb-ı Hak cümlenize helâl, bol rızıklar versin. Kimseye muhtaç etmesin. Helâl malınızın fazlasıyla, hayır hasenât yapmayı nasip etsin. Haramların her çeşidinden, bakışından bile korusun.
Eğer şimdiye kadar üzerimize haramın tozu yağdıysa veyahut bilerek bilmeyerek hatalı işler yapılmışsa Allah affetsin. Onları ödemeyi nasip etsin. Bundan sonraki ömrümüzü rızasına uygun geçirip huzuruna yüzü ak, alnı açık varmayı nasip eylesin. Ömrümüzü tertemiz müslümanlar olarak geçirip, huzuruna sevdiği kul olarak varmayı cümlemize nasip eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!