es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Allah cümlenizden razı olsun.
Bakara sûre-i şerîfesinin 190. âyet-i kerîmesi ve devamını okuyorum, sohbetimiz onlar üzerinde olacak.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve kâtilû fî-sebîlillâhillezîne yukâtilûneküm ve lâ ta'tedû innellâhe lâ yuhibbü'l-mu'tedîn.
190. âyet-i kerîme.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Vaktülûhüm haysü sakiftümûhüm ve ahricûhüm min haysü ahracûküm ve'l-fitnetü eşeddü mine'l-katli ve lâ tükâtilûhüm inde'l-mescidi'l-harâmi hattâ yükâtilûküm fîhi fe-in kâtelûküm faktülûhüm kezâlike cezâü'l-kâfirîn.
Fe-inintehev fe-innallâhe ğafûrun rahîm.
Bu da 191 ve 192. âyet-i kerîmeler.
Sadakallâhülazîm.
Üç âyet-i kerîmeyi anlatmayı düşünüyorum. Gerçi ondan sonraki üç âyet-i kerîme de yine aynı konuyla ilgili. Fakat bugünkü sohbet bu üç âyet üzerinde olacak. Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Ve kâtilû. "Çarpışın, kıtâl eyleyin, savaşın." Fî-sebîlillâh. "Allah'ın yolunda." Ellezîne yukâtilûneküm. "Sizlerle savaşanlara, sizlerle savaş yapanlara siz de onlarla çarpışın, mukabele edin." Ve lâ ta'tedû. "Sınırı, ölçüyü aşmayın, ileri gitmeyin." İnnellâhe lâ yühibbu'l-mu'tedîn. "Hiç şüphe yok ki Allahu Teâlâ hazretleri haddi aşanları, ölçüyü kaçıranları, ileri gidenleri sevmez."
Bu âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ hazretleri müslümanlara cihadı emrediyor. Tabii müslümanlara cihad emreden âyet-i kerîmeler sadece bu âyet-i kerîme değil daha başka âyet-i kerîmeler de var. Savaşma hakkında zaman olarak bu okuduğumuz 190. âyetten evvel inmiş başka savaş âyetleri de var. Onlardan ilki Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallhu anh'ın beyanı vechile, diğer bazı alimlerin de katıldıkları bir görüş olarak Hac sûresindeki;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Üzine lillezîne yukâtelûne bi-ennehüm zulimû âyet-i kerîmesidir. O [22
39.] âyet-i kerîmenin Hac sûresine vardığımız zaman, sağ olursak, Allah imkân verirse açıklamasını yaparız ama buradan açıklamayı yapmakta büyük fayda var. [Savaşa izin veren] ilk âyet-i kerîme bu.
Üzine. "İzin verildi." Lillezîne yukâtelûne. "Müslümanlardan kendisine kâfirler tarafından savaş açılan kimselere izin verildi." Bi-ennehüm zulimû. "Çünkü zulme uğradılar."
Zulme uğradıkları için, zulme uğramaları sebebiyle, kendileri ile savaşılan, müşrikler tarafından hücum edilen mü'minlere savaş izni verildi. Evet, bu çok önemli. İlk savaş âyet-i kerîmesi bu.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in peygamberliğini yapma işi nasıl başladı, vahiy nasıl geldi ve Peygamber Efendimiz Allahu Teâlâ hazretlerinin emirlerini insanlara nasıl tebliğ etmeye başladı, biliyorsunuz. Gayet yumuşak, gayet efendice, efendiler efendisi, kibarlar kibarı, güzeller güzeli bir şekilde İslâm'ı anlatmaya başladı. Kâfirler, yani müşrikler, Mekke'nin müşrikleri de olanca olanca sertlikleriyle, edepsizlikleriyle müslümanları engellemeye kalktılar. Yani ne hürriyet, ne edep, ne akrabalık bağları, ne insaf, ne merhamet... İşkencelere, zulme başladılar, kendi dinleri sapık olduğu halde doğru inanca, hak inanca, birlik, tevhid inancına karşı çıktılar. İnananları şehid ettiler, baskı yaptılar, çeşit çeşit zulümler yaptılar... Müslümanlar sabretti, sabretti, sabretti...
Bunları niçin söylüyoruz, bu âyet-i kerîmeleri çok önemlidir diyerek üstüne bastıra bastıra beyan ediyoruz?
Bir hususun çok kesin olarak bilinmesi lazım ki İslâm mazlum olarak doğdu. Yani zulme mâruz kılındı, insan haklarından mahrum edildi. Müslümanlara inanç hürriyeti tanınmak istenmedi, canlarına, mallarına kasdedildi, toplum içindeki yaşamlarına, huzurlarına kastedildi. Önce huzurlarına kastedildi, ondan sonra ibadetlerine kastedildi, ondan sonra canlarına kastedildi. E o zaman kimse itiraz edemez.
Üzine. "İzin verildi." Lillezîne yukâtelûne. "Kendilerine böyle savaş açılan mazlum müslümanlara izin verildi." Bi-ennehüm zulimû. "Çünkü zulme uğramışlardı." Zulme uğradıkları için onların da kendilerini savunmalarına izin verildi.
Yani İslâm'ın çıkışını, Peygamber Efendimiz'in davranışını ve bu âyet-i kerîmelerin sırasını ve gelişini çok çok dikkatle takip etmek lazım; haksızlık yapmamak, iftira atmamak, yalan yanlış konuşmamak için...
Mazlum olarak davranıyorlar, mâsum olarak davranıyorlar, hakkı söylüyor; "Puta tapmayın. Bu putlara tapmak yanlıştır. Bunları elerinizle yapıyorsunuz. Şirk, küfür doğru değildir. Yeri göğü yaratan, âlemleri yaratan Allahu Teâlâ hazretlerine ibadet ediniz!" diyorlar. Haklı, Peygamber Efendimiz ve ona inanan müslümanlar son derece doğru bir şeyi söylüyor. Çok güzel söylüyorlar!
Allah şefaatlerine erdirsin...
Böyle söyleyenler dünyanın her yerinde, her zaman ağızlarına sağlık, vücutlarına âfiyet; sağ olsunlar, var olsunlar.
Çok doğru söylüyorlar. Niye haça, puta, taşa, ağaca, yalan yanlış şeylere tapılıyor?
Bizi yaratan Allah, bizi rızıklandıran Allah, yerin göğün sahibi Allah... Yağmuru indiren, bitkileri büyüten, meyveleri bahşeden, nimetleri ihsan eden Allah... İnsanlar [böyle bir] Allah'a tapmıyor, kendilerinin uydurdukları, yalan dolan, uyduruk kaydırık şeylere tapılıyor. Elbette söylenecek! Yani bir bilim adamı olarak dünyanın her yerinde, her zaman, haksızlığı gören dürüst bir insanın; yani haktan yana olan, doğruyu arayan, doğruyu söylemek isteyen, doğru yaşamak isteyen herkesin yapacağı en tabii şey; "Kardeşim bu yanlıştır, öyle yapmayın, doğru yapın!" [demektir.] Hatta bu bir vatandaşlık görevidir. Şimdiki modern toplumlarda da, çağdaş toplumlarda da vatandaşlık görevidir. Yani yapılan haksızlıkla ilgilenmemek, onu düzeltmeye çalışmamak toplumu bozar, toplumu yıkar. Onun için ilgilenecek. Yani;
"Kardeşim bunu yanlış yapıyorsun, yapma! Parktan o çiçeği kopartma, çimenlerin üstüne basma kardeşim! Evet, bekçi yok ama ben söylüyorum sana; yapma, yazık... Bu çiçek orada dursun. Kopardığın zaman, herkes koparırsa çiçek kalmaz..." Veyahut birisi tükürdü; "Tükürme kardeşim!.." [diyecek.] Yani haksızlığı söylemek, hakkı desteklemek bütün medenî, çağdaş, münevver insanların yapması gereken bir şey. Haksızlığa karşı çıkmak, hakkı desteklemek.
Kâfirler, müşrikler öyle yapmadılar. Ellerinde imkân var diye, karşılarındaki köle diye, mazlum diye, mağdur diye, yönetim ellerinde değil diye, bunlar yönetimi ellerine almışlar, Mekke'nin idaresi kendilerinde diye baskı yaptılar. Baskı, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir zaman ileriye kadar iyi sonuç vermez. Bir müddet bir sonuç verir, sonra geri teper. Haksızlık, yanlış hesap Bağdat'tan döner.
Tabii müslümanlar o kadar mağdur oldular ki... Bildiğiniz şeyler ama neden anlatıyorum?
Savaş emrinin verilmesinin merhalelerini, adımlarını, merdivenlerini, kademelerini herkes bilsin diye anlatıyorum. Çünkü iftiracılar var. İslâm'a iftira atanlar, yalan söyleyenler var o bilinsin diye bunu belirtmek zorundayım.
Mazlum olarak, kibar olarak, hakkı söylemek olarak başladı. Karşı taraf da zulmetti. Zulmedince; zulüm o kadar ilerledi ki ölümler olmaya başladı, işkenceler ve işkenceden dolayı şehid olmalar, şehid edilmeler başladı. Sahipsiz diye, himayesiz diye onların zulmü bir takım mazlum insanların şehid edilmesine yani öldürülmesine kadar vardı. Hatta Peygamber Efendimiz'i hedef aldılar, onu öldürmeye karar verdiler. Öldürmenin şeklini düşündüler, evini muhasara ettiler ama Cenâb-ı Hak Resûlünü korudu ve Mekke'den, o muhasara edenlerin arasından, evinin etrafında nöbet bekleyen, o gece saldıracak olan insanların arasından Allah göstermeden çıkarttı onu. Sonunda hicret etti başka bir diyara... Başka bir diyara gittiği halde orada da rahat vermediler, oraya da ordu sevk ettiler.
Müslümanlar Mekke'de çok tazyik görünce Habeşistan'a gitti. Bunları hiç unutmamak lazım ve bunları herkese anlatmamız lazım! Mekke'nin müşrik idaresi Habeşistan'a heyetler gönderdi;
"Ey Habeş kralı! Bu senin yanına gelenleri himaye etme. Bunlar senin dinine de dil uzatıyorlar..." filan diye güya kurnazlık yaptılar. Habeş imparatoru hıristiyan; "Bak bunlar da, sana sığınan bu kişiler, senin dinini de tenkit ediyor." dediler.
Ne diyor?
"Hz. İsâ Allah'ın peygamberidir, mübarek bir insandır, kuludur. Meryem aleyhesselam Allah'ın bir kuludur, Allah'ın mübarek, saliha bir kuludur, cennetlik bir hatundur. Mâsumdur, tertemizdir, pâktir." diyor.
Bu iftira olur mu?!
Hakikati söylüyor.
Habeş imparatorunu kışkırtmaya çalıştılar; "Vay siz Hz. İsâ'yı tanrı tanımıyor musunuz? Hz. Meryem'i tanrının annesi olarak tanımıyor musunuz? Çıkın ülkemden!.." diyecek sandılar. O da dinledi, hak verdi ve müslüman oldu. Peygamber Efendimiz'in sözlerinin haklı olduğunu söyledi ve oradaki müslümanların ifadelerini dinledikten sonra aynen onlara katıldığını söyledi. Kureyş müşriklerinin hediyelerini iade etti;
"İstemiyorum sizin hediyenizi! Bana sığınanları, bu mübarek insanları ben [iade etmem.] Ülkemde otursunlar." dedi.
Ama biz olaya hangi noktadan bakıyoruz?
Kureyş, terk-i diyâr etmiş, göçmüş insanları bile gittikleri yerde rahatsız etmeye, tâciz etmeye çalışıyor. Yani kendi yerinde, kendi yurdunda, kendi ata yurdunda rahat yaşamasına izin vermiyor, bir zulüm. Hicret ediyorlar mazlumlar, mâsumlar. Gittiği yerde de rahat ettirmek istemiyor. Kat kat zulüm. Katmerli zulüm...
Tabii böyle olunca, ondan sonra da bir de öldürme vesaire olayları olup iş oraya dayanınca, cümle cihan halkı elini vicdanına koyar, kabul eder ki; Ee, bu kadar olduktan sonra elbette zalime bir dur demek lazım!
Üzine lillezîne yukâtelûne bi-ennehüm zulimû. "Zulme uğradıkları için, kendileriyle savaşılan bu mâsum, mazlum ve temiz, tertemiz mü'minlere kendilerini savunma hakkı, savaşma hakkı verildi." deniliyor Hacc sûresinde. [Bu konuda] ilk inen âyet-i kerîme bu.
Kur'ân-ı Kerîm'i anlatırken size başında söyledim; Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetlerin sırası Fâtiha'dan başlayıp, Bakara'dan başlayıp Kul eûzü bi-rabbi'n-nâs'la biten sıra tarihsel, tarihî sıra değil. Yani baş tarafta, Bakara sûresinde gelen âyetlerin çoğu en son inen âyetlerdir. En son cüzlerdeki âyetler de ilk önce inen âyetlerdir. Hatta Hıra, mübarek Nur Dağı, Hıra mağarasında inen ilk beş âyet, Ikra' sûresi 30. cüzdedir, yani Kur'ân-ı Kerîm'in en sonundadır. Bunları böyle bilmek lazım...
Şimdi burada 190. âyet-i kerîmede ve kâtilû [geçiyor.]
Nereden sonra ve kâtilû diye "ve" ile nereye, bağlaç ile Kur'ân-ı Kerîm [meseleyi] nereye bağlıyor?
Bir önceki dersimizi hatırlayalım; "Ey Resûlüm! Sana hilâlin şekillerini, hilâlleri soruyorlar."
Ay bir küçük oluyor, bir büyük oluyor, biraz daha büyük oluyor, dolunay oluyor, azalıyor, görünmüyor, yeniden görünüyor... Yes'elûneke ani'l-ehille. "Sana onu soruyorlar ey Resûlüm!"
Kul hiye mevâkîtü li'n-nâs "[De ki:] İnsanlar için vakitlerdir bunlar." Ve'l-hacci. "Ve hac için bir vakittir." Ama;
Ve leyse'l-birrü bi-en te'tü'l-büyûte min zuhûrihâ. "Böyle seyahate çıktıktan sonra olmayıp geri döndüğü zaman, evin kapısından girmeyip arkasından, tepesinden girmek takvâ değildir." Ve lâkinne'l-birra menittekâ. "Takvâ, Allah'tan korkmaktır." Birr ü takvâ sahibi insan günahlardan sakınan kimsedir. Ve'tü'l-büyûte min ebvâbihâ. "Evlere kapısından giriniz, öyle ters işler yapmayın." Vettekullâhe le'alleküm tüflihûn. "Ve Allah'tan korkun ki felâh bulasınız." âyet-i kerîmesinin arkasından [savaş âyeti geliyor;]
Ve kâtilû fî sebîlillâh. "Allah yolunda cihad ediniz."
Kimlerle?
Ellezîne yukâtilûneküm. "Sizinle cihad edenlerle, çarpışanlarla, mukâtele edenlerle."
Mukâtele, katele kökünden geliyor. Sülâsîsi katele, mukâtele mezid bâbtan, "karşılıklı çarpışmak" demek. Katele "öldürmek" demek. Öldürene kâtil diyoruz, Türkçe'de de kullanılıyor. Kâtele-yukâtilu-mukâteleten de "karşılıklı öldürüşmek, savaşmak, öldürmek için çarpışmak" demek.
Kâtilû. "Ey müslümanlar! Siz öldürmek kastıyla çarpışın." Fî sebîlillâhi. "Allah yolunda, Allah rızası için..." Ellezîne yukâtilûneküm. "Sizlerle çarpışan kimselerle çarpışın!"
Ebette... Karşı taraf çarpışmasaydı! O öldürmek kasdıyla gelince, Allahu Teâlâ hazretleri bunlara; "Siz elinizi, kolunuzu aşağı indirin, onlar sizi kırıp geçirsinler!" demiyor. "Siz de o zaman Allah yolunda çarpışın!" [diyor.]
Çarpışma neden olacak? Ne vaadiyle, hangi yolda olacak?
Fî sebîlillâh. "Allah yolunda olacak." Çünkü mü'min Allah yolundadır, iman etmiştir, o yola girmiştir. Elbette o yolunun icabı olan ibadetleri yapacak, yaşamını müslümanca yapacak, müslümanca yaşayacak. Ötekisi de onu İslâm'dan ayırmaya, dinden döndürmeye çalışıyor veyahut dönmediğini anlayınca işkence edip öldürüyor... "O zaman sizinle böyle çarpışan, savaşanlarla siz de savaşınız!" [buyuruluyor.] Çok güzel ve çok yerinde bir emir. Eğer İslâm'da böyle bir emir olmasaydı, doğru olmazdı. Cenâb-ı Hak her şeyi yerli yerinde yapmıştır.
Efendim, işte biz duyuyoruz ki bazı dinlerde çarpışmak yokmuş...
Hangi dinmiş o? Hıristiyanlık mı? Hıristiyanlarda çarpışma yok da onun için mi haçlı seferleri yaptılar?
Kaç tane haçlı seferi yaptılar tarihte sayısını Allah bilir. Bir haçlı seferi adıyla yapılan seferler var, bir de haçlı ruhuyla yapılan savaşlar var. Yirminci yüzyılda Bosna Hersek'teki yüz binlerce insanı öldürmek o da bir haçlı seferi. Sayıya dahil olmayan yeni bir şey. Ruslar da Çeçenleri öldürürken aynı mantığı [taşıyorlar,] "Biz hizmet ediyoruz!" diyorlar. Sırplar müslümanları öldürürken Avrupalılara diyorlar ki; "Biz hizmet ediyoruz, sizi koruyoruz. Yoksa bu Müslümanlık Avrupa'ya yayılacak." diyorlar.
Hani fikir hürriyeti, hani medenî haklar, hani insan hakları? Hani vicdanından, inancından dolayı hiç kimse kınanmazdı, baskı altına alınmazdı?!
Onlar, protestanlar, katolikler, vesaireler tarihteki kavgalardan sonra kendi ülkelerinde bir denge kurmuşlar, tamam kendilerine hürriyet var ama ondan sonra başka dine hürriyet yok.
Öyle şey olur mu?
Hâlâ oluyor. Olmaması lazım ama oluyor. O zaman tabii savaş emri de olacak. Ama yine bir güzel şey daha var. Buradaki güzelliklerin bir tanesi; "Çarpışın, sizinle çarpışanlarla..."
Ellezîne yukâtilûneküm. "Sizinle savaşanlarla, siz de savaşın!"
Yani kaçmayın, susmayın, sinmeyin, esarete razı olmayın veyahut dininizi değiştirmeye veyahut dininizi bırakmaya dönmeyin, [kalkmayın]; mert olun, medenî cesaret sahibi olun, mertçe çarpışın!..
Ne kadar güzel! Ne kadar çağlar üstü, ne kadar medenîlerin medenîsi bir davranış!..
Sonra bir güzellik daha!
Ve lâ ta'dedû. "Ve ölçüyü kaçırmayın, sınırı aşmayın, i'tidâ etmeyin!"
İ'tidâ ne demek?
"Bir şeyden öteye gitmek" demek. Yani "çizgiden öteye gitmek, taşmak" demek. Yani, "Taşkınlık yapmayın, daha öteye gitmeyin!"
İnnellâhe lâ yühibbü'l-mu'tedîn. "Hiç şüphe yok ki Allah taşkınlık yapan, ileri giden, ölçüyü kaçıranları sevmez."
Şimdi bu ölçüyü kaçırmak acaba nasıl bir şey?
Yani, "Çarpışın ama çarpışırken ölçüyü kaçırmayın! Allah ölçüyü kaçıranları, aşırı gidenleri, haddi aşanları, sınırı geçenleri sevmez."
Bu ne demek?
Bu şu demek: Yani, "Savaşırken bile insaniyet ve medeniyeti elden bırakmayın!" demek.
Sahih-i Müslim'de Büreyde radıyallahu anh'ten [rivâyet edildiğine göre] Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz müşriklere karşı ordularını, tertip ettiği müslüman birlikleri gönderirken buyururdu ki;
Uğzû bismillah fî sebîlillâh. Böyle cümlecik cümlecik okuyayım mânasını söyleyeyim. "Cihadı, gazayı Allah yolunda yapın." Allah yolunda gaza eyleyin!
Tabii savaşmak, savaşanların büyük bir fedâkârlığı demektir. Hem yorgunluk, sadece düz yorgunluk değil, muazzam bir yorgunluk, çok aşırı bir yorgunluk; hani öldüresiye, bayılasıya bir yorgunluk... Ama onun ötesinde mal gitmesi, hatta canının gitmesi. Canın gitmesi de var. Çok zor bir şey. Uğzû bismillah fî sebîlillâh.
Bu fedâkârlığa müslüman niçin katlanıyor?
Hak için, iman için katlanıyor. Doğruluktan yana, doğrudan yana olduğu için, zulmün karşısında olduğu için katlanıyor.
"Allah yolunda cihad edin, gaza eyleyin!" Kâtilû men kefera billâh. "Allah'a küfreden, Allah'a kâfir olan, Allah'ı tanımayanlara veyahut yanlış inananlara, inancı bozuk, sapık olanlara saldırın, savaşın!"
Uğzû ve lâ tağullû. "Gaza yapın ama çalma yapmayın!"
Lâ tağullû ne demek?
"Gulûl yapmayın." demek.
Ğulûl ne demek? Ğayn, lam, vav ve lam [harfleri.]
"Ganimet malı çalmak" demek. Ganimetten aşırmak, hırsızlık demek.
Biliyorsunuz, müslüman savaştığı zaman düşmanın [malını] alır. Çünkü çarpışmasaydı. Çarpıştı, o zaman düşmanın malı müslümana ganimet olarak helâldir.
Ama ne kadarı helâldir, nasıldır bu iş?
Toplanan ganimetin beşte biri devletindir, beytül-mâl-i müslimînindir. Beşte dördü gazilerin arasında üleştirilir, dağıtılır, hepsine verilir. Bu da onların cihadlarının dünyadaki maddî karşılığıdır. Kimisi ölmüştür, kimisi yaralanmıştır. Ölen şehid olmuştur, kalan gazi olmuştur. Kimisi de hiç yaralanmamıştır. Ganimetin beşte dördü, bunların arasında parça parça taksim edilir, hepsine verilir.
Bu ganimet mallarının taksiminden önce gazinin kendi başına bir yerden bir para, bir mal, bir mücevher, bir şey alması hakkı yoktur. Her şey bir ölçü içindedir. Yani bir eve girdi de, orada bilezikleri gördü de, cebine attı da, ondan sonra evi yaktı da, bilmem ne... Hayır! Bütün ganimet malları ordu komutanının önüne, emîrin önüne getirilir. Beşte biri, yani %20'si devletin payı olarak kenara ayrılır. Devlet tabii hizmet müessesesi, elbette vergi alacak. Elbette ona bir şey ayrılması uygun. Çünkü o düzen olmasa o savaş kazanılmaz, elbette olacak. Beşte dördü mücahidler arasında taksim edilir.
Size bir ibretli olayı da anlatayım. Ben okuduğum zaman çok etkilendim. İran tarafında çarpışan ordu düşmanı yeniyor. Düşmanı yenince ganimetler ayrılıyor. Beşte biri, yani %20'si devletin, beytü'l-mâl-i müslimînin parası olarak ayrılıyor. Beşte dördü ganimetler mücahidler arasında tevzî edilecek. Ordu komutanı, birkaç parça güzel kıymetli parçayı da Halife Hz. Ömer'e ayırıyor İran'dan. Ama Hz. Ömer savaşa bizzat katılmış mücahit değil, Medine-i Münevvere'de. Ordu İran'da savaş kazanmış, komutan hediyeler hazırlıyor, yani ganimetten bir şeyler ayırıyor. İşte şu kadar altın, bu kadar bilezik neyse, neler varsa... İki tane adamını İran'dan Medine'ye gönderiyor. Onlar sevinerek geliyorlar halifenin huzuruna, diyorlar ki;
"Efendim savaşı kazandık. Bir savaş yaptık, kazandık..."
Artık neler diyorlarsa, neler derlerse hayalimizden biz tabii şey yapıyoruz;
"İşte düşmanı yendik, ganimetler de alındı, devletin parası da ayrıldı. Emir, komutan bunu da size gönderdi." deyince, Hz. Ömer bir kalkıyor, başlıyor bu ikisini dövmeye, kırbaçla kırbaçlamaya...
"Derhal toplayın bu getirdiklerinizi!" diyor. Yere saçıldı demek ki. "Derhal toplayın, mücahidler dağılmadan derhal oraya götürün! Eğer mücahidler dağılmış olursa, bu taksim edilmezse, taksimden geriye kalmış olursa, benden çekeceğiniz var!" diyor. Döve döve onları huzurundan uzaklaştırıyor, geriye gönderiyor.
Neden?
Adaletinden.
İslâm'ın mantığı ne?
Mücahidlerin hakkıdır, beşte dördü, %80'i mücahidlerin arasında ayrılacaktı. "Canım o kadar maldan şu kadarı da halifeye ayrılsın..." demiyor. "Ben savaşmadım, ben burada oturdum. Binâenaleyh ganimetten bana ayırmaları doğru değil." diye getirenleri dövüyor. "Siz nasıl ters bir işe âlet oluyorsunuz?!" diye kırbaçlıyor. Belki sembolik kırbaçlıyor, belki acıtacak bir şekilde kırbaçlıyor. Onu bilmiyoruz ama tavrı ters. Yani, "Yapamazsınız bunu!" diyor ve geri gönderiyor. İslâm böyle, bunları iyi bilin.
Bir kere gulûl olmayacak. Peygamber Efendimiz öyle emrediyor, yani çalma olmasın. Eğer ganimet malı taksiminden evvel cebine bir şey ayırırsa, torbasına bir şey koyarsa; o hırsızlık olur, ganimeti çalmış olur. Almaya hakkı yok.
Tabii bizim yeni nesiller İslâm'ı bilmiyor. Kıbrıs [harekatı] oldu. Rumlar büyük zulüm yaptılar. Çocukları öldürdüler, banyolarda küvetlere doldurdular. Resimlerini gördük, yaşadık, o devri biliyoruz. Tabii askerlerimiz garantörlük vazifesini yerine getirmek üzere Kıbrıs'a çıkartma yaptılar. Şehitler verdiler ama oradaki zulmü engellemek için kardeşlerimizin imdadına yetiştiler... tamam.
Ben oraya katılmış olan bir kardeşten duydum; tabii herkes ne bulduysa cebine koymuş.
"Yoo, İslâm'da böyle değil." dedim. Ne bulduysa cebine koymak yok. Para, pul, altın, gümüş, mücevher, eşya vesaire... Öyle şey yok, hepsi ortaya konulur, beşte dördü İslâmî kurala göre mücahitlerin arasında ayrılması, beşte biri de devlete ayrılması lazım.
Hırsızlık yok, yani kendi başına mal alamaz, bu bir. Efendimiz böyle buyurmuş; "Gaza yapın ama çalmayın..." [İkincisi;]
Ve lâ tağdirû. "Gadir de yapmayın, yani zulüm de yapmayın!" Ve lâ tümessilû. ["Müsle de yapmayın!"] Yani düşmanı öldürürdün, öldürürken veya öldürdükten sonra âzâlarını, burnunu, kulağını, dudağını vesairesini kesmek.
Müşrikler bunu yaparlardı. Mesela, Hz. Hamza Efendimiz'i müşrikler Uhud Harbi'nde şehid ettiler. Sonra göğsünü açtılar, ciğerini çıkarıp çiğnediler. Yüzünü gözünü tahrip ettiler, kulağını, burnunu kestiler, tanınmayacak hâle getirdiler. Yani Hz. Hamza şehid olmuştu ama ondan hıncını alamayıp bunları yaptılar. İslâm'da bu yok! Zaten savaş[ın] hangi şartlarda olduğu görülüyor. İslâm'da öyle ölünün âzâsını kesmek filan yok, canlıya işkence yok.
Ve lâ taktulül-velîde. "Çoluk çocuğu öldürmeyin..." Çünkü onlar bizzat savaşmıyor. Babalarının kusuru, büyüklerin kusuru. Küçüklerin bir kabahati yok. Efendimiz öyle yasaklıyor. Ve lâ ashâbe's-savâmi'a."İbadethane, manastır sahibi rahipleri de öldürmeyin!" Çünkü onlar da çarpışmıyor. Adamcağız kendi hâlinde, ibadetiyle meşgul bir âhiret adamı.
Müslüman değil?
Olsun. Yahudi veya hıristiyan veya başka [dinden...] Ama çarpışmadığı için onlarla çarpışmamasını Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz askerlerine söylüyor. Ahmed b. Hanbel rivâyet etmiş.
Başka neler yapılmaz?
Yani İslâm'da savaşın bile ahlâkı, âdâbı [var...] Neler yapılmaz, onları başka rivâyetlerde görüyoruz. Mesela ağaçlar kesilmez, ateşe verilmez. Şimdi kızıyor, geliyor bir mezraya, bütün koyunları öldürüyor. Böyle şey yok. Hayvanların bir kabahati yok, hayvanlar savaşmıyor. Ağaçları çatır çatır yakmak, harmanları yakmak... İslâm'da böyle şeyler de yok. İşte bu savaşın sınırını aşmak, şeyi öteye götürmek.
Ve lâ ta'tedû [innellâhe lâ yuhibbü'l-mu'tedîn]. "Haddi aşmayın, Allah haddi aşanları sevmez!" [kuralı.]
Bu hususta İslâm'ın ve müslümanların savaşırken bile nasıl insanları yaşatmak istedikleri, nasıl iyi davrandıkları, nasıl faziletli davrandıklarına dair çok [misaller] var. Hem kitaplarında kural olarak, savaş ahkâmında bunların olması hem de uygulamada ne kadar güzel olduğunu biliyorsunuz. Bizim Osmanlı sultanlarının, kendilerine savaşmaya gelen kimselere nasıl asâletli davrandıklarını biliyorsunuz. Hatta bazılarını; "Seni bağışladım, memleketine gönderiyorum!" diye [gönderdiğini biliyorsunuz.] Mesela o aslan yürekli Richard isimli İngiliz asilzadesini filan, nasıl göndermiş padişahımız! "Gidin memleketinize... Size bundan sonra benimle çarpışmayın da demiyorum. İsterseniz yine ordu toplayın, yine gelin, yine çarpışın, bana bir zafer daha kazandırın!" demiş. Asâlete bakın! İslâm'da savaş bir zaruretten oluyor ama savaşın yapılmasında da bir asâlet var.
Buna karşılık bakın çağımızdaki toplu mezarlara!.. Bakın Kıbrıs hadiselerine!.. Tabii ben yaşadım da o günleri biliyorum ama benim gibi bilen insanlar da vardır, bilmeyen gençler de vardır; çok zulümler yapıldı. Kıbrıs'ı bilmeyenler Bosna olaylarını, Kosova'yı bilir, daha başka yerleri bilir... Şimdi televizyonlardan gözleriyle de görmek imkânına sahipler. Nasıl zavallı, mâsum insanlar... Arabalara eşyalarını yüklemişler, çocuklar ağlıyor. Karlı tepelerden aşıp, yerlerinden, yurtlarından edilmiş...
Eğer biz o zihniyete sahip olsaydık yedi asırda Balkanlar'da bir tek Sırp kalır mıydı?
Osmanlı'nın kuvvetli olduğu zamanda bir tek Sırp kalmazdı.
Osmanlı Devleti'nin içinde bir tane yahudi kalır mıydı?
Yahudiler teşekkür ediyorlar. Geçtiğimiz sene teşekkür ettiler. Osmanlılar kendilerini İspanya'dan kurtarmış, kendi diyarlarına getirmiş diye, müteşekkiriz diye yahudi heyetleri geldiler. Gazeteler filan da bunu yazdı. Yahudilerle Türkiye halkı biraz daha ısınsın filan diye de faydası olduğundan, bunu böyle şeyde [gazetelerde] açıkladılar.
Yahudileri İspanya'daki katliamdan kurtardığımız gibi kendi ülkemizdeki gayr-i müslimleri de koruduk. Ne kiliselerini yaktık yıktık, ne rahiplerine dokunduk, ne de rumlara, ermenilere, süryânîlere, vesaireye herhangi bir zarar verdik. Ben biliyorum, Urfa'daki, daha başka yerlerdeki süryânîlerin kiliselerini, tarihî eserleri bile aynen duruyor. Ta Peygamber Efendimiz zamanından kendilerine verilmiş mektupları bile manastırlarında mahfuz...
Neden?
Saygı duymuşuz. Peygamber Efendimiz'den başlıyor bu [uygulama.] Peygamber Efendimiz Medine i Münevvere'sinde İslâm'ı tamamen hakim kıldığı halde yahudiler ve hıristiyanlara da hayat hakkı veriyor, onları sürüp atmıyor. Sonra İslâm ülkelerinde kiliselere, rahiplere ve gayr-i müslimlere dokunulmuyordu. Tarih boyunca dokunulmamış. Varlıkları, yirminci yüzyılda varolmaları dokunulmadığının belgesi. Ama Osmanlı Balkanlar'dan çekileli [onlar neler yaptılar!] Ondokuzuncu yüzyıldan sonra çekildi. Berlin anlaşması vesaire ile ondokuzuncu yüzyılın sonunda başladı, yirminci yüzyılda süreç devam etti. Oralarda binlerce cami varken, şu anda %90'ı tahrip edildi, %95'i tahrip edildi, %98'i tahrip edildi.
Bunları ben söylemiyorum. Şimdi bir büyükelçinin kitabını okuyorum burada... İslâm ve Avrupa diye bir eser, bir büyük elçi yazmış. O veriyor rakamları. Yunanistan'da, Bulgaristan'da bu müsamahasızlık, dine yapılan baskılar... Geliyor köye askerler;
"Senin ismin ne?"
"Mehmet..."
"Hayır, senin ismin Mehmet değil, Hıristo!.."
"Yok benim adım Mehmet!" derse, öldürüyorlar.
Yani korkunç bir baskı! Yirminci yüzyılda, Jivkov zamanında. İşte Makedonya'da, işte Arnavutluk'ta, işte Kosova'da, işte diğer ülkelerdeki manzaralar... Yani en medenî dediğimiz Avrupa ülkelerinde bile bazen müslüman bir okul açacak, bir cami açacak, çeşitli yollarla engelleme [var...] Yanlış şeyler ve bizim tarih boyunca asla yapmadığımız şeyler. Biz âl-i cenâblık göstermişiz; onlar, sözleri başka, davranışları başka, fiiliyat ortada...
Biliyorsunuz, Sırplar Bosna'da Avrupa'nın en medenî, en gelişmiş, en güzel kütüpanesini tahrip etmeye kaltılar. Müslümanların Saray-Bosna kütüphanesini topa tuttular. Pazar yerini topa tuttular ve cenazeyi gömmekte olan, son vazifesini yapan insanlara bomba atıp, onları bombaladılar.
Buyrun, işte hadiseler ortada görüyoruz. Peygamber Efendimiz'in tavsiyesini de görüyoruz.
Evet, bundan sonraki yani 191. âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Vaktülûhüm. "Onları öldürünüz." Haysü sakiftümûhüm. "Nerede kıstırırsanız..."
Sekıfe-yeskafu; bu Arapların sakkafe-yüsakkıfu tef'il bâbından bir kelimesi var. Müsakkaf derler, münevver mânasına yani eğitilmiş mânasına. Sekıfe, "sıkıştırmak" demek. Aslında mızrak yapmak istedikleri kargıyı sıkıştırıp eğri olmasın, doğru olarak kurusun diye, doğrultmak mânasına. Sıkıştırarak, sıkışık tutarak doğrultmak mânasına geliyor. Yani; "Nerede sıkıştırırsanız, kıstırırsanız öldürün!" Tabii savaşta, nerede [yakalarsanız] düşmanı haklamak var.
Ve ahricûhüm. "Onları diyarlarından çıkartınız." Min haysü ahrecûküm. "Sizleri çıkardıkları yerden..."
Peygamber Efendimiz'i Mekke'i Mükerreme'den çıkartmışlar mıydı?
Çıkartmışlardı. Binâenaleyh siz de onları oradan çıkartma hakkına sahipsiniz.
Olur mu, beni yerimden yurdumdan niye çıkartıyorsunuz?
Peki, sen müslümanları niye çıkarttın Mekke'den? Ne diye onları Medine-i Münevvere'ye çıkarttın?
Yani başka yerlere hicret etmek zorunda kaldılar, ne zahmetler, sıkıntılar çekdiler, mallarına el koydunuz.
Min haysü, mekan da bildirir, sebep de bildirir. Ahricûhüm min haysü ahrecûküm. "Siz onları çıkartınız çünkü onlar sizi çıkartmışlardı." mânasına da gelir; "Sizi çıkattıkları yerden siz de onları çıkartınız." mânasına da gelir. Min haysü'nün böyle bir maddî mânası bir de mânevî mânası vardır.
Demek ki sıkıştırdığınız yerde çarpışırsınız, öldürürsünüz ve onları sürüp çıkartırsınız diyarlarından... Anlasınlar bakalım, sizi mazlum görüp de yaptıkları zulümlerin nasıl fena olduğunu tatsınlar.
Âyet-i kerîmenin bundan sonraki cümleciği, içindeki cümlecik;
Ve'l-fitnetü eşeddü mine'l-katli. "Fitne öldürmeden daha fena, daha kötü bir şeydir." Yani onlar fitneyi çıkarttılar.
Fitne ne demektir?
"Şirk mânasınadır. Buradaki fitneden maksat müşriklik, kâfirlik demek." diye açıklama yapmış. O zulümlerini müşrikliklerinden, kâfirliklerinden yapıyorlar ya. O fitne, öldürmeden daha şiddetlidir.
Bu neyi gösteriyor?
Bir insan, "Bunlara acıyalım!" filan diye merhamet ederse, merhametten maraz olur. Madem savaştılar, elbette sen de şey yapacaksın, [karşılık vereceksin!..]
Efendim, ben silah kullanamam, silah atamam...
Askere alınmış adam, hanım evladı. Silah kullanamıyor, silahı doğrultamıyor; "Ben insan öldürmeye taraftar değilim!" diyor. Ama onlar öldürüyor ya, onlar fitneyi çıkartmış ya... Sen onu yapmadığın zaman o gelecek seni de öldürecek, senin anneni de, senin çocuğunu da, kardeşini de öldürecek. O mantık doğru değil. Yani savaş iyi bir şey değil ama o öldürmüş, o yapmış, o çıkartmış...
Ve lâ tükâtilûhüm inde'l-mescidi'l-harâmi hattâ yukâtilûküm fîhi. "Mescid-i Haram'ın yanında onlarla savaşmayın!"
el-Mescidül-Haram, Yani Kâbe-i Müşerrefe ve çevresi. "Mescid-i Haram'ın yanında onlarla savaşmayın!" Ama bir istisnası, bir hududu var bunun; Hattâ yukâtilûküm fîhi. "Orada onlar sizinle çarpışmadıkca..."
Yani Mekke'nin içinde de Mescid-i Haram'da da çarpışmaya kalkışıyorlarsa siz o zaman; "Aa, Mescid-i Haram'a girdi, biz onlara ateş edemeyiz veya biz onlara çarpışamayız, kılıç kaldıramayız, ok atamayız..." demeyin! Evet, Mescid-i Haram'da savaş yok, Allah orayı sulh yeri yapmış ama onlar yapıyor. Onlar çarpışırsa, çarpışın! [Onlar] çarpışmadıkça, siz de onlarla Mescid-i Haram'da çarpışmayın!
Fe-in kâtelûküm faktulûhüm. "Çarpışmaya kalkarlarsa, o zaman öldürün onları!" Kezâlike cezâü'l-kâfirîn. "Kâfirlerin cezası işte böyle olur."
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke-i Mükerreme'nin Allah indindeki itibarını, hürmetini daima kollamıştır ve Mekke'yi fethederken de çok az sayıda insan ölmüştür. Hatta Peygamber Efendimiz, Mekke'yi fethettiği zaman ilan ettirdi ki;
Men ağleka bâbehû fe-hüve âminün. "Kim kapısını kapatır da evinin içinde durursa, yani müslümanlarla çarpışmaya kalkışmazsa, [emniyettedir.]"
Mekke fethedilirken bunu söylüyor Peygamber Efendimiz. Yani artık müşriklik tepelenmiş, müslüman orduları gelmiş Mekke'yi fethediyorlar. O zaman dahi Efendimiz'in davranışlarındaki şu güzelliğine bakın!
"Kim kapıyı kapatırsa, o emniyettedir!" buyuruyor.
Yani kapıyı açıp da içerideki adamı öldürmek, içeri dalmak yok...
Ve men dehale'l-mescide fe-hüve âminün. "Kim Mescid-i Haram'a girerse, emniyettedir."
Mescid-i haram, Kâbe'nin olduğu mescid. Biliyorsunuz Kâbe, ortadaki binaya deniliyor. 11-12 metre ebatlı olan bina, altın kapılı olan bina Kâbe. Ama Kâbe'nin etrafında namaz kılınan mahal, onun adı el-Mescidü'l-Haram. "Mescid-i Haram'a giren de emniyettedir." buyuruyor.
İnsanlar korkup, "Müslümanlar geliyor, silahlı, oklu, mızraklı ordu geliyor!" diye oraya toplandığı zaman, fe-hüve âminün. "Onlar da emniyettedir, güvendedir." Yani onlara da bir şey yapılmayacak.
Ve men dehale dâre ebî süfyan fe-hüve âminün. "Ebû Süfyan'ın evine giren de emniyettedir."
Ebû Süfyan o zaman müşriklerin reisi. Ona da şey yapıyor, [itibar ediyor.] Yani çarpışmadıkca onlara kılıç kaldırılmasını, kılıç vurulmasını uygun görmemiş Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem. Nebiyyü'r-rahmeh, rahmet peygamberi, Raûfu'r-rahîm, re'fetli olan, merhametli olan, şefkatli olan Peygamber Efendimiz Mekke'yi o kadar az bir olayla fethetti ki... Birkaç tane azılı herif çarpışmaya kalktılar. Onlar da çarpışınca mücahidler onları şey yaptılar, [etkisiz hâle getirdiler.]
Halbuki mücahidlerin bazıları; "Şimdi Mekke'yi fethediyoruz. Bize bu zamana kadar kâfirlik yapıp da kan kusturmuş olan insanlar elimize geçti. Bak biz onlara neler yapacağız!" diyordu. Öyle diyenleri Peygamber Efendimiz komutanlıktan aldı. Yani hırsla katliam yapacak diye selâhiyetini elinden aldı. Halbuki onların öldüreceğiz dedikleri insanlar bir şey yaptıklarından dolayı, [evvelki] zalimliklerinden dolayı öldürüleceklerdi; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz onu dahi yaptırtmadı. Ama çarpışmaya kalkarsa, o zaman;
Faktülûhüm kezâlike cezâü'l-kâfirîn. "Böyle yapanların, kâfirlerin cezası elbette böyle olur."
Kesin olarak, Kur'ân-ı Kerîm'den mü'minlere gâyet mantıklı, gâyet güzel tavsiyeler;
Fe-inintehev fe-innallâhe ğafûrun rahîmün. "Eğer bırakırlarsa bu küfrü, savaşı, Harem i Şerif'te mücadeleyi, karşı çıkmayı, İslâm'a gelirlerse, tevbe ederlerse; o zaman Allah gafûrdur, rahîmdir."
Yani o kadar müşriklik yapmışlar ama pişman oldular, tevbe ettiler, İslâm'a girdiler. Bitti, silinir. Eski suçlarından dolayı bile cezalanmaz. İslâm'da mühim olan insanları öldürmek değildir, kazanmaktır. İmana girdi mi, tevbe edip İslâm'ı kabul etti mi eski suçundan dolayı bile şey yapılmıyor, [cezalandırılmıyor.] Halbuki şimdi yirminci yüzyılda bile bu hukuk yok. Yani bir adam öldürülmüşse, bir adam bir adamı öldürdü. O adam savaşta elde edildi mi, artık o, sen falancayı öldürdün diye öldürülür. İslâm'da öyle değil. Adam müslüman olunca hayatı bağışlanıyor. Yani İslâm'ın üstünlüğü, hiç tereddüt gösterilmeyecek tarzda davranışları güzel...
Bütün bu kadar şeyden sonra, bu kadar güzellikten sonra bu âyet-i kerîmenin şu benim açiz nâçiz dilimle güzelliklerini birazcık böyle dilimin döndüğünce anlatmamdan sonra hâlâ İslâm'ın nasıl sulh ve sükûn dini olduğunu, nasıl barış dini olduğunu, savaşı ne şartlarla yaptığını düşünmeden İslâm'a iftira atmak, yalan söylemek büyük haksızlık.
Peki, efendim, İslâm'da savaş yok mudur?
Tabii vardır.
Saldırmak var mıdır, hep müdafaa harbi midir?
Hayır! "İslâm['da savaş] sırf müdafaa harbidir." demek de yanlıştır. Çünkü eğer vaziyet saldırmayı gerektiriyorsa saldırmak uygundur. Hiç toparlanmasına fırsat vermeden saldırırsın, düşmanı tepelersin. O komutanın bileceği bir şeydir. Yani saldırmak gerekiyorsa saldırır. "İslâm hep savunma harbi yapar." diye de bir şey yok.
İslâm, evet, kılıç da kullanmıştır. Çünkü akla, mantığa hitap edip, kalbe, gönle hitap edip, gerçekleri söylediğin halde bir takım insanlar anlamıyor, bir takım sebeplerden, iç sebeplerden, ruhsal durumlardan veya menfaat durumlarından dolayı İslâm'a hâlâ karşı çıkıyor. Bütün şiddetiyle devam ediyor. Gün gibi anlaşıldığı halde devam ediyor. Eh o zaman onun başka çaresi kalmıyor.
Şair bunu çok güzel ifade etmiştir. Tabii tefsir dersinde şiir okumak ne derece uygundur ama bir şeyi anlatmak için de gerekebiliyor.
Şair ne demiş?
Nush ile uslanmayana etmeli tekdir,
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötekdir.
Gayet güzel. Yani ilk önce nasihat edeceksin. Nasihat ediyorsun; "Evladım yapma, etme, şu camları kırma! Evladım şu edepsizliği yapma, evladım okulu bırakma, kaçma, etme vesaire..." dinlemiyor.
"Nush ile uslanmayana etmeli tekdir,"
Bu sefer tekdir ne demek?
Kederlendirmek demek. Yani biraz cezalandırmak, acıtmak, sıkıntıya sokmak, sıkıştırmak demek. Nasihat dinlemiyorsa sıkıştırırsın; "Haa! Öyle yapma bakayım!" dersin, sıkıştırırsın.
Ee, tektir ile de uslanmıyor?
O zaman hakkı kötektir. O zaman döversin diyor. Yani kademe kademe. İslâm'da da öyle. İslâm'ı tebliğ ediyorsun; "Kardeşim bak şu taş dümdüz bir taş idi. Sonra heykeltraş geldi bunun sağını solunu yonttu. Kıpırdayamaz, heykeltraş çevirdi veya etrafında döndü dolaştı. Ağız yaptı, burun yaptı, sen şimdi bunun karşısına geçip tapınıyorsun, kurban kesiyorsun, bilmem ne, abuk sabuk laflar... Buna tapılmaz kardeşim!" Hakkı söylemek, hakkı tebliğ etmek, bir.
Deliller getirmek, mesela, "Allah'tan başka tanrı yoktur, şerîki nazîri yoktur." Lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîke leh. Doğmamıştır, doğrulmamıştır. Leyse ke-mislihî şey'ün. "Ona benzeyen bir yaratık yoktur." Vesaire... söylüyorsun, adam şey yapmıyor, [kabul etmiyor.] Kardeşim yâ anlasana! Delil getiriyor;
Lev kâne fîhimâ âlihetün illallâhu le-fesedetâ. "Gökte, yerde Allah'tan başka otorite sahibi, başka tanrılar olsaydı; o zaman birisi bir emir verirdi, ötekisi başka bir emir verirdi, ortalığı karıştırırlardı, fitne fesat çıkardı, ortalığı karma karış ederlerdi." Yani gücün kaynağı tek olmasa bu düzen olmazdı.
Yunanlılar atıyorlar tutuyorlar; "Zeus böyle demiş de, bilmem ne tanrısı böyle yapmış da, ötekisi böyle yapmış da... Bu kızmış da, o onu kovalamış da..." Masal. Masalların da en çirkini, en yalanı. Çünkü inanç konusunda masala tahammül yoktur. Yani başka şeyde çocukları uyutmak için tavşan masalı anlatsan neyse ne ama inanç konusunda yalan yanlış masal olmaz.
Delil gösteriyor, onu da anlamıyor. Ondan sonra da müslümanlara haksızlık ediyor, zulmediyor. Haa... O zaman onun anladığı dilden müslüman kendisini korumak zorunda. Çünkü gemiyi batırma hürriyeti yoktur. Gemide olanların gemiyi batırma hürriyeti yoktur.
Efendim ben gemiyi delebilirim. Alt kattan, ambardan delerim. Sana ne! Ben kendi kamaramdan gemiyi deliyorum...
Delemezsin kardeşim! Bu gemide hepimiz bulunuyoruz. Bu gemiyi delme hürriyeti yoktur. Bu senin edepsizliklerini, haksızlıklarını yapma hürriyeti yoktur.
Efendim ben istediğim malı alırım, satarım. İstediğim bitkiyi ekerim, istediğim mahsulü çıkartırım. Hint keneviri ekerim, oradan uyuşturucu çıkartırım, istediğim yere satarım...
Yapamazsın ve yapılmıyor. Hem yapman doğru değil hem yaptırtmayanlar da iyi yapıyorlar. İyi ki uyuşturucunun üretilmesi, dikilmesi, hazırlanması, satılması hepsi iyi ki takip ediliyor! Çünkü içenler ölüyorlar, hastanelerde mecnun oluyor, zincirlere bağlanıyor, yastıkları, yorganları yırtıyor, çıldırıp, ölüp gidiyor. Genç yaşında mahvoluyor, nesiller mahvoluyor. O zaman onu tabii engelleyeceksin. Böyle fesâda hürriyet yoktur. O zaman fesâda zecrî tedbir yapılır.
Uyuşturucular silahlanmış, büyük bir çete [oluşturmuş] ve silahlı çatışmaya girmiş. "İşte burası medenî bir ülke, ne yapalım öyle yapsalar da bizim polisimiz ateş açamaz!" mı diyoruz?
Hayır. Polisler silahlı çatışmaya giriyor ve uyuşturucuları yakalıyor. Demek ki haddi aşana yirminci yüzyılda da kötek iniyor, yani ceza veriliyor. O halde herkes eğri otursun, doğru düşünsün, doğru konuşsun, doğru söylesin, haksızlık etmesin!
İslâm kılıç dinidir de hırisiyanlık kılıç dini değil midir?
Niye öyle söylüyorlar. İslâm çok daha barışçı bir dindir ve yeri gelince kılıcı da kullanması bir zarurettir. Bütün devletler kullanıyor; Amerika da, İngiltere de, başka milletler de kullanıyor... Hangi dinden olursa olsun...
O halde kimse milleti şaşırtacak abuk sabuk, yanlış söz söylemesin! Kendisi yanlışlığını bile bile milleti ayartmaya, kandırmaya kalkmasın!.. İşte İslâm, işte İslâm'ın ahkâmı, işte İslâm tarihi...
Allahu Teâlâ hazretleri, hakkı hak olarak görüp, anlayıp, sevip, ona tâbi olmayı herkese nasip etsin... Bizi de İslâm'ın güzelliğini anlayıp, İslâm'da sebat etmeye muvaffak etsin... İslâm'ı korumayı, kollamayı nasip eylesin... Öyle saf saf durup da, kuzu kuzu durup da kurtlara yem olmaktan bizleri korusun... Allahu Teâlâ hazretleri mert, akıllı, fikirli, yerine göre en hikmetli şekilde, en uygun şekilde hareket eden müslümanlar olmayı hepimize nasip eylesin... Allah hepinizden razı olsun...
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.