es-Selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh!
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Bu haftaki sohbetimizin konusu, Bakara sûre-i şerîfesine Bakara isminin verilmesine sebep olan olayların anlatıldığı 67. âyet-i kerîmeden 74. âyete kadar olan âyet-i kerîmeler.
Hepsi bir bütün olduğu için onlar üzerinde sohbetimizi devam ettireceğim. Bu âyet-i kerîmeler şöyle başlıyor.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve iz kâle Mûsâ li kavmihî inna'llâhe ye'mürüküm en tezbehû bekareten kâlû etettehızünâ hüzüvâ. Kâle eûzü billâhi en eküne mine'l-câhilîn.
67. âyet-i kerîme.
Konuyla ilgili 73. âyet-i kerîme de;
Fe-kulne'dribûhü bi-ba'dihâ kezâlike yuhyi'llâhu'l-mevte ve yürîkum âyâtihî leallekum ta'kılûn.
Burada bitiyor. Bu âyet-i kerîmelerde Bakara, "inek, sığır" olayı ile ilgili âyet-i kerîmeler anlatılıyor.
İsrailoğulları zamanında zengin bir kişi varmış. Vârisleri yokmuş -bir rivayete göre.- Tabi bu rivayetler Kur'ân-ı Kerîm'de teferruatlı olarak verilmiyor. Eski ümmetlerin alimlerine sorularak, onlardan bilgi alınarak Tefsir kitaplarına aktarılmış. "İsrailiyat" deniliyor. İsrailiyatın bir kısmı doğru olabilir. Onun için biz ne kabul ederiz ne de reddederiz. İnceleriz, okuruz. Belki öyledir, belki de rivayet sağlam değildir ama bazı bilgiler konuyu açıklayabilir.
Bir adam varmış, zengin bir kimse. Bunun varisi yokmuş. Kardeşinin çocukları veya çocuğu, vârisi olacakmış. Fakat onun mirasına konmak amacıyla bu vârisler veya vâris bu zengin amcayı öldürmüş. Öldürmenin daha teferruatlı anlatıldığı rivayetler var.
Demiş ki;
"Amca, bir takım tüccarlar geldi. Ben onlardan mal alıp biraz istifade etmek istiyorum. Sen de yanıma gel. Eğer sen yanıma gelirsen onlar sen zengin ve itibarlı olduğun için bana malı daha kolaylıkla verirler."
"Peki." demiş, yola çıkmışlar. Yolda karanlık bir yerde amcasını öldürmüş. Ve cesedi komşu kalenin, kasabanın kapısı yakınına bırakmış.
Ertesi gün de amcasını aramak bahanesiyle oraya vardığı zaman demiş ki;
"Amcam burada öldürülmüş.Onu kim öldürdü? Siz mi öldürdünüz?"
O şehrin ahâlisini itham edip suçlamaya başlamış. Şehir ahâlisi;
"Biz daha kalenin kapısını açmadık, dışarı çıkmadık. Böyle bir şey bizim tarafımızdan yapılmadı." demişler.
Beri taraf kan davası güdüyor ve "Siz öldürdünüz, diyet ödeyin!" diye kan diyeti istiyor. Öbür taraf da; "Biz öldürmedik!" diyor. Sonunda silahlanmışlar, savaşacaklar. Ama içlerinden birisi demiş ki;
"Zamanımızda zamanın peygamberi var. Musa aleyhisselam'a gidelim, durumu anlatalım. O, hakkımızda hükmünü versin."
Musa aleyhisselam'a müracaat etmişler. Yine çeşitli teferruatlar var, rivayetler var. Allahu Teâlâ hazretleri, Musa aleyhisselam'a;
"Onlar bir sığır kurban etsin. Ondan sonra sığırın etini, öldürülen kişiye vursunlar. Ve ölü dirilip kendisini kimin öldürdüğünü bildirsin." diye emretmiş.
Onlar o sığırı kesmişler ve sığırın bir parçasıyla öldürülmüş olan kişiye vurmuşlar. Allah'ın bir mucizesi olarak olağanüstü bir olay olarak ölmüş kimse dirilmiş:
"Beni amcamın oğlu öldürdü." demiş ve tekrar yere yığılmış. Bir müddet ruhu iade edilmiş, kendisini öldüreni söylemiş. Sonra tekrar ruhunu teslim etmiş.
Onun üzerine o katil amca oğlunu –Sahtekâr, öldürüyor; bir de suçu başkasına atıyor.- orada cezalandırmışlar. Tabi mirasa da konamamış.
Başka rivayetler de var. Amcasının kızı varmış. Bu yeğen, amcasından kızı istemiş. Kız verilmeyince;
"Ben seni öldüreceğim." diye, -herhalde içinden- bu niyeti söylemiş.
"Seni öldüreceğim, kızını da alacağım, öldürülme diyetini de alacağım, paranın da malının, mülkünün de mirasçısı olacağım, onlardan istifade edeceğim." demiş ama Allahu Teâlâ hazretleri hainlerin tuzaklarını kendi aleyhlerine çevirir, sonunda onları cezalandırır.
Şeytana kanıp öldürmeyi yapmış ama sonunda umduğu maddiyata kavuşamadan kendi canından olmuş, cezasını bulmuş.
Çerçeve, hikâye, kıssa, olay böyle bir şey. Tabi bunlar bizim İslâmî kaynaklarda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'den verilmiş bilgiler değil. Bunlar Tevrat'ta ve İncil'de bahsedilen, eski kitaplardaki bilgileri okumuş alimlerden alınmış bilgiler var. Bunlar; bu olayların açıklaması sadedinde, pek mahzuru olmayan, israiliyat kabilinden bazı kitaplarda zikredilmiş.
Mesela benim yanımda olan istifade ettiğim İbn Kesir tefsirinde rivayetler çeşitli kanallarla; râviler, senetler belirtilerek, kimden geldiyse teferruatı kaydedilmiş.
Çerçeve, hikâye bu. Musa aleyhisselam, "Yâ Rabbi! Katil kimse bildir." diye Cenâb-ı Hakk'tan kâtilin bildirilmesini dileyince;
"Bir kurban kesilsin de onun parçasıyla öldürülen kimseye vurulsun." diye buyurmuş.
Çerçeve, olay bu.
Bakara sûre-i şerîfesinin âyetleri bununla ilgili. "Bakara sûresi" deniliyor.
Ne demek?
İçinde "Bakara meselesi, olayı zikredilen sûre" demek. "Kesilen inek hadisesinin anlatıldığı sûre" demek. Kur'ân-ı Kerîm'in Fâtiha'dan sonra;
Elif, lâm, mîm. Zâlike'l-kitâbü lâ raybe fîh, hüden li'l-müttakîn, diye başlayan 286 âyetlik, iki buçuk cüzlük, en büyük sûresinin böyle isimlendirilmesine sebep olan olaya geldik. Tefsir sohbetlerimizde âyet âyet anlata anlata...
Âyet-i kerîmeleri okuyarak, mânasını dilimizin döndüğünce size anlatarak, çerçevesini anlattığımız olayı sonuna kadar takip edelim:
Ve iz kâle Mûsâ likavmihî. "Hani bir zamanlar Musa kavmine demişti ki."
Bu kime hatırlatma?
Ve iz, "Hani bir zamanlar öyle olmuştu." diye kime hatırlatma?
Peygamber Efendimiz'in zamanındaki ehl-i kitâba, yahudilere hatırlatma. "Bak, sizin kendi kitaplarınızda geçen alimlerinizin bildiği şu şu şu olayları düşünün, onlardan almanız gereken dersleri alın, imana gelin." diye.
Cenâb-ı Mevlâ, geçtiğimiz haftalarda anlattığımız çeşitli olayları hatırlatıyor: "Hani şöyle bir olay olmuştu. Siz böyle yapmıştınız, sonra böyle olmuştu. Hani şöyle başka bir olay daha olmuştu." diye olayları, ibretli olayları onlara hatırlatıyor, kendi tarihlerinden olayları anlatıyor.
Hani Musa kavmine ne demişti?
Demişti ki;
Bismillâhirrahmânirrahîm
Ve iz kâle Mûsâ likavmihî inna'llâhe ye'mürüküm en tezbehû bekareten. "Allahu Teâlâ hazretleri size bir sığır kesmenizi emrediyor."
Bakara tekilidir, çoğulu bakar geliyor. "Kocabaş hayvan" dediğimiz, "sığır" dediğimiz hayvanlara verilen isim. Bu genel bir isim oluyor. Çeşitleri var biliyorsunuz; inek cinsi var, manda cinsi var. Bunların çeşitli kıtalarda, çeşitli boyda, posta, kiloda, ağırlıkta olanları var.
Mesela Amerika'nın bufaloları var. Afrika'da hörgüçlü öküzler, "yaban öküzü" dediğimiz öküzler var. İşte bu gibi şeylere hepsine bakar cinsi deniliyor. Kaf ile. Bunun Türkçedeki bakmakla ilgisi yok. Tekili Bakara diye geliyor; "inek, sığır" demek.
"Allahu Teâlâ hazretleri sizden bir sığır kesmenizi istiyor. Size bir sığır kesmenizi emrediyor" demişti ya Musa aleyhisselam. "Hani bir zamanlar" diye başlıyor, hatırlatma. Tabi Musa aleyhisselam yahudilere bu bir sığır kesmeyi ne zaman emrettiğini söylüyor.
"Bu öldürülen zenginin kâtili belli olsun. Dua et, Rabbin bildirsin." diye kendisine müracaat edildiği zaman...
İki şehir var; kaleli, kapılı. Birisi, kapısı yakınında öldürülmüş. Asıl öldüren katil, suçu ötekilere atıyor.
"Siz öldürdünüz. Sizin şehre, kasabaya, köye, kaleye yakın." diyor.
Onlar da diyorlar ki;
"Akşam kapıyı kapattık, dışarıya çıkmadık. Sabahleyin dışarıda bu öldürülmüş şahıs bulundu. Biz yapmadık." diyorlar.
İşte bu işin anlaşılması için Musa aleyhisselam'a müracaat edilince onlar ne diyorlar?
Kâlû. "Dediler ki." Etettehızünâ hüzüvâ. "Bizi alaya mı alıyorsun? Bizimle alay mı ediyorsun?"
Niye böyle şaşırdılar? Niye böyle bir söz söylediler?
Bir kişi öldürülmüş; "O kişinin kâtili bulunsun." diye müracaat ediyorlar. "Peygambersin, sana Cenâb-ı Hak bildirsin, dua et." diyorlar. O da bir kurban kesilmesini istiyor; "Allah emrediyor." diyor. Aradaki ilgiyi sezemedikleri için; "Ne ilgisi var? Bizimle alay mı ediyorsun?" demiş oluyorlar.
Musa aleyhisselam gayet ciddi bir şekilde cevap veriyor:
Kâle. "Musa aleyhisselam onlara buyurdu ki." Eûzü billâhi en ekûne mine'l-câhilîn. "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım."
"Hiç öyle şey yapar mıyım? Cahiller Allah'a söz isnat eder. Allah öyle emretmediği halde 'Emrediyor.' demek, cahilce bir iştir. Alay etmek, cahillerin işidir. Ciddi bir mesele için kendisine gelen insanlarla dalga geçmek, alay etmek bir peygambere yakışmaz. Bu cahilliktir, gayri ciddî bir iştir." demek istiyor.
Musa aleyhisselam ulu'l-azm, bir ciddi, mübarek zât, büyük bir peygamber. Diyor ki;
"Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım. Hiç öyle şey yapar mıyım? Yapmam."
Tabi ciddi bir konuda dalga geçmek yok. Ama hakikat olmak şartıyla, gerçek olmak şekliyle latife etmek var. İslâm'da o yasak değil. Latife olabilir. Çünkü latife, ciddiyetin ortaya çıkardığı soğuk havayı izale eder, kişileri yumuşatır, samimi bir durum meydana getirebilir. O bakımdan latife yapılabilir, sözle latife yapılabilir ama latifenin latif olması lazım. Kaba olmaması lazım, kaba şaka olmaması lazım.
"Şaka" kelimesi Arapçada şakâ, şin kaf elif ondan sonra hemze, şakâvet kelimesiyle ilgili. "Haydutluk" filan gibi yanlış bir şey. "Haksız olan, yanlış olan bir şeyi yapmak" mânasına geliyor. Şaka öyle kaba saba olursa ona şakâ denilir. O doğru değil. Türkçede tabi böyle kullanılıyor ama Arapçasını düşünürsek böyle latife lazım, latife olabilir. Onun da latif bir şekilde yapılması lazım.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz böyle latif, tatlı, yumuşatıcı şeyler yapmış. Evinde de ev halkına karşı biraz latifeci olduğu rivayet ediliyor Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem soğuk, kaşları çatık değil. Hz. Ali Efendimiz radıyallahu anh kerremallahu veche latifeci olduğunu ifade ediyor. Ama yalan üzere latife olmaz, kandırmaca üzerine olmaz, kaba olmaz.
"Bizimle alay mı ediyorsun, bizimle dalga mı geçiyorsun, bizi alaya mı alıyorsun?" diye sorunca;
"Gayet ciddiyim." demek istiyor Musa aleyhisselam; "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." diyor.
Cahillik nedir?
"Ciddi bir konuda alay etmek."
Cahillik nedir?
Allah'ın söylemediği bir şey için; "Allah böyle emretti." demek. Bu çok yanlış olur. Yalan bir şeyi; "Allah söyledi." diye isnat etmek hiç yakışmaz. Peygamberler sıdk sahibidirler; doğru sözlü, doğru özlü insanlardır.
Diyor ki;
"Öyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırım. Hiç öyle bir şey yapar mıyım? Yapmam!" mânasına.
Onun üzerine dediler ki;
Kâlü'd'ulenâ Rabbeke yübeyyin lenâ mâ hiye.
Kâlû ud'u lenâ demek. Ama ud'û'nun u'su hemze-i vasf olduğundan birbirine bağlanıyor.
Ud'u. "Dua et." demek Kâlü'd'u lenâ. "Bizim için dua ediver." Rabbeke. "Rabbine. Yübeyyin lenâ mâ hiye. "Bu mesele, bu iş nedir? Bize açıklasın." dediler.
Kendilerine kurban kesilmesi söylendiği zaman; "Nasıl olacak, nedir bu iş?" diye Musa aleyhisselam'a tekrar sordular.
Kâle. "Musa aleyhisselam buyurdu ki."
İnnehû yekûlü innehâ bekaratün lâ fâridun ve lâ bikr. Avânün beyne zâlik. Fe'f'alû mâ tü'merûn.
İnnehû. Yani inna'llâe. "Allahu Teâlâ hazretleri muhakkak buyuruyor ki." Yekûlü innehâ. "O kurban, o hayvan kesilecek."
Kurbanlık.
Bekaratün lâ fâridun ve la bikr. "O ne yaşlı; artık yavru yapamaz kartlaşmış inektir, sığırdır. Ve â bikr. "Ne de yavru yapamayacak kadar küçük, körpedir." Avânün beyne zâlik. "Bu ikisi arasında orta sıfatlı bir hayvandır, kurbanlıktır." Fe'f'alû. "Binaenaleyh madem açıklamayı işittiniz, yapınız." Mâ tü'merûn. "Size emrolunan görevi yapınız."
Kurban kesme işini yapın, bakalım. "İşte hayvan böyle olacak." diye hayvanın vasfını söyledim. (Kaludulena rabbeke yübeyyinlena lena ma levnüha) bu sefer "tekrar dua et rabbine" dediler. "Bize o kurbanlık sığırın rengi ne olacak bildirsin, açıklasın" dediler.
Burada müfessirler, İbn Abbas'tan ve sâir mübarek alimlerimizden, sahabeden rıdvanullahi aleyhim ecmaîn rivayet ederek bir ders, bir ibret şey çıkarıyorlar.
"Bir şey emredildiği zaman emri alan kişi onu yapar. Böyle karşıya dikilip de teferruat istemek, 'Nasıl olacak? Böyle mi olacak?' gibi çeşit çeşit şeyler sormak, 'İyice anlamaya çalışacağım.' derken o şeyi zorlaştırır. Şartlar arttıkça, ağırlaştıkça emrin yapılması yokuşa çıkar, zorlanmış olur. Böyle yapmamaları lazımdı." diyorlar.
Eğer ilk başta Musa aleyhisselam; "Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor." dediği zaman gidip sıradan bir sığırı alsalardı; "İşte kestik." deselerdi, iş bitecekti ama sordukları için zorlaştı ve uzadı.
"Bu kesilecek hayvan nasıl bir şey?" deyince; "Ne yaşlı ne çok küçük, orta bir hayvan" diye tekrar söyleyince kesselerdi, işte orta bir hayvan aldıkları zaman iş yine olacaktı. Ama ilk başta yaşlı da kesseler olurdu, körpe de kesseler olurdu. Çünkü şart yoktu. Sorunca şart ortaya çıkınca bu sefer o şartları yerine getirmeleri lazım. İş zorlaştı.
Üçüncü defa; "Rengi ne olacak?" diye sordular.
Kâle innehû yekûlü. "Musa aleyhisselam dedi ki; 'Allah'ü Teâlâ hazretleri şöyle buyuruyor:'" İnnehâ bekaratün safrâ. "O sarı bir sığır olacak." Fâkıun levnühâ. "Rengi parlak, açık, pırıltılı, sarı." Tesürru'n-nâzırîn. "Ona bakanların sevincini arttıran, güzel görünüşlü bir hayvan olacak." denildi.
Tabi bu sefer sarı, rengi parlak, bakanların gözünü şenlendiren, gözlerine hoş görünen, içlerini ferahlatan güzel bir hayvan. Bu sefer siyah renkli olsa olmaz, alaca renkli olsa olmaz. Bu fâkıun levnühâ ifadesinin izahlarında; "İçinde başka renkler karışık değil." mânası da veriliyor. Parlak tüyleri; görenlerin, bakanların hoşuna gidecek, içini açacak bir güzel hayvan olmasını şart olarak sürünce bu sefer öylesini bulmaya çalışmaları gerekiyor.
Ama yine de yapmadılar, yine soruya devam ettiler:
Kâlü'd'u lenâ Rabbeke yübeyyin lenâ mâ hiye inne'l-bekara teşâbehe aleynâ. "Yine dediler ki; 'Yâ Musa! Rabbine dua et, bize onu biraz açıklasın, bu sığır işi bize karışık geliyor."
"Çeşit çeşit ihtimaller var. Bunlardan hangisinin olacağı bize şaşırtıcı oldu. Birbirine benziyorlar." diye sordular.
Ve innâ inşâallâhu lemühtedûn. "Biz Allah dilerse inşaallah, Allah açıkladığı zaman hidayete ermiş olacağız, doğruyu bulmuş olacağız. Çünkü şaşırıp kaldık." dediler.
70. âyet-i kerîme böyle
Kâle innehû yekûlü innehâ bekaratün lâ zelûlün tüsîrü'l-arda ve la teskı'l-harse müsellemetün lâ şiyete fîhâ. "Dedi ki; 'Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor: O öyle bir sığır ki ne hor, alçak, değersiz, toprak süren öküz, kuyudan dolabı döndürüp su çeken, adi hizmetlerde çalışan değersiz bir hayvan; müsellemetün, ayıplardan sâlim, kusursuz, lâ şiyete fîhâ, hiç alacası, ayıbı, kusuru olmayan bir hayvan."
Bu sefer şartlar daha da ağır oldu. Değerli bir hayvan olacak, kusursuz olacak, ayıpsız olacak, alacasız olacak.
Kâlû. "Dediler ki."
El'âne ci'te bi'l-hak.
Ka'lü'l diye bağlanıyor el'âne'nin elif'i hemze-i vaslı olduğu için kâlü'l-âne ci'te bi'l-hak. Burada ci'te, "geldi" demek ama bi harf-i cerriyle kullanılınca "getirdin" demek oluyor.
Ci'te bi'l-hak. "Şimdi hakkı getirdin. Hakkı söyledin. Gerçek, hak olan şeyi, iyice anlayacağımız şekilde şimdi söyledin." dediler.
"Şimdi anladık." demek istediler; Allahu âlem.
Fe-zebehûhâ. "Böyle bir hayvanı arayıp buldular." Ve mâ kâdû yef'alûn. "Ama neredeyse az kalsın yapmayacaklardı, yapmayayazdılar."
Türkçede böyle bir sîga vardır; "olayazdı, olmayayazdı" diye. Neredeyse yapmayacaklardı. Kâde filinin Türkçesi böyle bir kelimedir. Ama artık şehirliler bu eski Türkçe kelimeyi bilmezler, köylerde bazı yerlerde, bazı bölgelerde kullanılıyor.
"Yapmayayazdılar, neredeyse yapmayacaklardı. Ama sonunda kestiler."
Böyle bir hayvanı aramışlar -yine eski kitaplardan gelen rivayetler içinde geçiyor.- aramışlar, böyle bir hayvan yok. Sarı olacak, pırıl pırıl olacak, herkesin gözünü gönlünü şenlendiren yakışıklı bir hayvan olacak, renginde alacası olmayacak, kendisinde ayıp olmayacak, kusursuz olacak, tarla süren kart bir hayvan olmayacak, dolap döndüren, arazi sulayan bir hayvan olmayacak, işçi durumunda olmayacak, hoş bir şey olacak, sarı renkli -sarı renk biraz altına benziyor- altın renkli olacak.
"Altın buzağı" diye, Mısırlılar tapınırlarmış ya. Yahudilerin de eski âdetleri. İçlerinde ona karşı bir "unutamam" durumları da var.
Hatta geçtiğimiz sohbetlerde anlatmıştım: Musa aleyhisselam Cenâb-ı Mevlâ kendisini davet ettiği zaman kırk gün Tûr dağına gittiğinde, Sâmirî isimli bir usta, halkın ziynetlerini, altınlarını toplayıp altından, sarı renkli bir buzağı bir buzağı yapmıştı.
Neden yaptı?
Çünkü Mısırlılar buzağıya tapıyorlardı, ineğe tapıyorlardı. O alışkanlık devam ediyor. Musa aleyhisselam geldiği halde kavmin içinde hâlâ öküze tapılamayacağını anlamayanlar var. Ve öyle bir buzağı yapıp ona tapındılar; ondan sonra cezalandırıldılar.
Burada da renk sarı, kusursuz olacak, yakışıklı olacak, herkesin beğeneceği bir şey. Böyle bir hayvanı bulmak için dolaştılar, dolaştılar, dolaştılar bulamadılar. Rivayete göre buldular ama buldukları adam hakkında da çeşitli rivayetler var.
Bir tanesinde deniliyor ki;
"Bir ihtiyar kocakarıydı. Kendisinin elindeki inekten başka ineğin bu şartları sahip olmadığını anlayınca o da fiyatı arttırdıkça arttırdı." Daha başka rivayetler de var.
Bu ineğin sahibi bir adamdı; babasına, anasına çok hürmetkârdı. Babasını yatırmış, yastığın altında da anahtar var. O sırada bir satıcı gelmiş, bir şey satacak. Diyor ki;
"Şunu al, sana yetmiş bine vereceğim."
"Alırım, alacağım ama anahtar babamın yastığının altında, yatağının altında. Onu uyandırmak istemiyorum."
Evlat babaya saygılı.
Ve berren bi vâlideyhi.
Ana babasına sevgili, saygılı, hürmetkâr evlat. Babasını uykudan uyandırmak istemiyor. Satıcı demiş ki;
"Eğer şu anda uyanmasını beklemeden hemen alırsan yetmiş bin değil, altmış bine ineceğim."
"Yok." demiş.
"Sen bekle, seksen vereyim."
"Hayır beklemeyeyim, elliye indir."
"Hayır, ben illa bekleyeceğim, doksana çıksın."
Ondan sonra satıcı otuza kadar inmiş. Ama o da babasını uyandırmaya kıyamamış.
Bunlar rivayet tabi, Kur'ân-ı Kerîm'de olan şeyler değil. "Bu ineğin sahibi kimdir?" diye kitaplarda, İbn Kesir'de filan anlatılan böyle. Şartlar belirdikçe o şartlara haiz hayvanı bulmak daha da zorlaştığı için...
Buradan şunu çıkarıyoruz:
Edep olarak emredildiği zaman hemen yapılırsa mutlak ıtlakı üzere muamele görür.
Ne demek?
Herhangi bir şart konulmadan umumi söylendiyse ona göre o işi yaparsan olur. Ama şartları sordukça ağırlaşır, o zaman yapması zorlaşır.
Biz başka bir misal bulalım. Mesela birisi hizmetçisine; "Git çarşıdan pirinç al." dedi. O çarşıya gidip pirinci alsa hangi cins pirinci alsa gelse getirse tamam pirinç aldı getirdi, emri yerine getirmiş olur.
"Nasıl pirinç olacak?" deyince; "pilavlık pirinç" dedi mi bu sefer artık çarşıya gittiği zaman kırık pirinç, çorbalık pirinç alsa olmaz. Pilava yaramayan pirinç alsa olmaz. Çünkü şart sordu. Şart ortaya çıkınca iş zorlaştı.
"Hangi pilavlıktan alayım?"
"Bersani pirinç olsun." derse markasını, cinsini de söyleyince gidip başka şey alsa Mısır pirinci alsa veya başka pirinç alsa olmaz. Şart çoğaldıkça işi yapmak incelir, zorlaşır. En iyisi emredildiği zaman hemen yapmak işi fazla sallamamak, sormamak. Fazla sorduğun zamanda çıkacak şartları yerine getirmek için artık neyse ne yapması gerekiyorsa ona göre o işi yapmak lazım. Çıkan ders bu.
Hikâyeye ait sonuç burada bitiyor. Hayvanı kestiler ama neredeyse kesmeyeceklerdi. Şartları sora sora bir hal oldular, sonunda kestiler.
Fe-zebehûhâ. "İneği kurban ettiler."
Neden?
Cenâb-ı Hak fedakârlık istiyor. Kul fedakârlık yapsın da bakalım, muradına ersin. "İhlası, samimiyeti, bağlılığı, fedakarlığı, vefakarlığı ölçülsün." diye Cenâb-ı Hak kullarını imtihan eder. "Kurban kesin." dedi, kurbanı da zorlaştırdı. Kestiler ama neredeyse kesmeyeceklerdi. Kesmeselerdi çok büyük suç olacaktı.
Bir edep daha söylüyorlar, diyorlar ki;
Ve innâ inşâallahu lemühtedûn.
70. âyet-i kerîmenin son cümlesinde; "inşaallah, Allah'ın izniyle" diyorlar. "Biz bu işte şaşkına döndük, ne yapacağımızı şaşırdık. Eğer Allah şartları bildirirse inşaallah şaşkınlıktan kurtulup yolumuzu buluruz, hidayete ermiş oluruz." diye "inşaallah" demeleri güzel bir şey. "Oradan buldular. Yoksa onu demeselerdi iş daha da karmaşıklaşacaktı, başları daha çok dertlere girecekti." diyor.
"İnşaallah" demek önemli bir edeptir.
İnşaallah'ın mânası nedir?
Allah dilerse. "Yarın seninle falanca yerde buluşalım, inşaallah buluşalım."
Allah dilemezse kulun bir şey yapamayacağını idrak etmesi, Allah'ın kudretini bilmesi güzel bir şeydir
Tabi şimdi Türkiye'de inşaallah "söz vermemek" mânasına alınıyor. Ben bunu bilen bir kimse olarak "inşaallah, peki" diyorum.
"Mazeretin varsa gelmeyeceksen açıkça söyle." diyor.
"Açıkça söylüyorum; 'Geleceğim inşaallah.' diyorum."
İnşaallah'ı "Gelmeyeceğim." mânasına sanıyor. Halbuki dini bir edepten dolayı Allah dilerse söylüyorum. Allah dilemeyince olmaz.
Peygamber Efendimiz; "Yarın size şunu bildireceğim." dedi, "İnşaallah" demediği için ertesi gün Allah ona bildirmediğinden epeyce gecikmeli bildirdi. Sonra da üzüldü:
Ve lâ tekûlenne bişey'in innî fâilün zâlike ğaden illâ en yeşâallah. "Yarın şöyle yapacağım, böyle yapacağım, derken 'inşaallah' demeden demeyin." diye, Kur'ân-ı Kerîm'in Kehf sûresindeki âyet-i kerîmesi indi.
Onun için biz, dinî bir duyguyla inancımızdan Allah'ın kudretini kulun âcizliğini bildiğimizden, kadere inandığımızdan "inşaallah" diyoruz ve çalışıyoruz. "İnşaallah" demek "çalışmamak, reddetmek, mazeret uydurmak" demek, değil. "Allah'ın izniyle onu yapacağım." demek. Hatta bu şunu ifade ediyor:
"Evelallah yapacağım, mutlaka yapacağım ama tabi Allah izin verirse o şart her zaman baki" demiş oluyor.
Bu da inşaallahla ilgili arada bir açıklama. Tefsir kitaplarında bildiriliyor, hatırımızda kalsın. Allah dilerse bir şey olur, dilemezse olmaz. O halde Allah'a güzel kulluk edelim, Allah'tan isteyelim, Allah'a tevekkül edelim, Allah'a dayanalım, Allah'a dayananın yaveri haktır. Cenâb-ı Hak o zaman yardım eder.
Büyüklerimiz hep öyle başarmışlar. Hep öyle Allah'a dayanarak, Allah'a güvenerek başarmışlardır. Biz de her işimizde Allah'a dayanalım, tevekkül edelim. "İnşaallah" diyelim, "Allah dilerse" diyelim, aczimizi bilelim, haddimizi bilelim, kulluğumuzu bilelim, kulluğumuzu güzel yapalım.
Kestiler. Kestikten sonra bunun kol kemiği ile mi, diz kemiği ile mi, etiyle mi yine çeşitli rivayetler var ama Kur'ân-ı Kerîm'de o teferruatı gösteren bir işaret yok.
Ve iz kateltüm nefsen. "Hani sizin içinizden bir kâtil, birisini öldürmüştü."
O yeğen, o zengin amcanın malına konmak için öldürmüştü.
Fe'ddâra'tüm fîhâ.
Fe'ddara'tüm, siz ihtisamtüm fîhâ. "Bu konuda ihtilafa düşmüştünüz, birbirinizle çekişmeye, çatışmaya kalkışmıştınız."
Kim öldürdü meselesi ortaya çıkmıştı.
Vallâhu muhricun mâ küntüm tektümûn. "İçinizden kâtil, olayın işin iç yüzünü saklıyordu, kabahati başkalarına atıyordu." Vallahu muhrıcün. "Ama Allah çıkaracaktı."
Uhric, "çıkarıcıdır" demek ama isim cümlesinde ism-i fâil geldiği zaman "istikbal mânası" ifade eder.
Vallahu muhrıcün. "Allah çıkaracaktı." Mâ küntüm tektümûn. "Sizin içinizdeki o kâtili, saklamış olduğu, sizin saklamış olduğunuz o haini." diye ifade ediliyor. "Sizin saklamış olduğunuz işin sırrını Allah ortaya çıkacaktır."
Çünkü Cenâb-ı Hak hainlerin hilelerini devam ettirmez. Bir yerde hileleri ortaya çıkar, kulların dalavereleri anlaşılır. Sonunda belalarını bulur, cezalarını çekerler. İlâhî kanun böyledir.
Ve enna'llâhe lâ yehdî keyde'l-hâinîn. "Hainlerin tuzaklarını yerine ulaştırmaz."
Sonunda ortaya çıkar. Şeytan birisini kandırır, bir günahı işlettirir. Ondan sonra da rezil rüsva eder, ortada bırakır. O kâtili de kandırdı, amcasını öldürttü. Hem mirastan mahrum oldu hem hayatıyla ödedi. Çünkü öldürdüğü için onu da öldürdüler. Allah böyle yapacaktı.
Fe-kul nadribûhü biba'dıhâ. "Ben azîmüşşan buyurdum ki." diyor Cenâb-ı Hak. Azamet sîgası ile cemî sîgası kullanılıyor ama o azamet için; "Ben buyurd um ki kulnâ, Biz buyurduk ki."
Aslında Arapçası idrubûhu bi ba'dihâ, yadrubû'nün hemze-i vaslı olduğundan kulnâ'ya bağlanıyor.
Fe-kul nadribûhü bi ba'dihâ. Yadrubü, "Siz vurun." Hu, "o ölüye." Bu zamiri "öldürülen amcanız olan" o kişiye gidiyor "Onu vurunuz." Bi ba'dihâ. "Onun bir parçasıyla."
Buradaki ha zamiri de kurban edilen bakara'ya gidiyor.
"Kurban edilen hayvanın, sığırın bir parçasıyla bu öldürülen kişiye vurunuz. O eti veya kemiği alıp ona vurunuz."
Cenâb-ı Hak böyle buyurdu, böyle yaptılar, böyle yapınca mucize olarak hepsinin gözü önünde ölmüş olan maktüle Allah hayat verdi, kalktı:
"Seni kim öldürdü?" diye sordular. Musa aleyhisselam'ın zamanının mucizesi. Yahudiler inanıyorlar, biz müslümanlar da; "Allah böyle buyurdu, bildirdi." diye inanıyoruz.
"Kim öldürdü seni? Bak 'Bu şehir ahalisi öldürdü.' deniliyor. Bunlar öyle diyorlar, diyet istiyorlar."
"Hayır, beni bu amcamın oğlu öldürdü." dedi ve sonra yere yığıldı, öldü. Allah ölüleri diriltmeye kâdirdir.
Bakara sûresinde beş yerde ölülerin diriltilmesiyle ilgili âyetler sırasıyla gelecek. Bir kısmı geçti, bir tanesi de burada. Beş yerde Cenâb-ı Hak kudretiyle ölüleri dirilttiğini bildiriyor.
Peygamber Efendimiz'le ilgili İbn Kesir tefsirinde bir rivayet var. O rivayeti okuyuvereyim. Bu hadis de sohbetimizde yer almış olsun. Sahabeden Ebû Rezin el-Ukaylî radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş:
Kâle. "O zât dedi ki." Kultü yâ Resûlallah! "Ben dedim ki." Keyfe yuhyi'llâhu'l-mevtâ. "Yâ Rasûlallah! İnsanlar öldükten sonra Allahu Teâlâ hazretleri ölüleri nasıl diriltecek?" Fe-kale. "Peygamber Efendimiz buyurdu ki." Emâ mererte bi vâdin mümhılin sümme temürrü bihî hadıran. "Böyle ekinsiz, kupkuru vadiden geçmedin mi? Sonra bir başka zaman yağmur mevsiminde yağmurlar yağdıktan sonra oradan geçtiğin zaman orayı yemyeşil görmedin mi?" Kâle belâ. "Evet, gördüm. Görmez olur muyum, gördüm yâ Resûlallah!" Kezâlike'n-nüşûr. "'İşte şu Cenâb-ı Hakk'ın ölüleri diriltmesi böyle olacak.' diye anlatmış." Ev kâle kezâlike yuhyi'llâhu'l-mevtâ. "Allah ölüleri işte böyle diriltecektir."
Cenâb-ı Hak ve'l-ba'sü ba'de'l-mevti hakkun, bütün insanlar öldükten sonra diriltmeye kâdirdir. Öldürmesi, öldükten sonra diriltmesi haktır. Mucize olarak da hayatta dilediğini diriltir, konuşturur tekrar öldürür.
Kezâlike yuhyi'llâhu'l-mevtâ.
Burada da 73. âyet-i kerîmenin cümlesi böyle devam ediyor:
"İşte böyle Cenâb-ı Hak ölüleri diriltecek ve de diriltir." Ve yürîküm âyâtihî. "Ve size inanmanız için gerekli delilleri böyle gösterir." Lealleküm ta'kılûn. "Ta ki akledesiniz, aklınızı başınıza devşiresiniz, gerçekleri anlayasınız, düşünüp de imanlı insanlar safına geçesiniz." diye, "Böyle ibretli olayları karşınıza çıkarır, gözünüzün önünde cereyan ettirir." buyuruyor.
Kur'ân-ı Kerîm'i okuyanlara, o devrin yahudi cemaatine, kendi tarihlerinden misaller vererek kendi kitaplarından, kendi peygamberlerinin başından geçen ibretli olayları anlatarak onlara akıllarını başlarına toplamaları ve bu gösterilen âyetlerden, okunan âyetlerden ibret almalarını sağlamak, onları imana sevk etmek için bütün bunlar bir hatırlatma.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Bu dünya hayatı fâni bir hayat. Herkes bir müddet yaşıyor, hayatın kanunu. Görüyoruz kırk sene, elli sene, yetmiş sene, yüz sene daha fazla, daha az sonra zamanı gelen vefat edip gidiyor.
Bu hayat, bu ölüm, bu dünya hayatı nedir? Âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak bildiriyor:
Liyeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ. "'Hanginiz daha güzel kulluk yapacak?' diye sizi imtihan etmek için..."
Bu dünyaya geliş, bu yaşam, bu doğuş, bu ölüm bir imtihan, hayat bir imtihan. "Kulların hangisi güzel ibadet yapacak, güzel kulluk yapacak?" diye Allah'ın kulu imtihanı. İşin aslı bu; ondan sonra öleceğiz.
Peygamberler bilgi olarak bize bildirmeseydi, öğretmeseydi ölümden öncesini kendimiz bilemezdik. Öldükten sonra ne olacağını da yine peygamberler istikbale ait haberleri Allah'ın bize göndermesiyle, haberleri peygamberlerle söyletmesiyle, söylemeseydi biz yine anlayamazdık. Bir çok müşriklerin, kâfirlerin düştükleri durum bu kendi akıllarıyla; "Kemikler kum gibi olduktan sonra nasıl dirilecek?" diye sormak.
Allahu Teâlâ hazretleri cevap veriyor ki;
Kul yuhyîhe'llezî en şeehâ evvele merreh. "İnsanoğlu neydi? İlk önce nasıl meydana geldi?"
Nasıl meydana geldiğini düşünsün. Cenâb-ı Hakk'ın ölüyü nasıl dirilteceğini, öldükten sonra dirilmenin nasıl olacağını anlasın.
Ve hüve bi külli halkın alîm. "Çünkü Cenâb-ı Mevlâ Rabbü'l-âlemîn her çeşit halk etmeye, yaratmaya, her türlü, her başka cinsten yaratmaya kâdir."
Demek ki yaratmanın türleri, şekilleri, cinsleri var. Bildiğimiz, bilmediğimiz neler neler var. İlim ilerledikçe bazısını anlıyoruz, bazısını hiç anlayamayız. Kâinatın esrarının daha nicesinin inceleye inceleye çağın alimlerinin de çözemediği sırları var. Çözülenlerin arkasından yenileri geliyor.
Bu hayat bir imtihandır. Bu hayatı mü'mince geçirmek lazım. Cenâb-ı Hakk'ın rızasına uygun geçirmek lazım, zulüm yapmamak lazım, günah işlememek lazım. Allah'a güzel kulluk etmek lazım. Allah'ı arayan, hayatta da Cenâb-ı Mevlâ'yı buluyor, Cenâb-ı Hakk'a eriyor. Erenler "evliyâ" eriyor, Cenâb-ı Mevlâ'yı buluyor. Mârifetullaha, muhabbetullaha mazhar oluyor. Yüksek kulların Cenâb-ı Hakk'a münacaatı, mükâlemesi oluyor. Peygamber Efendimiz'in Mirac'ı var.
Âşikare gördü Rabbü'l izzeti.
Âhirette öyle görür ümmeti.
Arayan Mevlâ'sını bulur. Bulduğu zaman da küfrün ne kadar saçma olduğunu, imanın ne kadar doğru olduğunu anlar. Ama aramayınca zulmettikleri için Allah zalimlere hidayet vermiyor. Edepsizlere edepsizliklerinden dolayı hak yolu göstermiyor. Alimler, filozoflar, çok derin düşünen bilginler, Allah'ın varlığını, birliğini mutlak ispat ettikleri halde cahiller inatlarından inkâr ediyorlar. Ama arayan Mevlâ'sını buluyor, Mevlâ'sına eriyor.
Onun için erenlerden olmaya çalışmak lazım. Kahra uğrayanlardan, Allah'ın gazabına uğrayanlardan, dalâlete düşenlerden olmamak lazım. Allah'tan gayrıya boyun eğmemek lazım. Allah'a kulluk etmek lazım. Çünkü bizi yaratan O, yaşatan O, nimetlerine gark eden, rahmetine daldıran O.
Hayatımız O'ndan, doğumumuz O'ndan, yaşamımız O'ndan, varacağımız yer de O'nun huzuru. Yine O'na varacağız, O'na kavuşacağız.
"Siz hepiniz Rabbiniz'e kavuşacaksınız. Ne mutlu sevdiği kul olarak kavuşanlara!"
Allahu Teâlâ hazretleri bizi imanın hakikatine erdirsin. Gerçekleri bulanlardan, Mevlâ'ya erenlerden eylesin. Cahillerden, gafillerden etmesin. Hele hele müşriklerden, kafirlerden uzak eylesin. Bizi ve neslimizi kıyamete kadar mü'min, kâmil kullar eylesin. Dünyada rızasına uygun yaşamayı nasip eylesin, âhirette de cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin. Temennim bu.
Cenâb-ı Hak iki cihanda cümlemizi korktuklarımızdan korusun, umduklarımıza, dilediklerimize erdirsin. Cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin. Habîb-i Edîbi'ne komşu eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtüh!