es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Cenâb-ı Hak Ramazan'da bahşettiği hayırları, lütufları, feyizleri, mükâfatları cümlenize bol bol ihsan eylesin. Hepinizi sevdiği, razı olduğu kullar zümresine dâhil eylesin, cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin.
Bakara Sûre-i Şerîfesi'nin 214. âyet-i kerîmesi.
Bismillâhirrahmânirrahîm
Em hasibtüm en tedhulü'l-cennete ve lemmâ ye'tiküm meselüllezîne halev min kabliküm messethümü'l-be'sâü ve'd-darrâü ve zülzilû hattâ yekûle'r-rasûlü vellezîne âmenû meahû metâ nasrullâhi elâ inne nasrallâhi karîbün.
Sadakallâhü'l-azîm.
Âyet-i kerîme bir soru edatıyla başlıyor:
Em hasibtüm en tedhulü'l-cennete. "Siz sandınız mı ki cennete gireceksiniz?"
Ve lemmâ ye'tiküm meselüllezîne halev min kabliküm. "Sizden önce gelmiş, yaşamış, göçmüş insanların hâllerinin benzerleri, emsâli sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?"
Meselüllezîne halev min kabliküm messethümü'l-be'sâü ve'd-darrâü ve zülzilû hattâ yekûle'r-rasûlü vellezîne âmenû meahû metâ nasrullâhi. "Onlara fakirlikler, hastalıklar isabet etmişti ve fena şekilde sarsılmışlardı. Peygamber ve yanındakiler, 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' diyecek kadar sarsılmışlardı."
Elâ inne nasrallâhi karîbün. "Biliniz ki agâh olunuz, mütenebbih olunuz, uyanınız, şu gerçeği görün ki Allah'ın yardımı yakındır, yakında olacak!"
Bu, bir kanun-u ilâhîyi gözümüzün önüne seriyor:
Allahu Teâlâ hazretleri dünya hayatı imtihan yeri olduğu için mü'min kullarını çeşitli sıkıntılara mâruz tutuyor, tâbi tutuyor. Çeşitli sıkıntılara uğratıyor, üzücü olaylarla karşılaştırıyor.
Hâlbuki mantık olarak şöyle düşünebiliriz. Kanun-u ilâhîyi bilmeyenler;
"Kişi sevdiğini korur, sevdiğini kollar, sevdiğine bir zarar gelmemesini ister. Allah da sevdiği kulları dünyada zarara uğratmamalı, uğratmaz herhâlde…" diye düşünebilir.
Ama dünya hayatı imtihan olduğundan Allahu Teâlâ hazretleri çeşitli imtihanları, sıkıntıları herkesin başına getiriyor da bu imtihanın tabiatında olduğundan, özünde, kendinde mevcut olduğundan, mü'min kullarının da başına getiriyor.
Hatta hadîs-i şerîflerden biliyoruz ki musibetlerin, belâların, sıkıntıların, üzücü olayların, dertlerin en ağırları en yüksek şahıslara gelir. Önce peygamberlere gelir, en çoğu peygamberlere gelir. Ondan sonra derecesi çok yüksek kullara gelir. Ondan sonra daha aşağıdakilere, daha aşağıdakilere; derecesine göre!
İşin karşı tarafında, olumsuz, eksi tarafında Allah'ın azılı, zalim, fâsık, fâcir, korkunç, sevimsiz kullarına da Allah bir baş ağrısı bile vermez! Saraylarda devletle, nimetle, parayla pulla, zevkle, işretle, çalgıyla yaşarlar. Böyle yaşarlar yaşarlar; ansızın ölüm gelir, imtihan biter, mahvolurlar. Mesela Firavun'un boğulduğu gibi; boğulduğu zaman da, aklı başına gelip de iman etmeğe kalkıştığı gibi…
Kâfir yaşayanlardan bazısı onu da yapmıyor. Kâfir yaşıyor, kâfirce ölüyor. Bakıyorum, bazısı da o kâfirce yaşayıp kâfirce ölmeyi alkışlıyor. Bir de ona özeniyor:
"Kahraman adamdı! Ne kahramandı, ne küstahtı! Büyük küstahlıkla, inançsızlıkla yaşadı, öyle öldü. Kuyruğunu bükmedi, dik tuttu!.." diye bir de onu kahraman gibi gören zihniyeti de hayretle okuyoruz, müşahede ediyoruz, izliyoruz.
Şu düşünce yanlış:
"İyi kullar, nân u nimet, izzet ü devlet, saadet ve şevketle yaşar."
Hayır, böyle bir şey yok! Allah'ın iyi kulları en çok sıkıntıları çekerler, en çok musibetlere uğrarlar. Ağrılar, sızılar, hastalıklar, dertler, üzüntüler onlara gelir. Onlara sabrederler. Allah'tan geldiğini, kaderin cilvesi olduğunu bilirler. Dünya hayatının imtihan yeri olduğunu bilirler. Sabredip büyük mükâfatlar alırlar.
Çünkü derece kazanmak mihnetlerle daha çok olur. Bir kul sıkıntılara uğradığı zaman sabrederse; sabırla, sıkıntılara tahammülle, yükselme çok daha hızlı olur. Nimetler içinde Cenâb-ı Hakk'ı bilip Cenâb-ı Hakk'a kulluk etmek biraz müşkül olur. Nimetler içinde ilerlemek, yükselmek, derece almak da biraz zor olur. Ama mü'min; sıkıntılardan, meşakkatlerden, sabrı nispetinde büyük sevaplar alır.
Onun için; Mevlâ neylerse güzel eyler, şerleri hayr eyler! "Sonunda kâr edecek olan mü'minlerdir. Sabrın sonu selamettir." diye mü'minlerin mütehammil olması; dayanıklı olması, hazımlı olması, kaderin, imtihanın cilvesini, ana fikri kavraması lazım gelir.
Bu âyet-i kerîme bizim müslümanların, dünyanın her yerinde çektiğimiz çileler karşısında bize bir tesellidir! Bu âyet-i kerîmeyi Ramazan'da dinleyen, okuyan, mânasına muttalî olan müslüman bilir ki dünya hayatı böyle, bunun bir sevilecek tarafı yok! Meşakkatlerle, sıkıntılarla dolu! Olur böyle şeyler, mü'minin başına böyle şeyler gelir. Allah İmtihan ediyor.
Sevgili dinleyiciler!
Bir de işin şu yönü var:
Umumu düşünelim, halkın hepsini düşünelim! Bir yerde nimet varsa neşe varsa nefsin hoşuna gidecek tatlı şeyler varsa herkes oraya üşüşür. Bakarsınız bir eğlence programı varsa salonlar tıklım tıklım dolmuş, gençler bağırıp çağırıyorlar, bilet kalmamış. Ama dünyanın en büyük alimi gelse en önemli konuşmayı yapacak olsa halktan o kadar bir rağbet olmuyor.
Eğer Allahu Teâlâ hazretleri mü'min kullarını taltif etse hep nimetler içinde yaşatsa; bu sefer nimetlere göz koyan, nimetler içinde yaşamak isteyen insanlar da kalbinden, aklından, tefekküründen, izanından dolayı iman etmek yerine; pek çok kimse nimetin aşkına, hatırına müslüman olabilir.
"Bir camide, zenginin birisi her gelene biner dolar dağıtıyor!" diye duyulsa o cami tıklım tıklım dolar, öbür camilerde cemaat kalmaz.
Neden?
Dolar dağıtılıyor!
Hâlbuki; "Filânca evliyâullahın camisinde namaz kılarsan şu kadar sevap var!" desen kimse oraya gitmez.
"Hatimle namaz kılınıyor…"
Kimse gitmez veya çok az kimse gider, çok az kimse kadrini kıymetini bilir.
İmtihan olduğu için herkesin rağbet edeceği şeyler dünyada müslümanlara verilmiyor ki hakikaten iman edenler, gerçekten işin iç yüzünü anladığı için Allah'a iyi kulluk etmek maksadıyla imana gelenler o sebeple müslüman olsun! Yoksa başka bir sebeple göz diktiği menfaatten dolayı olmasın diye; ihlâslı, hakiki, samimi imanlıları bulup ayırmak, çıkarmak, belirlemek, onların gelmesini sağlamak için Cenâb-ı Mevlâ böyle kanun koymuştur.
Onun için hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki;
Huffeti'l-cennetü bi'l-mekârih. "Cennetin etrafı, nefse nâhoş gelen şeylerle çepeçevre çevrilidir."
Ne demek?
Cennete gitmek için nâhoş şeylere tahammül etmek lazım, sıkıntılara girmek lazım! Sabredici işlerle uğraşmak lazım.
Fuzûlî'nin de güzel şiiri vardır. Alim ve ârif bir kimse, o da anlamış:
Râhat ister tâb u mihnettir ibâdet ser-te-ser
Terk-i râhat rağbet-i mihnet kılan mümtâz olur
Ol sebeptendir ki küfr âsân olur İslâm-sâ
Arsa-yı âlemde mülhid çok muvahhid âz olur
diyor.
Bu sözlerin mânası:
İnsanın tabiatı keyif, rahat ister. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk'ın emirleri; ibadetler, taatler hep birer külfettir, mihnettir, meşakkattir. Böyle şeyleri yapmak biraz gayret istiyor, fedakârlık istiyor. Onun için iman zordur, küfür kolaydır. Kâfir olmak, şeytanın yolunda gitmek çok kolaydır, çok rahattır, çok keyiflidir, zevklidir. Çalgılı, içkili, zinalı, fuhuşlu, paralı, pullu… İnsanların oraya kolayca ayağı kayar.
Gevşek insan, zayıf insan, zalim, gaddar, menfaatperest insan, kendisi menfaatleneceğim diye binlerce, milyonlarca insanın eza çekmesinden sıkılmayan, utanmayan insan çoktur.
Adam mesela bir kilo uyuşturucu sattığı zaman şu kadar büyük paralar alıyor, diye o kadar insanın zehirlenmesine sebep olacak zehri satıyor. Öldürüyor, katil. Katilliğe sebep oluyor ama yapıyor.
Neden?
Para çok! Silah fabrikaları para kazanacak, büyük sermayedarlar silah satacak, büyük devletler, büyük silah fabrikaları zengin olacaklar, para kazanacaklar diye harp çıkartıyorlar. Zavallı halkların arasındaki mevcut ihtilâfları değerlendiriyorlar, ölçüyorlar; "Tamam, şunu kışkırtalım, bunu kışkırtalım! İki taraf da nasıl olsa birbirleriyle savaşmak için silaha muhtaç, gelir bizden silah alırlar…" diyorlar. Pahalı pahalı silâhları götürüyorlar:
"Bak şu silahları istemez misiniz?.." diye onları satıyorlar.
Birilerinin öldürülmesi pahasına kazanç sağlıyorlar.
Hayat böyle ama tabii bu dünya hayatı aslında çok kısa. Âhiretin yanında bir göz yumup açıncaya kadar geçen zaman! Yaşayanlar bu dünyada bunu çok uzun sanıyor ve günahlara dalıyorlar.
Ama ebedî hayatta ne yapacaklar?
Sonsuz, bitmek tükenmek bilmeyen azapların içinde ebediyen yanacaklarını düşünmüyorlar. Yanlış hareket ediyorlar, yanlış tercih yapıyorlar.
Müslümanlar da sanmasın ki;
"Biz müslüman olduk; o hâlde rahat edeceğiz, huzur içinde yaşayacağız. Beş vakit namazımızı kılıyoruz, Ramazan'da orucumuzu da tutuyoruz. Kur'ân-ı Kerîm'imizi de okuyoruz. Kazancımızdan fukaranın avucuna biraz da para verdik. Daha ne var, daha ne olsun? Allah bize artık her türlü nimetleri ihsan etsin, yağdırsın, versin…"
Öyle olmuyor! Keşmir'de sıkıntı, Filistin'de sıkıntı, Kafkaslarda, Çeçenistan'da, Kosova'da, Cezayir'de sıkıntı, Afrika'da sıkıntı! Dünyanın her yerinde müslümanlar türlü türlü üzüntüler içinde! İnsanlık namına utanılacak haksızlıklar yapılıyor. İnsanın yüreği kan ağlıyor, vicdanı dayanamıyor.
Em hasibtüm en tedhulü'l-cennete. "Siz cennete hemen girivereceğinizi mi sandınız, öyle mi hesap ettiniz, öyle mi sandınız?"
Ve lemmâ ye'tiküm meselüllezîne halev min kabliküm. "Sizden öncekilerin, sizden önce yaşayan insanların başına gelen olayların benzerleri size gelmeden!"
Tabii onlara neler oldu?
Hastalıklara uğradılar, musibetlere, belâlara, istilâlara uğradılar, yakıldılar, yıkıldılar. Savaştılar veyahut kılıçtan geçirildiler, katliama uğradılar vs.
Yugoslavya'nın yakın tarihini, Osmanlı'nın yenilmeye başlamasından sonra Balkanlar'daki, Bulgaristan'daki zulümleri hiç unutmamamız lazım! Oradan gelenler de unutmamalı, çoluk çocuğuna öğretmeli!
Bazı insanlar çocuklarına isim veriyorlar: Öcal.
Allah Allah! Bu niye "Öcal" ismini veriyor?
Bir sebepten dolayı "Öcal" ismini veriyor: İsim vererek çocuğunun öç almasını öğütlüyor.
Bizim de yapılan haksızlıkları unutmamamız lazım! Çok büyük haksızlıklar, çok büyük katliamlar yapılıyor. Bu katliamların sorumlularını da bilmemiz lazım! Onların da bir daha katliam yapmamasını sağlamak ve yapmış olanları da elden geliyorsa cezalandırmaya gayret etmek lazım!
Çeşitli sıkıntılar çektiler.
Ellezîne halev min kabliküm.
Halâ; "Yaşadılar, çekilip gittiler, ortalığı bırakıp gittiler." mânasına geliyor. Sizden önce yaşayanlar, sizden önce bu dünyada yaşayıp, burayı boş bırakıp terk edip âhirete gitmiş olanlar.
Nerede?
Hiçbirisi yok işte!
Mesel, "emsâli, dengi, benzeri" demek.
"Onların benzeri size gelmeden, onların başına gelen olayların benzerleri size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?"
Demek ki kanun-u ilâhî eski devirlerden beri böyle! Eski devirlerin de mü'minleri, peygamberleri, eski ümmetler de çok sıkıntılar çekmişler. Biliyoruz, ilk hristiyanların nasıl aslanlara parçalatıldığını! Biliyoruz, Firavun'un Musa aleyhisselam'ın kavmine ne zulümler yaptığını! Biliyoruz Nemrud'un, İbrahim aleyhisselam'ın zamanındaki hükümdarın neler neler yaptığını!
Bunlar hep böyle! Zalimler çıkıyor, mazlumlara çeşit çeşit zulümler yapıyorlar. Tarih boyunca böyle olmuş. Onlara benzer olaylar da insanların başına gelir.
Bu devirde de öyle! Bu devirde de olanlar, tarihin benzer olaylarının gelmesi, tekerrürü demek. Bu devirde de bir zalim çıkıyor, şurada zulüm yapıyor. Bir başka zalim çıkıyor burada zulüm yapıyor. İnsanların dinlerine bir baskı yapıyor, zulüm oluyor.
"Dinini bırak! Dinini bırakırsan rahat edeceksin, bırak dinini!" diyorlar.
Müslüman, [dinini] bırakırsa imtihanı kaybediyor. Dinini bırakmayacak, imanını bırakmayacak, Allah'ın yolunu, Allah'a güzel kulluğunu bırakmayacak. Şeytanın yoluna sapmayacak, zalimin dediğini tutmayacak, doğru yoldan ayrılmayacak, yanlış yola sapmayacak!
Onları, o eski insanların başına neler geldiğini tasvir ediyor:
Messethümü'l-be'sâü ve'd-darrâü. "Onlara be'sâ ve darrâ geldi, temas etti, onlara dokundu."
Be'sâ ne demek?
Beese -be-hemze-sin- kökünden geliyor, "fakr, fakirlik" demek. Bâis de "yoksul, fakir" mânasına geliyor. Yoksulluk, imkânsızlık, insanın hoşuna gitmediği için nâhoş bir şey olduğundan! Aslında Arapça'da "nâhoş olmak" mânasına bu kökten bi'se kelimesi var, "ne fenâ" demek. Bü's, "fenalık" demek; bâis "fakir" demek.
el-Be'sâü; elif-i memdûde ile "fakr, yoksul olmak" demek.
"Onlara yoksulluk geldi, dokundu, yoksulluğa uğradılar."
Ve'd-darrâü.
Darrâ, "zarar" kelimesiyle aynı kökten. ed-Darrâu diye sıfat gelmiş: Zarar.
Muzır kelimesi de bu kökten, if'al bâbından; mazarrat da sülâsîden masdar-ı mîmi. Aynı kökten çıkan kelimeler.
Aslında "zarar" demek ama özel kullanımı, ed-Darrâu; Mukâtil, Süddî, Katâde, El-Hasen ve sâir tefsirle meşgul olan mübarek alimlerin verdikleri mâna; "sukm, sakam, hastalık" demek.
Be'sâ, "fakirlik" demek; darrâ da "hastalık" demek. Aslında bu iki kelime "kötülük, zarar, kötü olmak, zararlı olmak" kökünden geliyor.
"Onlara kötü şeyler geldi, zararlı şeyler geldi!"
Kötü şeyden murad, "fakirlik" geldi. Zarardan murad, "çeşitli hastalıklar" geldi. Eyyüb aleyhisselam'ın nasıl hastalıklar çektiğini biliyorsunuz. Bir taun gelip bir beldenin ahâlisinin nasıl kırıldığını biliyorsunuz. Onların hepsi birer ikaz vesilesi.
Ve zülzilû. "Sarsıldılar."
Zülzil, "sarsmak"tan edilgen fiil. Sarsılmak bir dönüşlü fiil oluyor, insanın kendisinin sarsılması. Bir de "sarstırıldılar" mânasına. Zelzele, sarsmak.
Huvvifû, burada "korktular" mânasına geliyor.
Huvvifû mine'l-a'dâ zilzâlen şedîdâ. "O eski ümmetler, düşmanlardan gelen şeylerden dolayı şiddetli sarsıntıya, yıkıma uğradılar." Vemtehanû imtihânen azîmen. "Büyük imtihanlara tâbi oldular."
Hadîs-i şerîf okuyalım:
Habbâb b. Eret radıyallahu anh -Allah şefaatine erdirsin, hepimizi cennette buluştursun- müşriklerin çok zulümlerine uğrayanlardan bir zât-ı muhterem. Bu mübarek sahabi diyor ki;
Kulnâ: Yâ Resûlallah elâ testansiru len, elâ ted'ullâhe lenâ. "Biz Peygamber Efendimiz'e dedik ki: Ey Allah'ın elçisi, peygamberi! Bizim için Allah'tan yardım istesene, Allah'a dua etsene. Bizim için Allah'tan yardım istemez misin, dua etmez misin yâ Resûlallah?"
Müslümanların ilk sıkıntıları çektiği zamanda Peygamber Efendimiz'e böyle söyledik, diyor.
Böyle bir dileğe Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ne demiş?
Tahmin edin bakalım!
Müslümanlar ezaya, cefaya tâbi tutuluyorlar, işkence görüyorlar. Habbâb b. Eret de çok işkence gören mübareklerden, mazlumlardan biri.
"Allah'tan yardım istesene yâ Resûlallah, bize yardım etse ya! Dua ediversene! Allah şu kâfirleri kahretse bizi kurtarsa ya!"
Ne tahmin edersiniz?
Fe kâle inne men kâne kableküm kâne ehadühüm yûdau'l-minşâru alâ mefrıki re'sihî. "Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Hiç şüphe yok ki muhakkak ki sizden eski, evvelki ümmetlerde işkence yapılan müslümanın başına testere konuluyordu. Başının, saçlarının ikiye ayrıldığı orta yerine testere konuluyordu. "Feyahlüsu ilâ kademeyhi. "Ayaklarına kadar kesiliyordu." Ve lâ yasrifuhû zâlike an dînihî. "Bu muamele onu dininden döndürmüyordu. Kafasından ayağına kadar kesilmek, onu dininden döndürmüyordu." Feyümşatu bi-emşâti'l-hadîdi. "Demirden taraklarla, tarak gibi dişli dişli, sivri sivri demirden işkence aletleriyle vücutları kazınıyordu." Mâ beyne lâhmihî ve azmihî. "Kemiğiyle etinin arası birbirinden ayrılıyordu, işkencede eti kemiğinden ayrılıyordu." Lâ yasrifühû zâlike an dînihî. "Bu işkence de onu dininden döndürmüyordu."
Mübarekler dönmüyorlardı! Bir şeyi hemen hatırlatıvereyim:
Bir de ateşten hendekler açıp hendekler yapıp içine çok muazzam ateşler yakıp da mü'minleri ateşlere atan zalimler de olduğunu Kur'ân-ı Kerîm'den biliyorsunuz; Ashâb-ı Uhdûd'u biliyorsunuz.
"İşte böyle testereyle ortasından vücudu biçiliyor, demir dikenlerle etiyle kemiği arası taraklarla açılıyor, kemiği etinden ayrılıyordu."
Sümme kâle vallâhi leyütimmennallâhu hâze'l-emre. "Sonra Peygamber Efendimiz buyurdu ki: Allah'a yemin olsun ki bu işi Allah mutlaka tamamlayacak, Allah bu İslâm'ı mutlaka tamamlayacak!"
"Şimdi işkence görüyorsunuz, sizi dinden döndürmeye çalışıyorlar, İslâm'ı söndürmeye çalışıyorlar. Mü'minler az olduğundan, azınlıkta olduğundan Mekke'de baskı yapıyorlar. Vallahi Allah bu dini mutlaka tamamlayacak!"
Hattâ yesîre'r-rakibu min san'âe ilâ hadramevte ve lâ yehâfu illallâh. "Hatta bir binekli süvari, atlı adam San'a şehrinden Yemen'in Hadramat'a kadar yolculuk yapacak da Allah'tan gayrı bir korkusu olmayacak!"
Allah'tan korkmak! Müslüman zaten iyi hâlde de Allah'tan korkar.
"Allah'tan başka korkulacak bir şey olmayacak!"
Ve'z-zi'be alâ ğanemihî. "Hayvanına, ganemine, koyununa kurt saldırırsa diye ondan korkacak. Yoksa başka haydut, eşkiyâ, çete, katil, yol kesici, kâtı' ı tarîk, harami vs. öyle şey olmayacak!" diyor Peygamber Efendimiz.
Ve lâkinneküm kavmün testa'cilûne. "Böyle olacak ama siz acele olmasını isteyen bir topluluksunuz." diyor.
Sabretmeyi tavsiye ediyor. Onların dua istemelerini acele sayıyor.
Bu konuda benzer, bu mânayı ifade eden başka âyet-i kerîmeler de var. Mesela:
Elif, lâm, mîm. E hasübe'n-nâsü en yütrekû en yekûlû âmennâ ve hüm lâ yüftenû. "Elif lâm mim! İnsanlar sandılar mı ki amennâ dedikten sonra bırakılacaklar da fitnelere, imtihanlara, sıkıntılara uğramayacaklar? Bir kenarda rahat duracaklar, bırakılacaklarını mı sandılar? Ve lekad fetennellezîne min kablihim. Hâlbuki öyle değil; bilakis biz daha öncekileri imtihanlara, sıkıntılara uğrattık!
Feleya'lemennallâhüllezîne sadakû ve leya'lemenne'l-kâzibîn. "Muhakkak ve muhakkak Allah imanında, ihlâsında, kulluğunda sıdk u sadakat üzere olanları bilecek ve yalancı olanları, dönek, gevşek olanları, imanda sebatsız olanları bilecek ve bildirecek, gösterecek; olaylar bunu açığa çıkartacak!" diye âyet-i kerîme bildiriyor.
Buralardan anlaşılıyor ki çeşitli sıkıntılar eski ümmetlere oldu, bize de oluyor; olunca sabredeceğiz! Belalara, musibetlere karşı tabii tedbir alacağız. Düşman geliyorsa düşmanın saldırısına karşı tedbir alacağız.
En şiddetli belalardan birisi düşmandır. Geldiği zaman evi barkı yıkar, çoluk çocuğu alır, ırz namus, mal mülk, can… her şey gider.
Düşünün ki ülkelerinde sıkıntı olan insanlar işte bunları çekiyorlar!
Bir de Ahzab Savaşı'nı, Hendek Savaşı'nı hatırlayalım:
İz câüküm min fevkıküm ve min esfele minküm. "Hani sizin üzerinizden, yukarı tarafınızdan ve aşağı yanınızdan gelmişlerdi." Ve iz zâgati'l-ebsâr ve belegatü'l-kulûbü'l-hanâcir. "Gözler korkudan kaymıştı ve yürekler ağza gelmişti." Ve tezunnûne billâhi zunûnâ. "Ve münafıklar da Allah hakkında çeşit çeşit, kötü kötü düşüncelere, zanlara düşmüşlerdi." Hünâlikebtüliye'l-mü'minûne ve zülzilû zilzâlen şedîdâ. "İşte öyle, orada mü'minler sıkıntılara uğratılıp şiddetli bir şekilde sarsılmışlardı."
Zülzilû orada da geçiyor burada da geçiyor.
İz yekûlü'l-münâfikûne vellezîne fî kulûbihim meradun mâ veadanallâhu ve rasûlühû illâ ğurûrâ. "Münafıklar da o olaylarda; 'Allah ve Resûlü bizi ancak aldattılar. O vadettikleri şeyler aldatmaca, bak dedikleri çıkmadı!' demişlerdi."
Hâlbuki Resûlullah'ın dedikleri çıkacak ama sabretmiyorlar. Hendek harbinde bile mağlup olmadılar!
Heraklius -Peygamber Efendimiz'in muasırı olan Bizans hükümdarı- Peygamber Efendimiz'i tahkik etti: "O diyarlardan bir adam çıkmış, Peygamber olduğunu söylüyormuş; o nasıl bir zâttır?" diye araştırdı. "Bunu bilen bir kimse getirin bana, soruşturayım!" dedi.
Ebû Süfyan'ı buldular, onu götürdüler. Ebû Süfyan; bilgili bir insan, Kureyş'in reisi, tecrübesi var, seyahatleri var. Ona sordu, tercüme ettiler, cevapları aldı. Çok şeyler sordu. Herakliyus Ebû Süfyan'a bir de sormuş ki; Ebû Süfyan o zaman müslüman olmuş değil. Sonra, Mekke fethinde müslüman oldu. Muaviye'nin babası.
Hel kateltümûhu. "Siz onunla savaş yaptınız mı?" Kâle: Neam. "Ebû Süfyan dedi ki: Yaptık!" Kâle: Fe keyfe kâneti'l-harbu beyneküm. "Ne oldu o savaşta aranızda?" Kâle: Sicâlen yüdâllü aleynâ ve nüdâllü aleyhi. "Bazen bizim lehimize bazen onların lehine, bazen onlar kazandı bazen biz kazandık."
O zaman Heraklius demiş ki;
"Tamam. Bu, da peygamberlerin vasıflarına uyuyor."
Her soruyu soruyor, sonra; "Tamam, peygamber vasfı bu!" diyor. Bütün cevaplar peygamber olduğunu gösteriyor. Sonunda Peygamber Efendimiz'in gerçek peygamber, âhir zaman peygamberi olduğunu anladı, iman etmeye kalktı. Fakat çevresi müsaade etmedi, itiraz ettiler.
O zaman Heraklius dedi ki;
Kezâlike'l-rusûlü. "Evet, peygamberler de böyledir." Tübtelâ sümme tekûnü lehe'l-âkıbeh. "Musibetlere uğrarlar ama sonuç onların lehine olur."
Evet, sıkıntılar çeker çeker ama hak peygamber sonunda vazifesini yapar, müslümanları Allah galip getirir. Mü'minleri her devirde galip getirir.
Onun için ne yapmak lazım?
İmtihanda sağlam durmak lazım, imtihanı kazanmak lazım!
Meselüllezîne halev min kabliküm. "Eski ümmetlere uygulanan kanun-u ilâhi."
Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Feehleknâ eşedde minhüm batşen. Ve medâ meselü'l-evvelîn. "Biz onlardan daha güçlü kuvvetli imkânları olan, tutuşu sağlam olan kavimleri helâk ettik." "Evvelkilerin böyle hadiseleri, olayları, kıssaları, fıkraları, hisse alınsın diye hep geçti." Hattâ yekûle'r-resûlü vellezîne âmenû meahû metâ nasrullâhi. "Peygamberler ve yanında olanlar; 'Düşmanlara karşı Allah'ın bizi takviye edip de onları yenmemiz ne zaman olacak?' dediler."
Olacağını biliyorlar.
Metâ; zaman sorusu, zamanı sormak için kullanılan edat.
"Allah'ın yardımı ne zaman?"
"Allah'ın yardımı var mı yok mu?" demiyorlar; "Allah'ın yardımı gelecek ama ne zaman?" diyorlar. Bir an evvel yardımın gelmesini ve sıkıntıdan hemen kurtulmayı istedikleri için; "Aman, Allah'ın gelmesi beklenen yardımı nerede? Bir an evvel gelse!" dediler.
Elâ. "Biliniz ki…"
Elâ; edât-ı tenbihdir, Araplar bu edatı bir kimseyi uyarmak için kullanır.
Elâ. "Agâh olun, uyanın, dikkat edin, aklınızı başınıza toplayın!"
Hatta biz ne yaparız?
Adam başka tarafa bakıyorken ismini filan da bilmiyorsak "Hey, hişt!.." filan deriz. Öyle deyince adam döner, bakar. Biraz da tabii üslup olarak ammî bir üslup.
Elâ, burada ammî bir üslup değil, kibar bir üslup:
"Uyanınız, dikkat ediniz, aklınızı başınıza toplayınız, şu gerçeği iyice kavrayınız ki…" Elâ bu mânaya geliyor. E ve lâ'dan müteşekkil. E soru edatı, lâ "Hayır, öyle değil mi?" mânasına ama kelime anlamı değil; tabir olmuş oluyor.
Elâ inne nasrallâhi karib. "Uyanınız, iyice kavrayınız şu hakikati ki Allah'ın yardımı yakındır. Muhakkak ki Allah'ın yardımı karîbtir, yakındır."
Karîb ne demek?
"Yakın" demek.
Arapça'da bizim halkımızın kullandığı iki kelime var:
Kaf ile olan karîb, kurbiyyet kelimesiyle ilgili; "yakın" demek.
"Ben şu köye gitmek istiyorum, bu köy yakında mı uzakta mı?" diye adres soruyorsunuz.
Yakın, karîb; bu kaf harfiyle. Batılılar'ın q dedikleri harf ile. İngilizce'de p ile r arasında q harfi gibi; karîb.
Bir de ayın'ın noktalısı ğayın harfi var. Ğayın'la yazılan ğarîb var.
Garîb, "gurbette olan" demek.
Elâ inne nasrallâhi karîb.
Bu, kaf ile.
Niye bu iki kelimeyi söylüyorum?
Çünkü Türkçe'nin telaffuzunda bazı yörelerde k harfi, g gibi telaffuz edilir. Mesela; "Konya" demez, "Gonya" der. "Koyun, kuzu" demez; "goyun, guzu" der. Şaka olarak da bir fıkra anlatılıyor:
"Ben öyle kaf'ı ğayın okuyan Gonyalılar'dan değilim, goyun guzu demem…" demiş.
Ğ diye okunduğu zaman Arapça'da ortaya başka bir kelime çıkıyor. Bunun kaf olduğunu bilmek lazım!
Elâ. "Dikkat edin ki…" İnne. "Muhakkak." Nasrallâhi karîb. "Allah'ın yardımı yakın, çok yakında gelecek!"
Elem neşrahleke sûresinde;
Fe inne mea'l-usri yüsrâ inne mea'l-usri yüsrâ. "Hiç şüphe yok ki zorluğun yanında bir kolaylık var. Zorluğun yanında bir kolaylık var!" buyuruluyor.
Sıkıntının, zorluğun yanından, arkasından Cenâb-ı Hak kolaylığı ihsan eder. Sabredenlere büyük mükâfat var.
İslâm'da, Kur'ân-ı Kerîm'de müslümanlara tavsiye edilen, zafer kazanmak için edinilmesi istenen iki şart nedir?
Sabır ve takvâ!
İn tasbirû ve tettekû. "Ey mü'minler! Eğer sabrederseniz takvâ ehli olursanız zafere erersiniz." deniliyor. Kur'ân-ı Kerîm'in âyet-i kerîmelerinde;
Ne yapacağız?
Sabredeceğiz, sebat edeceğiz. "Aaa, olmadı, gelmedi!" filan diye [ümitsizlik yaşamayacağız]. Zaman gerektiğini bileceğiz. Bir işin olması, oluşması için zaman lazım! O zamanı beklemeyi bileceğiz. Sabırlı olacağız ama işin oluşması için de tedbiri alacağız. Oluncaya kadar beklemesini bileceğiz.
Sabredeceğiz. Düşmanın karşısında sabredeceğiz, tedbirleri almakta sabredeceğiz. Meşakkatin üstümüze yüklendiği sırada sabredeceğiz. Sabırlı olacağız, sımsıkı duracağız. Bir de takvâ ehli olacağız, Allah'tan korkacağız. O zaman, Allah'ın yardımı mü'minlere mutlaka [gelecek]!
Ve kâne hakkan aleynâ nasru'l-mü'minîn. "[Mü'minlere yardım etmek bize hak oldu.] âyet-i kerîmesinde Allah mü'minlere yardım edeceğini, mü'minleri kurtaracağını bildiriyor.
Kesin bildirecek ve yardım gelecek ama sabredeceğiz, bir de takvâ ehli olacağız. Sabretmezsek gelmez. Takvâ ehli olmazsak günahkâr olursak gelmez, aksine bela gelir!
"Sizi günahkârlar, edepsizler! Sizi âsiler, mücrimler!" diye Allah cezalandırır. Bazen düşmanların gelmesi, kıtlık, zelzele, hastalık Allah'ın kahrı, cezası oluyor. "Sizi zalimler sizi, Allah'ın emrini tutmuyorsunuz ha!" diye Allah cezaları gönderiyor.
Takvâ ehli olacağız, sabırlı olacağız. O zaman Allah'ın yardımı karîbdir, yakındır.
Ebû Rezîn radıyallahu anh'ten hadîs-i şerîf. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
Acibe rabbüke min kunûti ibâdihî ve kurbi gaysihî feyenzuru ileyhim kanitîne. "Cenâb-ı Hak, yağmurun yağması, yardımın gelmesi yakınken, 'Gelmedi, susuzuz, kavruluyoruz, yardımsızız!' diye kullarının ümitsizliğe düşmesini şâyân-ı taaccüp olarak görür. Ümitsizliğe düşmüş olanlara, 'Olmuyor galiba, yok galiba, gelmiyor galiba?..' gibi hâle, düşüncelere düşmüş olanlara bakar." Feyezallu yedhakü. "Cenâb-ı Hak onlara güler." Ya'lemu enne ferecehüm karîbun. "Ve bilir ki onların o sıkıntıdan kurtulup feraha ermeleri yakındır."
Mesela:
Sabahleyin çocuğunun çok sıkı tembihlediği şeyi; "Aman baba, ne olur akşam ödev yapacağım, çok mühim; şunu al. Şu malzemeyi al gel, şu kitabı al gel! İmtihanım var, gece çalışmam lazım!.." diye istediği şeyi, babası alıyor, getiriyor, arabada.
Çocuk;
"Baba aldın mı? Unuttun mu yoksa? Eyvah, mahvoldum!" filan diye telaş ediyor.
Babası nasıl güler, aldığı, getirdiği şeylerin orada, arabada olduğunu bildiği için nasıl tebessüm eder? Bunu gözümüzün önüne getirelim!
Cenâb-ı Hak da kulun acelesine bakar.
"Yardım nerede yâ Rabbi? Ne zaman bu açlığımız, susuzluğumuz, kıtlığımız gidecek? Yağmur ne zaman yağacak, yardım ne zaman gelecek?" deyişlerine güler, gülerek nazar buyurur. Çünkü yakın, hazırlamış, gönderecek; onlar da boyuna acele edip duruyorlar.
Demek ki acele etmeyeceğiz!
Bileceğiz ki Cenâb-ı Hak mü'min kullarına yardımını gönderir.
Bu devirde de öyle! Bizim ülkemizde de öyle, Çeçenistan'da da, Cezayir'de de öyle. Dünyanın her yerinde böyledir.
Sıkıntı çeken müslümanlar sabretsinler, takvâya sarılsınlar, müttakî kullar olsunlar!
Elâ inne nasrallâhi karîbün. "Allah'ın yardımı yakın!"
Allah'ın rahmeti, yardımı, lütfu, keremi hepinizin üzerine olsun.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!