es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Bu konuşmamda Bakara sûre-i şerîfesi'nin 215 ve 216. âyet-i kerîmeleri üzerinde sohbetimi yapacağım. Önce mübarek metinleri okuyalım, dinleyelim.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Yes'elûneke mâzâ yünfikûne kul mâ enfaktüm min hayrin fe-li'l-vâlideyni ve'l-akrabîne ve'l-yetâmâ ve'l-mesâkîni ve'bni's-sebîli ve mâ tef'alû min hayrin fe-innellâhe bihî alîm.
Kütibe aleykümü'l-kıtâlü ve hüve kürhün leküm ve asâ en tekrehû şey'en ve hüve hayrun leküm ve asâ en tühibbû şey'en ve hüve şerrun leküm vallâhu ya'lemu ve entüm lâ ta'lemûne.
Sadakallâhülazîm.
Rabbimiz birinci okuduğum 215. âyet-i kerîmede buyuruyor ki;
Yes'elûneke. "Sana soruyorlar." Mâzâ yünfikûne. "Neyi infak edecekler?" Kul mâ enfaktüm min hayrin. "Onlara de ki: Hayırdan infak ettiğiniz şeyler." Fe-li'l-vâlideyni. "Anne-baba içindir, onlara harcanır." Vel-akrabîn. "Daha yakınlar için, ondan sonra akrabalar için." Ve'l-yetâmâ. "Yetimler için." Ve'l-mesâkîn. "Fakirler için." Ve'bni's-sebîl. "Yolcu, yolda kalmış, parasız kalmış yolcular için." Ve mâ tef'alü min hayrin. "Hayırdan ne yaparsanız." Fe-innellâhe bihî alîm. Allahu Teâlâ hazretleri onu bilir."
Bu âyet-i kerîme para ile yardım, hayır yapmak, mâlî destek vermek konusunda. Bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in müslümanları Allah yolunda, sevap kazanmak için cömertlik etmeleri, paralarını harcamaları konusunda teşvikler yaptığı zamanda, o arada inmiş olan bir âyet-i kerîmedir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, iman ile ilgili meseleleri anlatıp öğrettiği, yanlışlıkları düzelttiği, eski dinlerin hataların belirttiği gibi; topluma mutluluk gelmesi için, insanların kardeşliklerinin kuvvetlenmesi için birbirlerine karşı yapmaları gerekli vazifeleri de hatırlatıyordu.
İslâm'ın güzelliklerinden bir tanesi, en güzel yönlerinden bir tanesi de yalnız dünyayı değil, yalnız âhireti değil; dünyayı ihmal edip sadece âhireti değil; âhireti ihmal edip sadece dünyayı değil; ikisini birden mâmur etme gayesini taşıması ve o konuda tavsiyelerde bulunması... Onun için ibadetlerimizin içinde bir de mâlî ibadet var, zekât ibadeti... Zenginlerin, mallarının içinde kendilerinin olmayan, fakirin hakkı olan [zekâtı ayırıp vermeleri gerekir.] Allahu Teâlâ hazretleri, "Fakirlerin hakkıdır." buyuruyor. Halbuki dükkândan o kazandı ama zengin olduğu için zenginin malının içinde fakirin hakkı olduğunu beyan ediyor Allahu Teâlâ hazretleri. O malı veren, nasip eden Allah... "Onu vermeniz lazım, vermezseniz başkasının hakkını yemiş olursunuz." diye düşünüyor İslâm.
Onun için her çeşit zenginlikten, yani arazideki mahsûlâttan da, hayvan sürülerinden de, nakit paralardan, ticârî eşyalardan da çıkartıp belirli yerlere hayırları, paraları harcamak, farz olan zekât... Tabii bu farz olan zekâttan ayrı, insanların başka türlü de hayırlar yapması lazım! Zekâtın dışında da hayırlar yapma ihtiyacı, gereği oluyor. Çünkü herkes zekâtı alma şartlarına sahip olmuyor ama yine de yardım edilmesi gereken kimseler oluyor.
Sonra zekât verilemeyecek yerler oluyor, insanın oralara da yardımcı olması gerekiyor. Mesela zekât camiye verilmez. Yani cami yapılsın diye zekât parası verilmez. Sonra mesela vefat etmiş bir insan, ortada cenazesi duruyor; "Bunun son masrafları yapılsın, kefen alınsın, tabut alınsın, mezar alınsın, gömülsün! Bu parayı zekâtımdan vereyim..." [denirse] oralara olmuyor.
Zekâtın şartları var; temlik şartı, verileceği yerler var. Oralara başka hayırların yapılması gerekiyor. Demek ki farz olan zekât hayrından ayrı da hayırlar, masraflar oluyor her zaman. Burada, bu âyet-i kerîmede biz müslümanlara bu konuda bilgi öğretilmiş oluyor.
Yes'elûneke mâzâ yünfikûn. "'Neyi infak edecekler?' diye sana soruyorlar."
Enfaka-yunfiku-infak fiili. İnfak demek, nafaka vermek, Yani geçinmesi için gerekli, yaşamı için, rahatça yaşayabilmesi için lazım olan şeyleri vermek. Verilen şeye de nafaka, vermeye de infak deniliyor. Veren kimseye "ihsan eden, veren kimse" mânasına münfık deniliyor.
"Neyi infak edeceğiz?" diye soruyorlar. Bu soran kişinin ismi de zikredilmiş, Amr b. Cemuh radıyallhu anh. Zengin bir zât ve yaşlı bir kimse. Peygamber Efendimiz hayır yapmayı, kesenin ağzını açmayı, Allah yolunda böyle sevap kazanmak için ihtiyaç yerlerine para vermeyi teşvik edince, o bunların hakkında bilgisini genişletmek istemiş. Yani, "Nereye, nasıl vermemiz lazım?" diye Peygamber Efendimiz'e soruyor.
Soru itibariyle, soruluş şekli itibariyle, Yes'elûneke mâzâ yünfikûn. "Neyi nafaka olarak vereceğiz?" gibi de anlaşılabilir ama tabii elinde olan para veya yiyecek, giyecek, daha başka şeyler; her şey infak edilebilir. O sorun değil. Burada soru, "Ne infak edeceğiz?"den maksad, "Nerelere, bu infak işini nasıl yapacağız? Bu konuda emrinizi nasıl yerine getireceğiz?" gibi bir maksadla sorulmuş olduğu için bu soru; Allahu Teâlâ hazretleri de onun nerelere, kimlere öncelikle yapılacağını; yakını olması dolayısıyla, kişinin kimlere karşı sorumluluk taşıdığını, bu âyet-i kerîmede beyan etmiş oluyor;
Kul. "De ki onlara ey Rasûlüm!" Mâ enfaktüm min hayrin. "Hayırdan, yani mal, para vesaire olarak vereceğiniz malzemeden infak ettiğiniz şeyler kim içindir?" Fe-li'l-vâlideyni. "Anne-baba içindir."
Evvela insanın annesine, babasına bakması lazım. Annesi babası onlara, evlatlara küçükken nasıl baktıysa, evlatların da anne-babalarına bakması, infak etmesi lazım. Hatta anne-babaya infak, sevap bakımından çok çok yüksek, bire 700 mükâfat, sevap kazandırıyor. Bir verince 700 verilmiş gibi sevap kazandırıyor.
Ve'l-akrabîn. ["Ve daha yakınlar içindir."]
Akrabîn, akrab kelimesinin çoğulu. Bir de buna benzeyen, sesleri benzeyen akreb kelimesi var, biz Türkçe'de "akrep" diyoruz; o ayın ile yazılır. Bu kelime elif ile yazılıyor. O kelime başka, o Arapça'da akrab okunur. Burda ekrab, biraz hemze olduğunu duyurabilecek, anlayabilecek, anlatabilecek şekilde dikkatli okumak lazım. Ayın değil, hemze.
Akrab, karîb kelimesinin ism-i tafdilidir. Karîb "yakın" demek, akrab "daha yakın" demek. Akrabîn de, "daha yakınlar" demek.
Bu daha yakınlar kimlerdir? Anne-babadan sonra, annenin, babanın dışında kalan tanıdıklar, yakınların içinde nisbeten daha yakın olanlar hangileridir?
Hadis-i şerifte beyan edilmiş; Ümmeke ve ebâke. "Anana..." Önce anne zikrediliyor. "Anana, babana." Ve uhteke. "Kız kardeşine." Ve ehâke. "Erkek kardeşine." Sümme ednâke ednâke. "Sonra daha yakına, daha yakına..."
Ednâ kelimesi de Türkçe'de aşağılık filan mânasına geliyor. Halbuki Arapça'da "daha yakın" mânasına kullanılıyor. Ednâ'nın müennesi dünyâ geliyor. Daha yakın şey eğer erkek, müzekker kelimeyse ednâ kelimesi kullanılıyor; müennes yani dişil kelimeyse dünyâ kelimesi kullanılıyor.
Mesela hayat. İki tane hayat var. Bir öbür hayat, öldükten sonra, [ölümden] sonra başlayacak olan hayat. Bir de şu anda yaşadığımız hayat. Bu hayata el-hayâtü'd-dünyâ derler, "daha yakın olan hayat" demek. Ötekisine de el-hayâtü'l-âhireh, "sonraki hayat" derler. Veyahut şimdi bu içinde yaşadığımız şu çevremize, ed-dâru'd-dünyâ "şimdiki yurt, ev" derler. Âhirete, öldükten sonra varılan ikinci âlemdeki yere de, ed-dâru'l-ahireh "sonraki yurt" [derler.] Yani ednâ ve dünyâ birisi müzekker, birisi müennes daha yakın demek.
Demek ki anneden başlayacak, kız kardeş, erkek kardeş, sonra işte o yakınlık sırasına göre, çevresinde böyle yardım eli uzatılacaklardan kimler varsa, onlara el uzatılacak.
Tabii bu zekât değil, çünkü zekât annelere, babalara, dedelere, ninelere, torunlara verilmez. Yani usûl ve furûa zekât vermek yoktur. Çünkü onların bakımı zaten kendisinin üzerine... O zaman zekâtı kendisine vermiş oluyor. Halbuki zekât malını çıkartıp fedâkârlık yapma ibadeti... Onlara olmuyor. Annesine babasına mecburen bakacak. Burada bu harcamaların zekâtın dışında olduğu buradan da anlaşılıyor. Anne-baba kelimesini kullanmakla, bu harcamaların zekât dışı harcamalar olduğunu beyan etmiş oluyor.
Biz de [vakıflarımızda,] hayır işlerini takip ederken kardeşlerimiz hayır yapan kimselere verdikleri paraları sorarlardı;
"Bu parayı veriyorsun, Allah kabul etsin, tamam. Bu nasıl bir para?"
Zekâtsa onun harcanma yerleri belli, fakirlere verilecek vesaire. [Verilen para] serbest hayırsa, infak edilecek, herhangi bir konuda harcanabilecek cinstense o zaman ona serbest hayır derlerdi. Farz edelim, tamirat yapılacak oraya harcanır, caminin musluğu değişecek, yüznumarası genişletilecek oraya harcanır.
Akrabîn, yani "daha yakınlar" mânasına çoğul bu da. "Nafakalar, hayırlar ana-babaya verilir, en yakınlara verilir." Ve'l-yetâmâ. "Yetimlere verilir."
Babası yok, kendisini himaye edecek, geçindirecek kimsesi yok, boynu bükük... Onlara verilir. Tabii o zamanlar, biraz daha fazlaydı galiba bu yetimler. Çünkü babalar, erler cihada gidiyorlar, şehid oluyorlardı. Geride aileler, çocuklar kalıyordu. E onların bakılması tabii müslümanlar için önemli.
Ve'l-mesâkîn. "Geçimini sağlayamayacak miskin, fakirler." Ve'bni's-sebîl. "Yolcu." Bu tam kelime olarak ibn-i sebîl "yolun oğlu" demek.
Yani yolda kalmış, parası olmadığı için bir yerden bir yere, gideceği yere gidemiyor. Muhtaç, yani kendi beldesinde değil, garib. Ona da yardım edilmesi lazım.
Zekâtta tabii iki kalem daha geçer. Birisi köleler. Zekâtın nerelere sarf edilebileceği konusunda burada şeyler zikredilmemiş. Ama onlar da arkadaki gelen kelimede anlaşılıyor.
Ve mâ tef'alü min hayrin. "Hayırdan ne yaparsanız." Fe-innellâhe bihî alîm. Allahu Teâlâ hazretleri onu çok çok, hakkıyla, tamamıyla, bihakkın bilir. Hiç şüphe yok ki yaptığınız her hayrı Allahu Teâlâ hazretleri bilir." buyurmuş oluyor.
Burada tefsir kitabı Meymun b. Mihran rahmetullahi aleyh'in bir sözünü almış; "Ana-baba, yakınlar, yetimler, fakirler, yolda kalmış fakir yolcular filan bunlar var da infak edilecek yerler arasında; lüks tabaklar, çalgılar, süsler, oraya buraya asılan, duvarları süsleyen, duvarların güzel görünmesi için asılan askılar, örtüler... böyle şeyler yok." diyor. Yani demek istiyor ki;
"Allahu Teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmede paraları böyle gerçek faydası olacak yerlere harcamanızı emretmiş. Lüzumsuz yerlere harcamayın! Çünkü paranın nereye harcandığını da Allahu Teâlâ hazretleri soracak. Sen istediğin her yere harcayamazsın!"
Mesela, Allah ıslâh etsin, kim bilir bu yılbaşı eğlencesi filan diye ne kadar çamlar kesilmiştir, ne kadar kesimler yapılmıştır? Ne kadar otellerde, ne kadar büyük paralarla, ne kadar ayırmalar, rezervasyon dedikleri yer kapatmalar yapılmıştır? Nice nice paralar, nice nice eğlencelere sarf edilmiştir?
Halbuki ne kadar fakir müslüman var çevremizde ve Türkiyemizde... Ve paraların israf edilmeyip de harcanması gereken ne kadar önemli konular var! Onun için, o mübarek zâtın o ikazı da burada çok tatlı geldi bana; "Evet buralara infak edilir. Tamam infak edilecek yerleri gördünüz ama infak edilemeyecek yerleri de unutmayın, oralara da infak yapmayın! Harcama boş yere, havaya gitmesin, sorumluluğa düşmeyin! Allahu Teâlâ hazretleri sonra sizi cezalandırmasın!" demek oluyor.
Evet, sizden ne hayır olursa, büyük küçük, Allahu Teâlâ hazretleri hiç şüphesiz onu alır, onu görür ve bilir ve mükâfatlandırır. En üstün şekilde mükâfatlandırır. En aşağısı bire ondur. Yapılan iyiliğin mükâfatlandırılmasında mükâfatın katsayısı, en aşağısı bire ondur. Ama bazen [bire yediyüzdür.]
Demin mesela, anne-babaya yapılan yardım geçti; anne-babaya yardım bire yediyüzdür. İnsanın evine getirdiği yiyecek, içecek, giyecek; çoluk çocuğu rahat etsin, huzurlu yaşasınlar, kimsenin eline bakmasınlar, başkalarına imrenmesinler, özenmesinler diye eve bol bol yiyecek, içecek getirmek lazım. Çoluk çocuğu gözü tok yetiştirmek lazım! Onlar [da] bire yediyüzdür. Allah yolunda sarf edilen paralar bire yediyüzdür. Tabii niyetlerin ve ihtiyaçların çokluğuna göre, sarf edilen yer çok hayır, büyük sonuç getirecekse mükâfatı daha da büyük olabilir.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi görevlerimizi bilip, onları eksiksiz yapmaya muvaffak etsin... Yapmayıp da sorumlu duruma düşmekten korusun... Yanlış yerlere lüzumsuz, fuzûlî veyahut israf veyahut haram harcamalar yapmaktan da korusun...
Çünkü harcarsın, ama onun vebali, sorumluluğu kalır. Harcanacak yerlere harcamaz; o zaman da onlar cehennem ateşinde kızdırılacak, alınlarına, sırtlarına, yanlarına yapıştırılacak. O harcamadığı altınlar, gümüşler, paralar, Allah yoluna harcamadığı şeyler yapıştırılacak. Cehennemde, "İşte dünyadayken harcamadıklarınız! Tadın bakalım, saklayıp biriktirdikleriniz nasılmış?!" diye o azabı tatmak ne demek? Yani son derece acı ve feci olacak. Öyle cezalandırılacağı âyet-i kerîmelerde bildiriliyor. Binâenaleyh, cimrilik de yapmamak lazım! Keseyi açtığı zaman da, yanlış yerlere de sarf etmemek lazım. Gösterişe, günaha, harama, yasak şeylere harcamamak da lazım.
Bundan sonraki âyet-i kerîme 216. âyet-i kerîme;
Kütibe aleykümü'l-kıtâlü ve hüve kürhün leküm. "Kıtâl sizin üzerinize yazıldı. Ve o sizin için nâhoş bir şey, sevimsiz, hoş olmayan, kerih görülen bir şey olduğu halde sizin boynunuza vazife olarak savaş, kıtal yazıldı." Ve asâ en tekrehû şey'en. "Sizin hoşunuza gitmeyen şeyler olabilir ama; o bir şeyi siz hoşlanmazsınız, sevmezsiniz, kerih görürsünüz, mekruh görürsünüz, nâhoş görürsünüz ama." Ve hüve hayrun leküm. "O sizin için daha hayırlıdır." Ve asâ en tuhibbû şey'en. "Bazen de bunun mukabilinde, karşısında bir şeyi seversiniz." Ve hüve şerrün leküm. "O sizin için hayır değildir, şerdir, daha kötüdür." Vallâhu ya'lemu ve entüm lâ ta'lemûn. "Allahu Teâlâ hazretleri her şeyi biliyor, Allah biliyor ama siz bilmiyorsunuz."
Onun için yazmışsa, savaşı yazmışsa bildiği için yazmıştır. Engin, sonsuz ilminden, âkıbetini bildiğinden, sonunun hayır olacağını bildiğinden yazmıştır. Siz bilmediğiniz için yazılan şeyden hoşlanmazsınız, canınız sıkılır ama onun sonundan hayır gelecektir. Siz bilmezsiniz, Allah biliyor. Sonunda hayır olduğu için yazmıştır. Yani savaş gibi insanda tatsız izlenimler, duygular [doğuran] bir kelimenin, bir işin bile sonunda hayır vardır. Onun için Allah onu yazmış oluyor.
Kütibe "yazmak" demek, yani farz kılınmak. Vazifeler sırasının başına yazılmış oluyor savaş. Kıtâl, katele kökünden mufâale bâbıdır. Yani katele "öldürdü" demek, kıtâl de "karşılıklı öldürüşmek" demek. Yani dövüşüp öldüresiye, öldürmecesine dövüşmek, insanların, orduların karşı karşıya gelip, birbirini öldürüşmesi demek. Bu cihadın özel bir şeklidir.
Cihad, o da cehd kökünden geliyor; cehd sarfetmek ama karşılıklı cehd sarfetmek. İslâm düşmanları İslâmı yok etmek için cehd sarfediyorlar, müslümanlar da İslâm'ı korumak için cehd sarfediyor. Böyle bir cihad oluyor, karşılıklı cehdleşme oluyor. Bu cehdleşme bazen kıtâle, savaşmaya, vuruşmaya öldürmeye dönüşür. Bazen de oraya varmaz ama başka dallarda, başka geniş alanlarda çok çalışmalar yapmak tarzında tezahür eder.
Demek ki, kıtâl cihadın bir çeşididir ama bazen de biribiri yerine kullanılıyor. Halbuki cihad daha geniş, daha umumî bir kavramdır. Kıtal daha hususî bir kavramdır yani daha hususî bir cihad şeklidir. Müslüman olarak, sizin boynunuza farz olarak, görev olarak yazıldı. Kıtal, karşılıklı silahları alıp öldüresiye çarpışmak, orduların karşı karşıya gelmesi demek.
Savaşa tutuştuğu zaman ne oluyor?
Şimdi Türkçe'deki savaş kelimesi, savmak kökünden geliyor. Yani birisi geliyor üstüne, sen de onu savıyorsun. Sen onun üstüne gittiğin zaman, o da seni savıyor, karşılıklı biribirinizden savuşma yapıyorsunuz; savuyorsunuz karşınıza geleni...
Bu çarpışma, öldürmece mânası oradan gelmiş kelime, burada kataleden geliyor. Biliyorsunuz öldürene kâtil derler, öldürmeye katletmek derler. Kıtal de öldürüşmek demek. Bunu Allahu Teâlâ hazretleri mü'minlere yazdı.
Neden?
İslâm düşmanlarının İslâm'a, Peygamberimiz'e, müslümanlara tecavüzleri artık anlaşılabilir, izah edilebilir bir ölçünün çok üzerine çıktı; baskılar, zulümler çok aşırılaştı ve başladılar müslümanları öldürmeye... Azıttılar, azgınlaştılar; zavallı, mâsum, mazlum, zayıf, müstad'af müslümanları işkencelerle öldürmeye başladılar. Müslümanlar boynu bükük duruyorlar, Allahu Teâlâ hazretleri de o zaman savunma emri veriyor. "Onlar, düşmanlarlar size öyle yaptıkları için savaşmak yazıldı."
Ve hüve kürhün leküm. Burası hal cümlesidir. Yani, "Sizin için mekruh, hoşlanılmayan, tatsız bir şey olduğu halde savaş sizin boynunuza yazıldı."
Evet, kürh kelimesi kerîh kelimesinin ism-i tafdilinin çoğulu olabilir. Yani kerîh, "mekruh görülen, hoşlanılmayan şey" demek. İsm-i tafdili ekreh, "en çok sevilmeyen şey." Onun da çoğulu kürh gelir. Yani, "Hiç sevilmeyen şeyler olduğu halde savaş." "Hiç sevilmeyen işlerden oluşan bir faaliyet savaş."
Nedir hoşlanılmayan şeyler?
Bir kere yola çıkıyorsun, toza toprağa bulanıyorsun. Nöbet tutman lazım, gece baskına uğrayabilirsin. Silahı taşıyacaksın, cephaneyi taşıyacaksın... Yatak yok, nerede yatacağın belli değil, rahat yok. Su bulamayabilirsin, gıda bulamayabilirsin... Düşmanla çarpıştığın zaman düşman zorlu olursa, karşı karşıya geldiğin zaman sen güçsüz olursan, o kuvvetli olursa; yatırır, keser, biçer. Ölmek var, yaralanmak var, yorulmak var... Bir sürü mekruh, bir sürü kerih şeyler var. Eh savaş böyle tatsızlıklardan meydana gelmiş olduğu halde, mecburiyet, savaşmayı Allah yazdı.
Neden?
Mesela, bir uzuvda iyice doktorların ümit kestiği bir rahatsızlık büyüdüğü, kangren olduğu zaman, o zaman doktorlar bir araya geliyorlar;
"Keseceğiz bu uzvu..." diyorlar.
"Niye?"
"Bu uzuv çürüdü. Bu uzuv bu haliyle artık vücuda yük oldu. Bunu böyle bırakırsak, buradaki irinler, [mikroplar] vücudun öbür taraflarına da yayılır, ölürsün. Onun için bunu vücuttan ayırmamız lazım!.. Burası çürüdü, buraya kan gitmiyor, burası tedavi olamıyor, 'kangren oldu' diyoruz; kesmek lazım!.."
Allah etmesin, insanın bacağını kesiyorlar, kolunu kesiyorlar, neden?
Yaşamı devam ettirmek için.
Bazen siz de çevrenizde her zaman görürsünüz; Allah sağlığınızı, afiyetinizi dâim eylesin... İnsan kendi eliyle hastaneye gidiyor ve ameliyat oluyor.
Ameliyat ne demek?
Vücudundan bir şeyin kesilmesi, atılması demek. Kanın akması, iğnenin batması, canın yanması demek... Ama insan istiyor bunu.
Neden?
Sonunda sağlık var diye.
İşte aynen böyle; toplumun da sağlığı, yaşamı için düşmanın azgınlığı artınca, düşmanla savaş hoş bir şey olmasa bile gerekiyor. Zaten siz savaşmasanız bile, siz savaşmadığınız halde düşman üstünüze gelmeye devam ediyor. Senin sulhçu olman, onun daha çok iştahını kabartıyor. "Tamam bunlar çarpışmazlar, ses çıkartmazlar, silah kullanmazlar, itiraz etmezler, bunların zihniyeti budur." diye, o zaman kurtların, bir kurdun bir sürüye girip bütün koyunları boğması gibi durum oluyor. Demek ki o kadar da [gafil] olmaması lazım. Hayat öyle değil. Hayat o kadar, her şeyden uzak durmak değil.
Tabiata baktığımız zaman, her hayvanın kişi olarak savunma teşkilatı vardır. Toplum olarak da savunma tedbirleri vardır. Mesela kutlar saldırdığı zaman yaban atları daire olurlarmış, başlarını iç tarafa getirip arka ayakları dışarıda, gelen kurtlara çifte atarak kendilerini savunurlarmış. Bu bir askeri [tedbir,] tabii güzel. Yani başları dışarıda olsa tehlikede oluyorlar. En kuvvetli cihazları arka ayakları, vurup vurup kurtları kaçırttırıyorlarmış. İşte kendisini savunmak için bazı hayvanların boynuzu, bazı hayvanların iğnesi, bazısının dişleri oluyor. Bazıları kendisini şahıs olarak, fert olarak, tek birey olarak savunuyor. Bazen de topluca savunma yapıyorlar.
Tabii en şerefli, en akıllı mahluk olan insan da hem kişisel olarak, özel olarak, tek olarak, birey olarak, şahsi olarak; hem de toplum olarak bu durumla karşılaşabilir. Onun için Allah bunu yazmış.
Ve asâ en tekrehû şey'en ve hüve hayrun leküm. Bu asâ ince okunacak. Asâ diye kalın okunmayacak. Çünkü ayından sonra sin var. Sin olduğu, ince olduğu belirtilecek. Arapça'da asâ sin [harfi] ile olunca, "belki, olabilir ki, bir ihtimal de şu ki" mânasına bir kelime. Sad [harfi] ile asâ olursa, "isyan etti" demek olur. Mâna tamamen başka tarafa kayar. Onun için güzel, tecvidle, mehâric-i hurûfa, harfin telaffuz şekline dikkat ederek öyle telaffuz etmek lazım.
"Tükçe'de de var mı böyle bir şeyler?" derseniz ,var tabii. Mesela "kır" kelimesi. Bizde ı harfi var. Avrupalıların hiç çıkartamadıkları bir harf bu. Türkçe öğrenenler bakıyorum bu ı harfinde çok zorlanıyorlar. "Kır" kelimesini haydi bakalım çok yakın bir nokta farkı var, i ile oku; kir olur. Mâna hemen bozuluyor. Çünkü Türkçe'de ı başka, i başka. Yani ü başka u başka; kur başka, kür başka mesela. Onun için burada da asâ başka, [sad harfi ile] asâ olsaydı başka olacaktı.
Asâ. "Muhtemeldir ki." En tekrehû şey'en. "Bir şeyden siz hoşlanmıyorsunuz, bir şeyi mekruh, nâhoş görüyorsunuz ama." Ve hüve hayrun leküm. "O sizin için daha hayırlıdır."
Hayrun kelimesi ism-i tafdil mânası taşır kendi içinde, bünyesinde. O sizin için hayırlıdır, iyidir diye düz bir mâna yok; superlative veyahut comparative mânası var. Yani mukayese veya karşılaştırma veya en üstünlük mânası var; "O sizin için daha hayırlıdır." demek. İki şeyden bir tanesiyse, daha diye tercüme edilir; daha hayırlıdır. Öyle değilse, "en hayırlıdır" mânası verilir. Burada, ve hüve hayrun leküm "O sizin için daha hayırlıdır." Bakalım tercümelere... Evet, burada bir Türkçe tercümede, "daha hayırlıdır" diye yazmışlar. "Belki de hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için daha hayırlıdır." Öteki hoşunuza giden şeyden, hoşunuza gitmeyen bu şey daha hayırlıdır. Böyle de olabilir bazen.
Yani bir şey, hoşlanmazsınız, istemezsiniz ama hayırlıdır. Ders çalışmak tatlı değil ama; arkadaşlar sinemaya giderken, oyun oynamaya giderken bu çocuğun evde oturup ders çalışması biraz canını sıkar, suratı asılır; veyahut annesinden izin istiyor da, [annesi,] "Evladım görevini yap, öyle git!" diyor. O zaman biraz yüzü asılır ama ders çalışmak daha hayırlı.
Ve asâ en tuhibbu şey'en. "Buna mukabil, bunun karşılığında, bunun zıddı olarak da bir şeyi seversiniz bazen, istersiniz." Ve hüve şerrün leküm.
Bu afyona, esrara nasıl alışıyor insanlar?
Sevdikleri için kullanıyorlar, tatlı bir takım sonuçları oluyor, keyifleri oluyor diye; mükeyyefât diyoruz zaten. Onu kullanıyorlar ondan sonra sağlıkları mahvoluyor, beyinleri tahrip oluyor, ölüyorlar. Ölüme götüren bir şey. Seviyorlar ama, Ve hüve şerrün leküm. "O sizin için daha kötüdür."
Şer de hayır kelimesi gibi "daha veya en" mânası içinde saklı olan bir kelime. Daha kötüdür de siz onu seversiniz. Belki sevdiğiniz şey, seviyorsunuz ama o sizin için daha kötüdür.
Vallâhu ya'lemu ve entüm lâ ta'lemûn. "Allah bilir ama siz bilmezsiniz."
Allahu Teâlâ hazretleri bildiği için, kullarına savaşı müsaade ediyor, emrediyor, "Savaşın!" diyor. Çünkü savaşın sonunda hayır var. Savaş olmadığı zaman savaş etmemenin sonunda esaret var, zillet var, yağmalanmak var; malın, mülkün, çoluk çocuğunun yağmalanması var; ırzların, namusların pay-i mâl edilmesi var; yurtların yakılması, yıkılması var... Her türlü kötülük var.
Yani savaşmadın da daha mı iyi oldu? İşte bak, daha neler yaptılar?
Onun için savaşmak lazım!
Bu bakımdan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuş ki;
Men mâte ve lem yağzû ve lem yuhaddis nefsehû bi'l-ğazvi mâte mîteten câhiliyyeten. "Kim savaşmadan, gazâ etmeden, gazilik yapmadan ölürse ve kendisine gazilik yapmayı niyet olarak kurup, kendi kendine gazilik yapayım diye söylemeden, niyet etmeden ölürse." Mâte mîteten cahiliyyeten. "Cahiliye devrinde ölen, İslâm'a erişmemiş bir insanın ölümü gibi, cahiliye ölümü ile ölür."
Müslümanların hepsine savaşa katkıda bulunmak vazifesi vardır. Eğer gücü yetiyorsa savaşa bizzat katılır. Eğer oturduysa, gidemiyorsa; hasta, ihtiyar, sakat, topal, kör ise... Bunlar bazı âyet-i kerîmelerde istisna ediliyor. O zaman da yardım etmesi lazım. Yardım istendiği zaman malıyla vesairesiyle geri hizmetlerde yardımcı olacak. İmdat istenirse savaşanların imdadına koşması lazım. "Yetmedi askerlerimizin sayısı, siz de gelin!" diye, yeni taze kuvvet isterlerse, o zaman katılmak gerekir. Bütün müslümanların cihaddan yana görevi vardır.
Şimdi biz maalesef bu ana fikirleri kaybetmişiz. Çünkü İslâm eğitimi yapılmıyor, ya da eksik yapılıyor, ya da çarptırılarak yapılıyor. İslâm anlatılması ana fikirleriyle güzel anlatılmıyor. Müslümanların biribirleriyle kardeşlikleri, yardımlaşması zayıf...
Bakın Avrupalılar'a! Avrupalılar kaç tane millet, kaç tane devlet, nasıl yardımlaşıyor!
Müslümanlar! İşte biz Ortadoğu'dayız, işte komşularımız Suriye, Irak, diğer komşular... İşte Mısır, Libya, Cezayir, Tunus, Fas, Mağrib, vesaire... Müslümanlarda hiç böyle bir birlik ve beraberlik yok!
Avrupalılar uluslararası yollar için düşünüyorlar, kararlar alıyorlar. E-5 diyoruz, E-6 diyoruz, Yani international road system diye böyle bir yerden bir yere ulaşım önemli olduğu için, güzel yol yapalım da hızlı gidilebilsin diye devletler anlaşıyorlar, gidiyorlar geliyorlar. Aralarındaki resmi işleri, formaliteleri kaldırıyorlar. Sabahleyin arabanıza binip çıkıyorsunuz, Almanya'ya gidiyorsunuz; Almanya'dan Hollanda'ya geçiyorsunuz; Belçika'ya, Fransa'ya geçiyorsunuz, bilmem İsviçre'ye gidiyorsunuz... Dönüyorsunuz, geliyorsunuz; size bir şey demiyorlar. Tabii kendi vatandaşlarına bir şey demiyorlar. Ama böyle bizim gibi pasaportu olan [yabancı] kimseler hudutta durduruluyor; "İznin var mı, vizen var mı?" diye soruyorlar.
Onlar bu sorunları halletmişler. Biz dünkü eyaletlerimize, valiler gönderdiğimiz diyarlara, şehirlere şimdi gidemiyoruz. Oraların halleriyle ilgilenmiyoruz. İşte Suriye, işte Halep, işte Kerkük, Irak'taki yerler... "Ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz!" denilen Bağdadımız... İşte gözümüzün nuru Hicaz beldesi... İşte nicelerimizin dedelerinin gittiği, askerî görev yaptığı Yemen illeri... Unutmuşuz, birlik ve beraberlik yok. Yani İslâm'ın birliği, beraberliği müslümanlar bir araya gelmesin diye unutturuluyor.
Komşularımızla düşmanız. Dost olabileceklerimizle de düşmanlık körükleniyor. Bir türlü bize yar olmayan, kuyumuzu kazan, her seferinde bize saldırmış olan [ülkelerle] de, dostluk yapacaksınız diye zorluyorlar.
E bu hain, daima bizim kötülüğümüzü istiyor, daima bizden toprak istiyor?
"Onunla dost olacaksın!" diyorlar.
"Bu bizim dostumuz, her zaman İstiklâl Harbi'nde yardım etmiş..." filan.
"Yok, onunla düşmanlık yapacaksın!" [diyorlar.]
Bir acayip dünyada, işler böyle garip garip gidiyor. Müslümanların gözünü açması lazım! Kur'an'ı elinden düşürmemesi lazım ve çok, çok iyi çalışması lazım! Çok iyi çalışması lazım, yoksa Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmak tehlikeye girebilir; kazanamayabilir, cezalara uğrayabilir.
Şu mübarek Ramazan ayındayız. Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmak için oruçlar tutuyoruz, namazlar kılıyoruz, hayırlar yapıyoruz, Kur'ân-ı Kerîm'ler okuyoruz, nafakalar, zekâtlar veriyoruz... Ama işte, İslâm'ın tek yönlü, bize müsaade edildiği kadarki yönleriyle ilgilenmek; müsaade edilmeyen yönlerine de hiç dönüp bakmamak, o taraflara girmemek, müslümanlığın şuuruyla, imanın bütünlüğüyle bağdaşmaz.
Vallâhu ya'lemu ve entüm ta'lemûn. "Allah bilir ama siz bilmezsiniz." Siz bilmezsiniz ama Allah bilir!
Bu umumî bir hüküm yani her meselede böyledir. Cenâb-ı Hak her işin önünü, sonunu bildiği için, işlerin sonunu bildiğinden, hayırlı olanı önceden kimse anlayamazken; "Böyle yapın, sonu hayır olacak!" diye müslümanları sevdiğinden emreder... Allah'ın emrini tutanlar kazanır, aksini yapanlar kaybederler.
Şimdi bu umumî bir hüküm. Gerçekten böyledir. Onun için yeri göğü yaratan, ins ü cinni bilen, zâhiri bâtını, evveli geleceği bilen Allahu Teâlâ hazretlerinin emirlerini müslümanların tutması lazım.
Arada atladığımız ara cümleye dönüyorum;
Ve asâ en tuhibbu şey'en ve hüve şerrün leküm. "Bir şeyi de çok seviyor olabilirsiniz ama o sizin için aslında daha kötüdür..."
Bu da umumî bir kural. Evet bazen insan bir şeyi sever ama aslında hiç de iyi bir şey değildir. Böyle durumlar çok oluyor. Mesela içkiyi seviyor da, zararlı... Esrarı seviyor da, onun için babasını, anasını dövüyor, karısının bileziğini alıyor, ille uyuşturucuyu alıyor filan ama kötülüğü kesin...
Bu umumî olmakla beraber, bu âyet-i kerîmenin akışında, siyakı içinde şu mâna da seziliyor;
"Siz cihad etmeyi sevmiyorsunuz, oturmak daha tatlı geliyor ama; oturmayı seviyorsunuz, cihada katılmayı sevmiyorsunuz, keyfinize bakmayı seviyorsunuz ama; o zaman düşman sizin ülkenizi istila eder, beldelerinizi ele geçirir, malınıza mülkünüze saldırır; canınıza, malınıza, ırzınıza, namusunuza zarar verir. Onun için bu cihad konusunda da bu kuralı iyice aklınıza yerleştirin! Hoşlanmasanız bile anlayın, güzelliğini görmeye çalışın ve cihada hazırlanın!" denmiş [oluyor.] Öyle bir ince işaret de tabii seziliyor cihadı hoş görmeyenler için...
Demek ki bir kere mü'min olarak, Allah emretti diye cihadı hoş göreceğiz ve bütün müslümanlar cihadı isteyecek. Şu veya bu şekilde ben de katkıda bulunayım diye isteyecek. "Böyle yapmazsa cahiliye ölümüyle ölür." diye arada Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfini okuduk. Peygamber Efendimiz kendi yaşamı sırasında azılı düşmanların bulunduğu Mekke'yi de fethedip, öbür kabileleri de te'dip ettikten sonra; artık Hicaz'da ve Arabistan'da hakimiyeti tamamen sağladıktan sonra buyurmuş ki;
Lâ hicrete ba'de'l-fethi. "Artık Mekke'nin fethinden sonra [hicret yoktur.]"
Medine'ye hicret sevaptı, mecburî idi. Müslümanların hicret edip Resûlüllah'ın etrafında toplanması emri verilmişti, toplanmaları gerekiyordu.
Öyle bir şey kalmadı ama bundan sonra artık ne var, hangi görev kaldı?
Velâkin cihâdün ve niyyetün. "Cihad kaldı." Artık bundan sonra İslâm'ın korunması ve yayılması için çalışmalar var. "Ve iyi niyetle İslâm'a hizmet [vazifesi] kaldı, o devam ediyor."
Ve ize's-tünfirtüm fe'nfirû. "Cihad için davet olunursanız, 'Haydi savaş olacak. Düşman toplanmış, geliyor. Karşı çıkalım!' denildiği zaman, müslümanların silâhını alıp çıkması lazım!.."
Ben küçüklüğümde; "Artık bunlar geride kaldı. Birleşmiş Milletler kuruldu dünyada. Artık insanlar cihan harplerinin, 1. Cihan Harbi, 2. Cihan Harbi'nin zararlarını gördüler. Artık kötü şeyler olmaz!" diyordum ama insanların hunharlıklarının, gaddarlıklarının tarihtekinden hiç değişme göstermediğini görüyoruz. Bir de büyük devletlerin de güçlerini adaletten yana, hakkâniyetten yana değil de kendi menfaatlerinden yana koyduklarını kesin olarak görüyoruz.
Onun için bence cihada hazırlık, şu anda her zamankinden daha da önem kazanıyor. Cihada ve kıtâle [hazırlanacak.] Zâten cihad her zaman olacak. İslâm'ı yaymak, korumak için her zaman cehd sarf edecek, gayret sarf edecek. Demek ki hazırlıklı olmak lazım! Müslümanların uyanık olması lazım!
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi uyanık müslümanlardan eylesin. Ve vazifelerini yapıp da rızasını kazananlardan eylesin... Gafletten, câhillikten, yanılmadan, sapıklıktan, dalâletten korusun. Felâketlere uğratmasın. Hem dünyada, hem âhirette aziz ve bahtiyar olun.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.