es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Allah'ın selamı rahmeti bereketi üzerinize olsun. Cenâb-ı Hak bizi hayırlı ilimlerle mücehhez eylesin. Kitabını güzel öğrenmeyi, Peygamber Efendimiz'in sünnetine uymayı nasip eylesin.
Bakara Sûre-i Şerîfesi'nin 101. âyet-i kerîmesini okumuştuk. Ondan sonra uzun bir âyet-i kerîme, anlatılacak meseleleri çok olan bir âyet-i kerîme olduğu için orada kalmıştık.
Bismillâhirrahmânirrahîm
Ve lemmâ câehüm resûlün min indillâhi musaddikün limâ meahüm nebeze ferîkun min ellezîne ûtü'l-kitâbe kitâballâhi verâe zuhûrihim ke-ennehüm lâ ya'lemûne.
Mâna olarak vettebeû diye başlayan ikinci âyet-i kerîmede mânası devam ediyor.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Vettebeû mâ tetlü'ş-şeyâtînü alâ mülki Süleymâne ve mâ kefera süleymânü ve lâkinne'ş-şeyâtîne keferû yuallimûne'n-nâse's-sihrâ ve mâ ünzile ale'l-melekeyni bi-bâbile hârûte ve mârûte ve mâ yuallimâni min ehadin hattâ yekûlâ innemâ nahnü fitnetün fe lâ tekfur fe yeteallemûne minhümâ mâ yüferrikûne bihî beyne'l-mer'i ve zevcihî ve mâ hüm bi-dârrîne bihî min ehadin illâ bi-iznillâhi ve yeteallemûne mâ yedurruhüm ve lâ yenfeuhüm ve lekad alimû lemeni'ş-terâhü mâlehû fi'l-âhireti min halakin ve lebi'se mâ şerav bihî enfüsehüm lev kânû ya'lemûne.
Bu 102. âyet-i kerîme. 101'e bağlı.
Velev ennehüm âmenû vettekav le mesûbetün min indillâhi hayrün lev kânû ya'lemûne.
103. âyet-i kerîme.
101. âyet-i kerîmeyi kısaca hatırlayalım. Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Ve lemmâ câehüm resûlün min indillâhi. "Allah indinden kendilerine bir elçi geldiği zaman…"
İnd; "yan, kat, taraf" demek.
"Allah tarafından onlara, kendilerine bir resûl, bir elçi geldiği zaman…"
"Onlar"dan kasıt: yahudiler!
Ve lemmâ câehüm resûlün min indillâhi musaddikün limâ meahüm. "Öyle bir peygamber ki öyle bir elçi ki öyle bir Resûl ki onların, o yahudilerin kendi yanlarında bulunan bilgileri tasdik edici, Tevrat'ı tasdik edici!"
Nebeze ferîkün min ellezîne ûtü'l-kitâbe ve kitâballâhi verâe zuhûrihim. "Kendilerine kitap verilmiş olan bu kavmin içinden bir fırka, bir bölük Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına attılar."
Ke-ennehüm lâ ya'lemûne. "Sanki bilmiyorlarmış gibi!"
Vettebeû mâ tetlü'ş-şeyâtînü alâ mülki Süleymâne. "Ve şeytanların Süleyman'ın mülkü zamanında okuduklarına tâbi oldular…" diye devam ediyor.
101. âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ hazretleri yahudilerin Tevrat'ın ahkâmını arkalarına attıklarını, kendilerinin Tevrat'ta ismi zikredilmiş olan, geleceği bildirilmiş olan o peygamberi bildikleri hâlde sanki bilmiyorlarmış gibi o bilgilere sırt çevirdiklerini [anlatmakta]. Hâlbuki o peygamber onların yanında olan bilgileri tasdik edici, doğrulayıcı, Tevrat'ın hak kitap olduğunu tasdik edici bir kimse olduğu hâlde onu hiç bilmiyormuş gibi sırtlarının arkasına attılar da Süleyman aleyhisselam'ın mülkü zamanında şeytanların okudukları, halka öğrettikleri şeylere tâbi oldular.
Süleyman aleyhisselam'dan sonra onun mülkünden, ahdinden, egemenliğinden, hâkimiyetinden sonra şeytanların okudukları ortaya çıkardıkları şeyler nedir?
Sihir. Sihre ve sihir ihtiva eden kendi yanlarındaki muharref, bozuk bilgiler taşıyan kitaplara tâbi oldular. Tevrat'ı sırtlarının arkasına attılar.
Tefsir kitaplarımızda açıklandığı üzere bunun sebebi şu oluyor:
Tevrat'ta; "Bir peygamber, bir âhir zaman peygamberi gelecek, evsafı şöyle şöyle olacak…" diye bildiriliyordu. Bu bildirmelerden dolayı da yahudiler Peygamber Efendimiz Medine'ye gelmeden önce, zuhur etmeden, kendisine peygamberlik vazifesi yüklenmeden önce; "Bir âhir zaman peygamberi gelecek. Biz, müşrikleri tepeleyeceğiz." diyorlardı.
Ama gelip de Tevrat'taki bu söylenilen hakikat olunca bu söylenilen bilgiler tahakkuk edince bu sefer -işlerine gelmediği için- sanki bunları bilmiyorlarmış gibi Tevrat'ı bir kenara koydular.
"Arkalarına attılar!" [ifadesinden] maksat, Tevrat'ın ahkâmına uymadılar! Çünkü Peygamber Efendimiz'e kendi dini meselelerinden, ihtilaflı konulardan ne sordularsa kendilerinden Tevrat'ı daha doğru, daha güzel bildiğini anladılar. Peygamber Efendimiz'in söylediklerinin doğru olduğunu, hak olduğunu anladılar, gördüler. "Tevrat'ı bizden daha iyi biliyor!" dediler. Baktılar ki Tevrat'la Kur'ân-ı Kerîm birbirine tam uygun oluyor. Bu sefer onu bıraktılar. Yanlarındaki sihir kitaplarıyla amel etmeye ona tâbi olmaya başladılar. Tevrat'ı bıraktılar.
Burada Süleyman aleyhisselam geçiyor. Süleyman aleyhisselam Peygamber Efendimiz'in ve Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiğine göre, Allah'ın peygamberlerinden bir peygamberdir. Davud aleyhisselam da bir peygamberdir. Allah onlara vahiy indirmiştir. Onlar da Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ etmişlerdir. Süleyman aleyhisselam'ın bir ara mülkünün, hâkimiyetinin elinden çıktığını kaynaklar bildiriyor.
Bu elinden çıkması sırasında da şeytanlar [hâkim olmuşlar].
Bu şeytanlar da hakikaten şeytan mıdır?
Çünkü Süleyman aleyhisselam cinlere, şeytanlara ve insanlara hükmediyordu. Peygamberliğiyle, Allahu Teâlâ hazretlerinin kendisine verdiği peygamberlik kuvvetleriyle hükmediyordu. Bizim Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem de Resûlü's-sakaleyn; hem insanların hem cinlerin peygamberi.
Süleyman aleyhisselam'a o salahiyet verilmiş. Hem cinleri hem şeytanları bazı işlerin yapılmasında istihdam ediyordu. Hademe olarak kullanıyordu. "Şöyle yapın böyle yapın…" diye emrediyordu, yapıyorlardı. Onun için Süleyman aleyhisselam'ın zamanı çok büyük işlerin başarıldığı, muazzam inşa faaliyetlerinin ve fen yönünden çok ileri işlerin, insanların bilmediği çok güzel şeylerin öğretildiği yapıldığı bir devir oluyor.
Şu anda yanımda okuyacak kitap ve karıştıracak kaynaklar olmadığı için yahudi tarihini [aktaramıyorum] ama bu tefsir kitaplarındakilerden faydalanarak söylüyorum:
Süleyman aleyhisselam bir ara bu hâkimiyetini kaybettiği zaman şeytanlar hâkim olmuşlar, ortalığı sarmışlar. Bunlar ya hakikaten cinlerden olan şeytanlar ya da onlarla işbirliği yapan şeytan gibi insanlar!
Şeyâtînü'l-insi ve'l-cin.
İnsanların da şeytan gibi olanları ve şeytan olanları olduğu bildiriliyor. Hatta Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Eğer besmele çekmezseniz şeytan sizin yemeğinize ortak olur, içeceğinize ortak olur. Siz içerken besmelesiz içerseniz yemek yerken besmelesiz yerseniz şeytan ortak olur."
Bir kısmı da şeytanı besler, şeytan beslenmiş olur.
"Hatta evlendiğiniz zaman nikâh ve meşru bir şekilde olmazsa o zaman doğan çocukların bir kısmı da şeytandan olur!" diye bildiriyor. Sahabe-i kirâm da şaşırıyorlar. "Böyle olabilir mi, evlatlarımıza da ortak olabilir mi?!.." diyorlar.
Bazıları şeytanın evlatları oluyor. Allah saklasın, Allah etmesin. Tabii bu işler, hadîs-i şerîflere dayanarak bu söylediklerim esrarengiz bilgiler. Hani insan kendi çocuğu diye düşünüyor ama besmelesizse haramla olmuşsa demek ki şeytanın çocuğu olunca herhâlde artık günah işleyecek, anasına babasına âsi gelecek, demek ki kötü işler yapacak!
Bu şeytanlar, Süleyman aleyhisselam'ın zamanındaki bu fetret [zamanında], Süleyman aleyhisselam'ın imkânlarının biraz elinden alındığı zamanda hâkim olmuşlar. Süleyman aleyhisselam'ın Davud aleyhisselam'ın getirmiş olduğu doğru, sağlam bilgileri, içine bin bir yalan katarak her satırın arasına nice nice yalan sözler ekleyerek çoğaltmışlar. Halkın itikadını, inancını bozmuşlar. Yalan yanlış şeyler öğretmişler.
Süleyman aleyhisselam tekrar hâkimiyetini sağlamlaştırınca bütün bu şeytanların insanların veya cinlerin şeytanlarının mefsedetlerini, bozgunculuklarını, uydurduklarını; "Bunları okuyan ve bunları tasdik edenin boynunu vururum!" diye hepsini derlemiş toparlamış, hepsini almış. Bu saçma sapan şeyleri takibata almış ve hepsini toplattırmış.
Bir rivayete göre yanındaki bir yere gömdürmüş. Tahtının kürsisinin altında bir mahzene bir yere gömdürmüş. Oraya yaklaşamıyorlarmış. Yaklaşanlar ölüyormuş.
Peygamberlik kuvvetiyle şeytanlar oraya yaklaştığı zaman yanıyorlardı, yanaşamıyorlardı. Hani cinler semaya söz kapmak, bilgi almak için yaklaştıkları zaman yıldırımların kendisini takip ettiğinin bildirildiği gibi yanaşamıyorlarmış. Süleyman aleyhisselam böylece kendi zamanında böyle saçmalıklarla, sihirlerle, uydurma şeylerle halkı meşgul etmekten korumuş. Saçma sapan malumâtı, bilgileri de toplamış.
Sonra Süleyman aleyhisselam vefat edince bunlar tekrar ele geçirilmiş. Tabii bunun uzun hikâyeleri var. Biz o devri, o tarihi çok iyi bilmediğimiz için çok teferruatlı anlatmaya da lüzum görmüyoruz, faydası da yok.
Sonuç itibariyle bu Süleyman aleyhisselam'ın yasakladığı, engellediği şeyleri sonradan bu şeytanlar ortaya çıkarmış. Ya şeytanlaşmış insanlar ya hakikaten şeytanlar, orasını artık Allah biliyor! Ve o buldukları şeyleri, mahzende veyahut tahtının altında, ya peygamber olarak mânevî bir kuvvetle muhafaza ettiği ya da öyle bir mahzene koyup da kimseyi sokmadığı o kâğıtları kitapları tekrar bulmuşlar. Ona da birçok şeyler katarak;
"Bunlar Âsaf b. Berhıyâ'nın gizli ilimlerle ilgili yazdığı kitaplardır!" demişler bu isim veriliyor.
Âsaf; Süleyman aleyhisselam'ın kâtibidir, veziridir, diye söyleniyor. Yakın bir şahıs ve belki vahiy kâtibi gibi Süleyman aleyhisselam'a gelen vahiyleri yazan bir salih kimse. Hatta Saba Melikesi'nin tahtını da hemen Süleyman aleyhisselam isteyince alıp getirebilen evliyâullahtan mübarek, keramet sahibi bir kimse oluyor. Ona isnat etmişler; "Bunlar onun yazdığı kitaplar!" demişler. Bir sürü saçma sihir eklemişler:
"Güneş doğarken yönünü güneşe doğru dönersen şu şu sözleri söylersen o zaman şu istediğin olur. Veyahut olmamasını istediğin bir şey olduğu zaman güneş batarken arkanı dönersen şöyle şöyle yaparsan…" diye birtakım yalan dolan usuller ortaya atarak, sihirler [çıkarmışlar]. Bir de demişler ki;
"Süleyman aleyhisselam'ın yapabildiği olağanüstü şeyler; rüzgârlara hâkimiyeti, cinlere, şeytanlara hâkimiyeti, kuşların konuşmalarını bilmesi hep sihirdi!"
Süleyman aleyhisselam'a da böylece iftirada bulunmuş oluyorlar. O bir peygamber olduğu hâlde sihirbaz demiş oluyorlar. Kendi yalanlarını da onun kitabı diye söylemiş oluyorlar. Böylece yalan üstüne yalan katıyorlar ve onların ahkâmına uymaya başlıyorlar.
Hatta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Medine-i Münevvere'ye geldiği zaman; "Davud aleyhisselam bir peygamberdir. Süleyman aleyhisselam Allah'ın bir salih peygamberiydi…" diye söyleyince yahudiler demişler ki;
"Şu Muhammed'e bak! Hak ile batılı nasıl karıştırıyor, Süleyman'ı peygamberlerin arasında zikrediyor! Hâlbuki o sadece bir sihirbazdı. Rüzgârın üstüne binip oradan oraya giderdi. Rüzgârı kullanırdı…"
Böyle sözler söyleyince Peygamber Efendimiz'in onların peygamber olduğunu söylemesine karşı çıkınca Allahu Teâlâ hazretleri onları yalanlayarak buyuruyor ki;
Vettebeû mâ tetlü'ş-şeyâtînü alâ mülki Süleymâne. "Şeytanların Süleyman'ın mülkü üzerine okudukları, söylediklerine tâbi oldular."
Alâ, burada fî mânasına.
"Süleyman'ın mülkü zamanında."
Ahdi, devresi zamanında şeytanların insanlara okuyup öğrettikleri şeylere tâbi oldular.
Sihirlere, uydurma bir kitap olan Âsaf b. Berhıyâ'nın kitabı dedikleri ama kendilerinin uydurup ekleyip çıkarıp yazdıkları şeye tâbi oldular.
Ve mâ kefere süleymânü diye Allahu Teâlâ hazretleri yahudilerin inancının yanlış olduğunu belirtiyor, yalanlıyor.
"Süleyman aleyhisselam sihirbaz değildi, kâfir değildi. Çünkü sihir yapan kâfirdir. Sihre inanan, sihir yapan kâfirdir!"
Ve mâ kefere süleymânü. "Süleyman asla kâfir olmadı!" diye Allahu Teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi onlar üzerine yalanlarını beyan etmek için Peygamber Efendimiz'e indirmiş oluyor.
Ve mâ kefere süleymânü. "Süleyman kâfir olmadı, onların sandığı gibi, yahudilerin iddia ettikleri gibi sihir yapmadı!"
Velekinne'ş-şeyâtîne keferû. "Fakat o zamandaki o şeytanlar kâfir oldular!"
O sihirleri o kitapları uydurup ortaya atan ve bir de; "Bunlar Süleyman aleyhisselam'dandı!" diye yalanını söyleyen şeytanlar kâfir oldular!
Yuallimûne'n-nâse's-sihra. "Ve insanlara sihri o şeytanlar öğretti."
Ve mâ ünzile ale'l-melekyne bi-babile harute ve marut.
Bu uzun âyet-i kerîmenin hakkında çok söz söylenen kısımlarından bir diğer yerine gelmiş bulunuyoruz.
Buraya kadar olan yerden anlaşılıyor ki Süleyman aleyhisselam'ı bazı yahudiler Peygamber saymamışlar. Onu bir hükümdar saymışlar onunla da kalmamışlar, sihirbaz saymışlar ve aleyhine dönmüşler. Ama Allahu Teâlâ hazretleri; "Hayır Süleyman onların dedikleri gibi değil, şeytanlar kâfir oldular!" diye onları yalanlıyor. Bizim dediğimizin doğru olduğu bazı yahudi alimleri tarafından da sonradan beyan edilmiş oluyor. Süleyman da bir peygamberdir, Davud'da bir peygamberdir, işin doğrusu bu.
Ama benim duyduğuma göre, arkadaşların konuştuğu bazı kimselerden işittiklerine göre Amerika'da, Avustralya'da bulunan doktora yapan kardeşlerimizden duyduğuma göre bu devirde de bazıları Süleyman aleyhisselam'ı Davud aleyhisselam'ı sadece yahudi devletinin hükümdarı olarak görüyorlarmış. Öyle sanıyorlarmış ve peygamber olduğunu kabul etmeyenler varmış. İşte bu şeylerden dolayı olmalı.
Yuallimûne'n-nâse's-sihrâ. "O şeytanlar insanlara sihri öğretiyorlar."
Ve mâ ünzile ale'l-melekeyni bi-bâbile hârûte ve mârûte.
Buradaki mâ Arapça'da iki mânaya gelir:
1.Ellezî gibi mâ-ı mevsûle derler: "O şey ki…" mânasına gelir.
2.Mâ-ı nâfiye derler: "Hayır, öyle değil!" mânasına.
Büyük müfessir İmam Kurtubî ve bazı tefsir hususuna salahiyetli büyüklerimiz alimlerimiz [böyle söylemişler].
Ve mâ ünzile ale'l-melekeyni bi-bâbile hârûte ve mârûte. "Babil'de iki meleğin üzerine Allah bu yahudilerin sandığı gibi sihri indirmemiştir, sihri öğretmemiştir."
Bu melekeynin kim olduğu hususunda da burada [malumât] var:
Yahudiler; Cebrail ve Mikail aleyhimesselam'a Allah'ın sihri indirdiğini, öğrettiğini düşünüyorlarmış. O bilgileri onların öğrettiğini düşünüyorlarmış.
Buradaki mâ-ı nâfiye olunca "Hayır!" mâ'sı, olumsuzluk mâ'sı olunca "O iki meleğe Allah öyle sihir indirmedi, böyle bir inanç yanlıştır!" diye bildirmiş oluyor. "Buradaki mâ olumsuzluk mâ'sıdır." diye müfessirlerin büyük kısmı böyle söylemişler.
O zaman melekeyn, Cebrail ve Mikail aleyhimesselam oluyor. Harut ve Marut da insanlara sihir öğreten Babilli iki kişi olmuş oluyor. Bir rivayet böyle.
Bir de ellezî, "O şey ki…" mânasına geliyorsa şöyle mâna verenler olmuş. Bu zayıf ama bunu da söyleyelim:
"İnsanlara sihri öğretiyorlar. Bir de Babil'deki Harut ve Marut'a indirilen iki melek tarafından indirilenleri öğretiyorlar. Bu yahudiler Tevrat'ı bırakıp Babil'de Harut ve Marut'a indirilenleri ve sihri insanlara öğretiyorlar." mânasına geliyor.
Bir rivayete göre de bu Harut ve Marut bu hususta bazı rivayetler var.
İbn Kesîr, tefsirinde bu rivayetlerin hadis ilmi tabiri olarak "garib" olduğunu beyan ediyor. O rivayetlere göre Harut ve Marut iki melektir. Ama bunların özeti, uzun sayfalarla bunu anlattıktan sonra diyor ki;
Racea ilâ nakli kâ'bini'l-ahbâr an kütübi benî İsrâil Allahuâlem. "Bütün bu hadis diye söylenenlerin hepsi Ka'b b. Ahbâr'ın Benî İsrâil'ın kitaplarından nakletmiş olduğu rivayetlerden ibaret olma noktasına geliyor."
Demek ki bu Harut ve Marut"un melek olduğu rivayetleri İsrailiyyat bilgisi olmuş oluyor.
Bu rivayetlere göre bunlar iki melekmiş. Âdemoğlunun dünyada günah işlediğini görünce bazı melekler demişler ki;
"Yâ Rabbi! Bu kullar ne kadar yanlış işler yapıyorlar! İsyan ediyorlar, günah işliyorlar, içki içiyorlar, adam öldürüyorlar, zina ediyorlar…"
Cenâb-ı Hak;
"Siz içinizden iki tanesini seçin, yeryüzüne onları indireyim. Bakalım siz ne yapacaksınız?.." diye buyurunca melekler aralarından Harut ve Marut'u indirmişler, seçmişler.
Meleklerin aslında nefisleri yok. Allahu Teâlâ'da onlara insan gibi arzular vererek nefis vererek Babil'e indirmiş. Onlar da Babil'de insanlardan daha çok kısa zamanda hatalar işlemişler…
Bunlar İsrailiyyat olarak girmiştir, diyor. İbn Kesîr'in özeti bu.
Hatta Zühre ismi geçiyor. Zühre, Venüs yıldızıdır. Çok güzel bir kadın suretinde Harut ve Marut'a gelmiş. Onlar da onunla bir arada olmak isteyince demiş ki;
"Allah'a kâfir olursanız Allah'ı inkâr ederseniz olabilir."
"Hayır." demişler. Ondan sonra bu sefer kucağında bir çocukla gelmiş.
"Bu çocuğu öldürürseniz sizinle beraber olabilirim."
Onlar yine; "Hayır." demişler.
Ondan sonda içkiyle gelmiş:
"Bu içkiyi içerseniz sizin arzularınızı, taleplerinizi yerine getirebilirim, kabul ederim."
İçkiyi içince sarhoş olmuşlar. Sarhoş olunca bütün ilk teklif edilen şeylerin hepsini yapmışlar. Hem çocuğu öldürme işini yapmışlar hem küfre düşmüşler hem zina etmişler vs. İşte Zühre yıldızı sonra gökyüzüne çıkartılmış. Kötü bir kadın, lanetlik bir kadın olarak zikrediliyor. Bunlar İsrailiyyat, deniliyor.
Kurtubî; "Bu rivayetlerin hiçbirine kulak asmayın!" diyor.
Ve mâ ünzile ale'l-melekyne. "İki meleğin üzerine Babil'de sihirle ilgili malumâtı Allah indirmiş değildir O da yalandır, yanlıştır!" mânasına. Bu mâ'yı olumsuzluk mâ'sı olarak almak en doğrusudur.
Yahudi kaynaklarında Harut ve Marut da o zaman insanlara Babil'de sihri öğreten bilgili iki kişi olarak geçiyor. Kur'ân-ı Kerîm'de de böyle zikredilmiş.
Hâlbuki onlar diyorlarmış ki;
Ve mâ yuallimâni min ehadin hattâ yekûlâ. "Kendilerine gelip de bilgi öğrenmek isteyen, sihirle ve büyüyle ilgili meseleleri öğrenmek isteyenlere o iki adam şu sözleri söylemeden de onların isteklerini yerine getirmiyorlarmış, onlara öğretmiyorlarmış."
İnnemâ nahnü fitnetün fe lâ tekfur. "Biz sadece insanları imtihan için bu işleri yapmakla görevliyiz. Sakın siz kâfir olmayın!"
"Bu işi yapmayın, bu sihri öğrenmeyin. Biz bu işi insanların imtihanı için yapıyoruz ama yapmasanız daha iyi!" diye önce nasihat ediyorlarmış.
Sonra ille ısrar ederse -bu âyetlerde yazmıyor ama tefsir kitaplarındaki rivayetlerde yazıyor- o zaman diyorlarmış ki;
"Git falan yerde idrarını yap…"
Oraya gidip orada idrarını yapınca orada kendilerinden bir nur çıkıyormuş. İman nuru çıkıyormuş. Sonra kendilerine duman şeklinde bir şey geliyormuş. Allah'ın gazabının kendilerine gelmesi! O zaman "Keşke yapmasaydık!.." diye ah vah ediyorlarmış ama iş işten geçmiş oluyormuş.
Fakat öğrenmeye gelenlere bu Harut ve Marut isimli iki şahıs;"Yapmayın, etmeyin; bunlar küfürdür!" diyorlarmış.
Ya bunlar beşerden, insanlardan iki kişi ya da bazı zayıf rivayetlere göre meleklerden insanları ayıplayan; "Bunlar isyan ediyorlar, biz olsaydık etmezdik…" diyen ama Allah; "Hadi bakalım, sizi göndereyim." deyince gönderdiği zaman insanlardan daha beter günahları işleyen iki melek! Her ne hâl ise!
Allah sihri meleklere tabii öğretmez. Çünkü sihir günahtır, haramdır, içinde itikada aykırı şeyler vardır. Doğru olan bu mâ'nın olumsuzluk mâ'sı olması.
Ama bu Harut ve Marut da Babil'de tarihte bu işi yapmışlar. Yahudiler de bu çeşit şeyleri onlardan, bu iki kişiden öğrenmişler.
Babil'in, Irak'taki Babil olduğunu tefsir kitapları beyan ediyor.
Fe yeteallemûne minhümâ mâ yüferrikûne bihî beyne'l-mer'i ve zevcihî.
Harut ve Marut'a gelenler, sihir meraklıları gelip Harut ve Marut'tan neyi öğreniyorlarmış?
Adam ile eşini birbirinden ayıracak şeyleri öğreniyorlarmış. Kötü bir şey tabii! Çünkü yuva yıkmak şeytanın en azılı azdırmasıdır, şaşırtmasıdır. Karının kocanın birbirinden koparılması ve yuvanın yıkılması en şeytanî iştir.
Bu hususta biraz sonra bir hadîs-i şerîf okuyacağım.
Hadis derslerimizde de okumuştuk. Kardeşlerimiz bilir ama burada tefsir kitaplarında da geçtiği için bilmeyenlere [duyurulsun] diye okuyacağım.
Gidip doğru dürüst bir şeyler öğrenmiyorlar da karı kocanın arasını açacak bilgileri öğreniyorlar. Tabii hadîs-i şerîfler şeytanî bir iş olduğunu bildiriyor. O hadîs-i şerîfi nakledivereyim:
Müslim'in Sahih'inde Câbir b. Abdillah'tan rivayet edildiğine göre;
İnne'ş-şeytâne leyedau arşahû ale'l-mâi. "Şeytan kürsüsünü, tahtını suyun üzerine kurar." Sümme yeb'asü serâyâhû fi'n-nâs. "Sonra ordularını, şeytan sürülerini insanların arasına sevk eder." Fe akrabühüm indehû menzileten âzamühüm indehû fitneten yecîu ahadün fe yekû. "Şeytanın avenesinin, ordusunun baş şeytanı en yakın olanı en çok şeytanlık yapan en acı, en kötü işi yapan, görevlerini yaptıktan sonra şeytanlıklarını onun yanına gelirler ve; 'Falanca adamı ben azdırdım. Ben buraya gelirken o artık şöyle şöyle söylüyordu, şöyle şöyle yapıyordu…' derler."
Yanlışlıkları rapor ediyorlar, anlatıyorlar.
Ve yekûlü iblîs lâ vallâhi mâ şey'en. "Baş şeytan; 'Mühim bir şey yapmış değilsin hiç önemli bir şey yapmış değilsin.' diyor." Fe yecîu ehadün fe yekûl mâ terektühü hattâ ferraktü beynehû ve beyne ehlihî. "Nihayet bir tanesi gelip; 'Ben de görev yaptığım yere gittim ve orada karıyla kocayı birbirinden ayırdım. Onları ayrılmış vaziyette bırakıp buraya geldim.' der." Fe yukarribuhü bi-yudnîhi ve yettezimühû. "O baş şeytan, iblis; iltifat olarak onu kendisine yaklaştırır, o kendisine yaklaşır." Ve yekûl neam ente. "Evet, tamam. Aradığım sensin, der."
Râmûz'da okuduğumuza göre taç da giydiriyor. "En büyük şeytanlığı yaptın!" diye başına taç giydirerek ona madalyada vermiş oluyor.
Babilli Harut ve Marut'un yanına gidenler tarihte hep karı kocanın arasını açacak [bilgileri] öğrenmişler.
Ve mâ hüm bi-dârrîne illâ bi-iznillâhi.
Şeytanlık öğrenmişler. Hâlbuki;
Ve mâ hüm bi-dârrîne bihî min ehadin."Onlar bu öğrendikleri sihirle, malumâtla zarar verici herhangi bir kimseye zarar verici değillerdir!"
İllâ bi-iznillâhi. "Allah tabii ne dilerse o olur. Allah'ın izniyle Allah'ın izni olmadıkça herhangi bir zarar veremezler."
İnnehû leyse lehû sultânün alellezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelün. "Rabbine tevekkül eden, imanı sağlam olan kimseye [şeytan] hiçbir zarar veremez! Ancak ona inanan, kapılan, zayıflara Allah ceza olarak nasip ederse izin verirse ancak o zaman zarar verir, yoksa zarar veremez!"
Zarar veremeyeceği hâlde onlardan karıyla kocanın arasını açmaya yarayacak efsunlar, büyüler öğreniyorlar.
Ve yeteallemûne mâ yedurruhüm ve lâ yenfeuhüm. "Hep insanlara zarar verecek şeyleri öğreniyorlar da fayda verecek şeyleri öğrenmiyorlar."
Ne kadar kötü bir halet-i ruhiye, ne kadar kötü bir zihniyet!
İnsan eline bir güç kuvvet geçse ne yapar?
Tabii iyi insan iyi iş yapar!
Kendinizi bir düşünün: "Elimde şöyle bir imkân olsa ben buranın hâkimi olsam elimde şu kuvvet olsa şu param olsa cami yaparım, Kur'an kursu yaparım, çeşme yaparım. Zelzelede zarar görenlere yardım ederim…" filan dersiniz.
Bunlar da Babil'de hep gidip gidip karı kocanın arasını açmak gibi şeyleri öğreniyorlarmış.
Hâlbuki o yaptıkları büyülerle hiçbir zarar da veremezler.
Hep zararlı şeyleri öğreniyorlarmış, hiç fayda vermeyen şeyleri öğreniyorlarmış.
Ve lekad alimû lemeni'ş-terâhü mâlehû fi'l-âhireti min halakin. "Bunları yapanlar, bunları satın alanlar bildiler ki âhirette hiçbir nasibe, hiçbir mükâfata eremeyecekler! Bu sihirle uğraşanlar, bu bilgileri alanlar büyük cezalara uğrayacaklar çünkü sihir küfürdür!"
Ve lebi'se mâ şerav bihî enfüsehüm. "Nefislerini zarara uğratmak pahasına aldıkları şeyler ne kötü bir şey!"
Nefislerini satmış oluyorlar, kendilerini feda etmiş, kendilerini mahvetmiş oluyorlar. Ne kadar kötü bir şey!
Lev kânû ya'lemûne. "Bu yaptıklarının ne kadar yanlış olduğunu keşke bilselerdi!.."
Ama âhirette bir nasiplerinin olmadığını, yaptıklarının da şeytanını işi olduğunu bile bile yapmışlar.
Peygamber Efendimiz'in söylediklerinin bildirdiklerin doğru olduğunu, Süleyman aleyhisselam'ın peygamber olduğunu, Süleyman aleyhisselam'ın insanlara sihir öğretmediğini, şeytanların öğrettiğini [bile bile yapmışlar]. Keşke bunu anlayıp idrak edip de mucibince amel etselerdi, ne iyi olurdu! Keşke bu gerçekleri, kendilerini nasıl helâk ettiklerini, mahvettiklerini bilselerdi!
103. âyet-i kerîme:
Velev ennehüm âmenû.
Yahudilerin bu meseleleri sihri vs. nasıl ortaya çıkardıklarını, kaynaklarını Kur'ân-ı Kerîm anlattıktan sonra Süleyman aleyhisselam'ın Peygamber olduğunu, sihirbaz olmadığını, böyle düşünenlerin yanıldıklarının ve yahudilerin de Tevrat'a değil de böyle uydurma sihir kitaplarına tâbi olduklarını anlattıktan sonra temennisini Cenâb-ı Hak 103. âyet-i kerîmede bildiriyor.
Velev ennehüm âmenû. "Ah keşke onlar iman etselerdi!"
Peygamber Efendimiz'i tasdik etselerdi, Tevrat'ı arkalarına atmayıp sihre tâbi olmayıp Peygamber Efendimiz'e iman etselerdi. Tevrat'ı tutsalardı, keşke Tevrat'la hükmetselerdi!
Tevrat'ta Peygamber Efendimiz'in peygamberliğini bildiren şeyleri biliyorlar.
Vettekav. "Ve Allah'tan korksalardı!"
"Ters hareket edince âhiretlerinin mahvolduklarını düşünüp de keşke Allah'tan korksalardı. Niye böyle dünyevi menfaatlerini hesaba katarak önlerine alarak bu yanlış işi yapıyorlar, keşke takvâ ehli olsalardı!"
Le mesûbetün min indillâhi hayrün. "Allah'tan gelecek bir mükâfat, onların düşündükleri menfaat onlar için hesaplarından çok daha hayırlı olurdu. Hem dünyada sonları iyi olurdu hem âhirette cennete girerlerdi, Allah'ın mükâfatına ererlerdi."
Tabii asıl mükâfat, asıl kâr, akıllı insanın seçeceği kâr; Allah'ın rızasını kazanmak, cenneti kazanmak!
Ama onlar bir menfaat hesabı yapıyorlar ama onların menfaat hesapları yanlış! Sihirle uğraşarak Peygamber Efendimiz'e karşı çıkarak âhiretlerini mahvetme pahasına birtakım faydalar sağlamayı düşünerek çok yanlış bir şey yapıyorlar.
Keşke inansalardı, Allah'tan korkup takvâ ehli olsalardı. Allah'ın kendilerine vereceği bir mükâfat şüphesiz ki çok daha hayırlı olurdu!
Lev kânû ya'lemûne.
Cenâb-ı Hak tarafından yine aynı temenni ifade ediliyor.
"Keşke bilselerdi, Allah'ın kendilerine vereceği mükâfatın kendileri için daha hayırlı, daha iyi olduğunu keşke bilselerdi!" diyor.
Ama bu şekilde hareket eden, Tevrat'ı ikrar edip Tevrat'taki Peygamber Efendimiz'le ilgili hükümlerin doğruluğunu söyleyip sihirle ilgili bâtıl kitaplardaki uydurma şeyleri bir tarafa bırakıp Peygamber Efendimiz'e inananlar olmuş ama az olmuş. Fakat olmaya da devam ediyorlar.
Yirminci yüzyılda bile bu meseleleri insafla düşündüğü zaman imana gelenler görebiliyoruz: Mesela meşhur bir kişi var. Eserleri Türkçe'ye filanda çevrildi. Eski adı Leopold Weiss olan sonradan müslüman olup Muhammed Esed ismini almış olan kişi. 1900 yılında doğmuş,1992'de vefat etmiş. Yolların Ayrıldığı Noktada İslâm, Mekke'ye Giden Yol gibi eserler yazmış. Sonra Kur'an meali hazırlamış.
O da bir haham torunu. Yahudi aileden bir avukatın oğlu. Ama dedesi Haham. Kendisi de yahudi olduğu hâlde gerçekleri anlamış. Hem kendisi hem hanımı müslüman olmuş. Hanımı Mekke'de vefat etmiş. Allah rahmet eylesin. Kendisi de 92 yaşında iken İspanya'da vefat etmiş. Pakistan'ı Arabistan'ı çok gezmiş. Medine'de 4-5 sene kalmış, Kahire'de bulunmuş. Arapça'yı filan gayet güzel öğrenmiş. Mü'min bir batılı olarak eserleri de Türkçe'ye çevrilmiş.
Tabii mü'min bir batılı olmak bizim için önemli, artı bir görünüm. Bir batılı imana geliyor. Ama yahudi kökenli olmak daha önemli. Çünkü onların eğitimleri, kendi dinlerine bağlılıkları daha kuvvetli, daha katı oluyor. Daha mutaassıp olarak yetişiyorlar. Onların o kabuğu kırıp da çıkması zor oluyor.
Bizim rahmetli Hikmet Tanyu'yu bir düğüne çağırmışlar, o düğünde gördüğünü anlatmıştı. Dinler tarihi profesörü Hikmet Tanyu, rahmetli Ankara ilahiyattan bizim arkadaşımızdı.
"Tüylerim diken diken oldu. Haham, nikâhta bir büyük camı, fanusu eline aldı, yere bırakıverdi. Paramparça parçalandı. Cam, yere düşünce parçalandı." diyor.
"Bak işte, dünya üzerinde yahudiler böyle parçalandı. Bunlar bir araya gelmedikçe şöyle olmayacak böyle olmayacak! Söz verin bakalım, bu hususta çalışacaksınız!" diye nikâhta böyle [söylemiş].
Ben de Amerika'ya gittiğim zaman New York'ta filan bir arkadaşın evinde misafir olduk. Çevresi yahudilerin meskûn olduğu bir mahalle idi. Uzun sakallarıyla, siyah elbiseleriyle, siyah fötrleriyle cumartesi günü çalışmıyorlar. Kulaklarının yanında bıraktıkları zülüfleriyle harıl harıl okuyorlar, çalışıyorlardı. Her ülkede de gayet iyi bir şekilde okullarını filan kuruyorlar. Zenginleri yardımcı oluyorlar. Eğitimlerini yapıyorlar. O bakımdan Yahudiliğe bağlı olarak o dine bağlı olarak devam ediyorlar.
Ama Leopold Weiss gibi dedesi haham olduğu hâlde müslüman olup da tefsir-meal kitabı da yazacak kadar [çalışması da] o bakımdan önemli oluyor. Sıradan bir batılı olmuyor, önemli bir olay, ibretli bir olay oluyor. Bir örnek oluyor. Herkesin gerçeği seçme hususunda cesaretli bir adım atması için güzel bir numune olmuş oluyor.
Allahu Teâlâ hazretleri hepimizin Rabbi!
Yahudi, hristiyan, budist, brahmanist… dünyadaki bütün insanların ne yapması lazım?
Allah'ın varlığını, birliğini anlayıp kabul edip o çizgiye gelmesi lazım.
Gün gibi biliyoruz ki ayrıcalığı üstünlüğü yok ki ona tapınılsın! Güneşe tapmak, Japonların inancı, güneşin oğlu imparatorları… bunun aslı esası yok! Sonra İsa aleyhisselam'ın Allah'ın kulu olduğunu kesin olarak beyan ediyor. Onların en büyük yanılgı noktasının bu olduğunu beyan ediyor. Yahudilerin esas itibariyle onlardan da Üzeyirün ibnullah, "Üzeyir Allah'ın oğlu!" diyenler çıkmış.
Sonra bazılarının âhireti kabul etmediğini duydum. Tabii âhiret inancı en önemli şey! Nerede hata ettikleri, doğrunun nerede olduğu düzeltilmesi gereken şeyler!
Nerede?
Kur'ân-ı Kerîm'de!
Kur'ân-ı Kerîm onların her bilmediği konuda veya ihtilaf ettiği konuda son kesin sözü söylüyor ve onları doğru yola davet ediyor.
Allahu Teâlâ hazretleri hakkı hak olarak görüp ona uymayı nasip etsin.
Yanlışlıklar bitsin, insanlar doğru üzerinde birleşsinler, kardeş olduklarını bilsinler. Hak yola gelsinler, Allah'ın rızasını kazansınlar.
Çünkü;
Le mesûbetün min indillâhi hayrün. "Allah'ın sevabı, mükâfatı daha iyidir."
Âhiretlerini mahvetmesinler, birtakım hesaplardan dolayı kendilerini helâk etmesinler. Kısa kısır görüşlerle, dünyevî menfaatlerle dünya ve âhiretlerini perişan ve berbat etmesinler diye temenni ediyoruz. Hepsinin, herkesin iyiliğini istiyoruz. Allahu Teâlâ hazretleri hepimizin yardımcısı olsun.
Bir hususu da beyan edip sözümü kapatmak istiyorum.
Herkes çocukluğundan beri öğrendiği inancı doğru sayar. Kendisine, "Başkaları yanlış!" diye öğretilmiştir. Herkes, "Benimki doğru!" diye bilir. Bunun için ben şunu öneriyorum, teklif ediyorum:
Herkes Rabb'inden, yaradanından Mevlâ'sından hak ne ise doğru ne ise; "Yâ Rabbi! Bana onu göster, ben ona tâbi olacağım!" desin.
Ben tahmin ediyorum ki temenni ediyorum ki kuvvetle sanıyorum ki Cenâb-ı Hak, samimi iseler, samimi olarak bu arzuyu gösterdiklerinde; onlara rüyalarında gerçekleri gösterecek, hak olan şeyi onlara bildirecek! Yapmaları gereken işi bildirecek, girmeleri gereken yolu gösterecektir! Yeter ki samimi olsunlar, hakkı arasınlar, hakkı bulmayı istesinler!
Allahu Teâlâ hazretleri herkese samimiyet ve ihlâsla gerçeği arama aşkı şevki versin ve gerçeği buldursun.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâh!