es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!
Allah’ın selâmı, bereketi, rahmeti, ihsânı, ikrâmı üzerinize olsun.
Tefsir sohbetlerimizde Bakara sûre-i şerîfesinin 113. âyet-i kerîmesine geldik. Bu akşamki sohbetimizi onun üzerinde ve eğer vakit olursa ondan sonraki âyet-i kerîme üzerinde yapmak istiyorum.
Evvela 113. âyet-i kerîmenin meâlini, metn-i mübînini, mübârekini okuyalım. Meâlini sonra açıklarız ve üzerindeki fikirlerimizi, anlatacağımız bilgileri size sunarız.
Rabbimiz Bakara sûresinin 113. âyet-i kerîmesinde buyuruyor ki;
وَقَالَتِ الْيَهُودُ لَيْسَتِ النَّصَارَى عَلَى شَيْءٍ وَقَالَتِ النَّصَارَى لَيْسَتِ الْيَهُودُ عَلَى شَيْءٍ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ مِثْلَ قَوْلِهِمْ فَاللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ
Ve kâleti’l-yehûdu leyseti’l-nasârâ alâ şey’in ve kâleti’n-nasârâ leyseti’l-yehûdu alâ şey’in ve hüm yetlûne’l-kitâb kezâlike kâle’llezîne lâ ya’lemûne misle kavlihim fallâhu yahkumu beynehüm yevme’l-kıyâmeti fîmâ kânû fîhi yahtelifûn.
Sadaka’llâhu’l-azîm.
Bu âyet-i kerîmede Rabbü’l-âlemîn Tebâreke ve Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
وَقَالَتِ الْيَهُودُ “Yahudi taifesi dediler ki;” لَيْسَتِ النَّصَارَى عَلَى شَيْءٍ Leyseti’n-nasârâ alâ şey’in. “Nasrânîler taifesi herhangi bir makbul hal üzere, esaslı bir sağlam durum üzere değillerdir.”
“Doğru düzgün bir temelleri yoktur, temelsizdirler. Doğru yol üzerinde, hak yol üzerinde, hak üzerinde değillerdir, boşluktadırlar.”
Yani “uydurmadır” mânasına… Yahudiler nasrânîler yani hıristiyanlar için böyle dediler.
Bizim nasrânî dememiz daha doğru; çünkü bizim kültürümüzde zaten bu kelime kullanılıyor. Hıristiyan kelimesi de christian olarak, “Christ’e mensup” demek. Christ, Hz. İsa oluyor. Doğu dillerinde, doğu Avrupa dillerinde Christos, batı dillerinde de Christ diye geçiyor. Christian, “Christ’e mensup” demek oluyor. Bizim nasrânî dememiz daha doğru; ama hıristiyan kelimesi de son zamanlarda ülkemizde yayıldı.
Ben kelimelerin asaleti üzerinde de duruyorum. Kendi kökümüzle, örfümüzle, âdetimizle, tarihimizle ilgili olan isimleri tercih etmeliyiz. Toplumumuz bu hususta gittikçe şuurlanıyor, inşaallah ileride kelimeleri seçmede ve kullanmada daha dikkatli oluruz. Bizde köklü, mâzisi olan bir kelime varken Batı’dan yeni gelme ithal malı bir şeyi almaya lüzum yok. Bizde şahane, daha âlâsı Amasya elması varken böyle sun’î, hormonlu, ilaçlı, sağlığa zararlı, bir iki günde hemen durduğu yerde çürüyüveren, eriyiveren sıhhatsiz meyveleri almaya lüzum yok diye düşünüyorum. Kelimeler konusunda da böyle hassasım.
Yahudiler; “Nasrânîler bir esas üzerinde değildirler, esassızdırlar, temelsizdirler.” dediler. Buna mukabil;
Ve kâleti’n-nasârâ. “Nasrânîler taifesi de, yani hıristiyan olanlar da;” Leyseti’l-yehûdu alâ şey’in. “‘Yahudiler de sağlam bir esas/temel üzerinde değillerdir, onlar da temelsizdir, esassızdır.’ diye karşı laf söylediler, karşı iddia ileri sürdüler.”
وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ Ve hüm yetlûne’l-kitâb. “Hem nasrânîler hem yahudiler kitabı okudukları halde, okumakta oldukları halde böyle dediler.”
Demek ki kitabı okuyunca böyle dememeleri lazım. Neden dememeleri lazım, ileride meâli anlattıktan sonra açıklamaya çalışacağım.
كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ Kezâlike kâle’llezîne lâ ya’lemûn. “Bilgileri olmayan cahiller, bu konuları bilmeyenler de bunların sözü gibi sözler söylediler, böyle dediler.” مِثْلَ قَوْلِهِمْ Misle kavlihim. “Onların sözlerinin misli gibi sözler söylediler.” فَاللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ Fallâhu yahkumu beynehüm yevme’l-kıyâmeti. “Allahu Teâlâ hazretleri kıyamet gününde aralarında hükmünü verecek.”
فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ Fîmâ kânû fîhi yahtelifûn.
Allah’ın hükmü ne konusunda olacak?
كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ Kânû fîhi yahtelifûn bu taifeler hangi meselelerde ihtilaf etmişlerse bu ihtilaf ettikleri meseleler hakkında kıyamet gününde Allahu Teâlâ hazretleri hükmünü verecek.”
“Siz yalan söylediniz. Siz yanlış söylediniz. Siz hata ettiniz. Siz bâtıla saptınız. Siz dalâlete düştünüz. Siz inat ettiniz. Siz küfrettiniz. Cezanız şudur!” diye Cenâb-ı Hak mahkeme-i kübrâda bunların hesaplarını vereceğini bildiriyor.
Bu âyet-i kerîme neden indi, biliyoruz. Nasrânîlerle yahudiler birbirinden ayrı iki dinin sahibi ama aynı bölgede yaşamışlar. Hatta bazı dinleyicilerim için şaşılacak bir bilgi olabilir: Hz. İsa Benî İsrâil peygamberlerinin en sonda gelenidir, sonuncusudur. Allahu Teâlâ hazretleri Benî İsrâil’e, yahudilere zaman içerisinde, kavim[lerinin] yaşam tarihi, devresi içinde pek çok peygamber göndermiş; en sonuncusu Hz. İsa’dır. O da yahudilerin yaşadığı mıntıkada yaşamıştır. Hatta bu nasara sözü hakkında, “Nereden türemiş bu kelime?” diye çeşitli sözler var; ama Hz. İsa’nın doğduğu yer Nâsıra olduğu için, o kasabadan doğmuş yetişmiş olduğu için “O kasabalı olan Hz. İsa’ya mensup” mânasına bunlara nasrânî denmiş deniliyor. Muhit yahudi milletinin, kavminin oturduğu, yahudi dinine mensup insanların bulunduğu muhit. Onların içinden Hz. İsa çıkıyor ve Hıristiyanlığı, İncil’i, Allah’ın emirlerini onlara tebliğ ediyor; “Şöyle yapacaksınız, şöyle yapacaksınız...” diye, Cenâb-ı Hak hükmünü yeniliyor.
Neden?
Cenâb-ı Hak tarih boyunca insanların gelişmesine, toplumların ihtiyaçlarına göre peygamberler gönderip onlara hak dini öğretmiştir. Devre göre de hükmünü “İnsanlar dindarlıklarını ve Allah’a kulluklarını şu şekilde yapsınlar.” diye bildirmiştir. Bu çok doğal bir şey.
Bir benzetmeyle anlatmak gerekirse: Devletler var, devletlerin kanunları var, anayasaları var. Çevremizde görüyoruz, kendimiz biliyoruz. Türkiyemiz’de de öyle. Buna rağmen meclis var ve meclisin kanun yapma hakkı var. Çünkü kimse; “İşte mevcut kanunlar var ya, daha ne kanun yapalım?” demiyor. Hiç kimse; “Meclise milletvekili seçmeye gitmeyelim, artık bu kanunlarla yönetilsin.” demiyor. Çünkü toplumlar canlıdır, değişir, gelişir, yeni ihtiyaçlar belirir. Onun için, yeni kanunlar yapmak gerekir diye meclis yapılmış. Yeni meseleler kendi önlerine geldiği zaman onlar karar versinler, yeni kanunlar çıkarsınlar diye de anayasa hükümleri konulmuş. Çok tabiî karşılıyoruz bunu. Bu zaten insanoğlunun gelişmesi için de uygun bir şeydir. Dinimizde de bu böyledir. Mecelle-i ahkâm-ı adliyede, kavâid-i külliye-i fıkhiyye arasında, fıkhın genel kuralları arasında böyle bir gelişimin, içtihadın olabileceği vardır. Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz. Zamanın değişmesiyle, hükümlerde -tabii belli hükümlerde- değişme olabilir. Ama hangisinde olmaz?
İnanç hakikatlerinde değişme olmaz. Allah birdir, bir kalacak. Bütün insanları Lâ ilâhe illallah’a çağıracağız. Hz. Âdem’den beri bu değişmemiştir. Çünkü hakikat birdir; Allahu Teâlâ birdir. İnsanlar bazı yerlerde politeizme, çok tanrıcılığa saptılarsa, sapıttılarsa, dalâlete düştülerse; bazı yerlerde iyilik tanrısı, kötülük tanrısı [diye] ikili bir din tutturdularsa; bazı yerlerde putlara, başka şeylere taptılarsa da bunların hiçbirinin temeli, aslı yok. Değişmez bir hakikat: Lâ ilâhe illallah; Allah var, şerîki nazîri yok.
Hatta Arap yarımadası müşrikleri bile; وَيَقُولُونَ هَؤُلَاءِ شُفَعَاؤُنَا عِنْدَ اللَّهِ Hâ ülâi şüfeâünâ inda’llâhi. “Bu putlar Allah indinde, katında bizim şefaatçilerimiz, aracılarımız diye tapıyoruz.” diyorlarmış. Yani onlar da bir Rabbü’l-âlemînin farkındalar. Çünkü peygamberler kendilerine, insanlığa bu bilgileri öğretmiş.
Demek ki inanç değişmez. İnanç bildiren şeyler değişmez ama bir kavim inancı tamamen değiştirmiş bozmuşsa Allah eski bozulmuş olan inancı, unutulmuş olan akideyi onlara hatırlatmak için yeni bir din gönderir.
Peygamber Efendimiz;
أَفْضَلُ مَا قُلْتُ أَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِي لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ
Efdalü mâ kultü ene ve’n-nebiyyûne min kablî lâ ilâhe illallah buyuruyor. “Benim ve benden önce gelen bütün peygamberlerin söylediği bütün sözlerin en üstünü, en faziletlisi Lâ ilâhe illallah sözüdür.” buyuruyor.
Bu değişmez bir hakikat.
Peki zaman değiştikçe, bölge değiştikçe neler değişir?
Tabii bazı mevzuat değişir. Onların da hududu vardır.
Ana hudut, ana çizgi nedir?
Mecelle’nin ifadesiyle: Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur. Hakkında âyet inmiş, hadis vârid olmuş, kesin olan konuda bir kimse kalkıp da; “Artık bunu değiştirelim, şu şöyle olsun.” diyemez.
Neden?
Çünkü Cenâb-ı Hak öyle buyurmuştur. Allah’ın Resûlü şöyle olmasını yine Allah’ın kendisine bildirmesine dayanarak söylemiştir. Din vahy-i ilâhîdir. Allah’ın emrine kimse karşı çıkamaz. O’nun hükmünü değiştiremez.
Nass olan konularda [değişme olmaz.]
Nass ne demek?
Nun ve şeddeli sad ile; nass. Şimdi biz Latin harflerine aldığımız için eski kelimeleri de izah etmek gerekiyor. Nas, bizim harflerle n-a-s ile yazılıyor. Bu nasıl yazılacak?
N-a-s-s ile yazılacak. Ama bu ‘s’lerin de sad olduğu belirtilecek. Çünkü bir de nun-elif-sin var; nâs. O da “insan” mânasına geliyor. “Ey nâs, ey insanlar!” Bu o değil.
Nass-ı kâtı’; “kesin hükm-i ilâhî, kesin dinî delil, fıkhî delil” demek.
Mevrid-i nassa, nass-ı kâtıın vârid olmuş olduğu bir konuda hiç kimse kalkıp da “Bunu değiştirelim!” diyemez.
“Namazları şimdi kılmayalım, zor geliyor.”
Zor geliyor da niye sabahtan akşama ırgat gibi koşuyorsun, idman yapıyorsun?
“Spor yapıyorum, idman yapıyorum.”
Niye yapıyorsun? Daha sabahın erken vakti, işe de gitmeden önce üstüne idman elbiseni yani eşofmanını giymişsin; deniz kenarında, belediyenin yaptırmış olduğu bisiklet yolunda koşturuyorsun, terliyorsun, kan ter içinde kalmışsın?
“Olsun, ben eve gidince duş alırım.”
Yoruluyorsun.
“Yoruluyorum ama idman oluyor.”
Demek ki senin çok vaktin var. Demek ki idman yapmaya, sıhhatini korumaya, eğlenceye keyfe vaktin var. Ama Allahu Teâlâ hazretlerinin emrini yapmaya gelince “Artık bu asırda çok geliyor...” binbir türlü bahane...
“Doktorlar bana ‘Oruç tutmayın.’ diyor.”
Getir bakalım sen o doktoru bizim karşımıza da bizim müslüman doktorlarımızla bir konuşsunlar bakalım. Sen gerçekten oruç tutamayacak gibi misin yoksa kaytarıyor musun, Allah’a ibadet etmekten kaçıyor musun?
İşin aslını anlayamamış, zevkine varamamış bir kötü müslüman mısın, ya da münafık mısın, o zaman anlaşılacak.
Nass-ı kâtı’ olan konuda değişme olmaz. Nerede olur?
Araçlar gelişti, şimdi bir yerden kalkıp insan bir yere şöyle gidebiliyor. Uzaya gidebiliyor. Uzaya gittiği zaman namaz nasıl olacak?
Tamam, yeni bir durum; hakkında bir nass olmayan konuda müçtehidler içtihadını yaparlar. Neye dayanarak yaparlar?
Âyetlere, hadislere dayanarak, edille-i şer’iyyeye yani şeriatin, fıkhın ana esaslarına dayanarak yaparlar.
Hukuk bilenler için bunlarda hiç tereddüt edilecek, münakaşa edilecek bir taraf yok, gayet kesin.
Yahudiler; “Nasrânîler bir esas üzerinde değiller, dinleri boş, yalan yanlış...” diye inkâr etmişler. Karşılığında Nasrânîler de [yahudiler için;] “Bir şey üzere değil...” demişler. Hem de kitabı okuyup dururken...
Hıristiyanların Kitâb-ı Mukaddes diye yazılan kitapları iki bölümdür. Birisi Ahd-i Atik, birinci bölümü. Öteki bölümü Ahd-i Cedîd.
Ahd-i Atik bölümü nedir?
Atik, “eski” demek. -Atik Ali cami, yani “Eski Ali Paşa cami” demek oluyor.- Ahd-i Atik eşit[tir] Tevrat.
Tevrat kime inmişti?
Musa aleyhisselâm’a inmişti. Musa aleyhisselâm’a indirilen vahiylere Tevrat deniliyordu. Hıristiyanlar bu kitabı okurken kendileri Tevrat’ı da okuyorlar. Yani yahudilere inmiş olan, Musa aleyhisselâm’a inmiş olan Tevrat’ı da okuyorlar. İnsan hayret ediyor. Aferin, maşaallah.
Onun arkasından da İncil. Ahd-i Cedîd, yani yeni kitap, yeni vahiyler. O da İncil. İncil de okuyorlar.
Bu kitabı okuyup dururken, Tevrat Musa aleyhisselâm’a inmiş diye okuyup dururken insan inkâr edebilir mi? Etmeli mi?
Çünkü o kitapların içinde de o peygamberler vasıtasıyla Allah o kavimlere kendilerinden sonra gelecek olaylarda takınacakları tavırları bildirmiş. Musa aleyhisselam’dan sonra İsa aleyhisselâm’ın geleceği belli. İsa aleyhisselam’dan sonra da Peygamber Efendimiz’in geleceği belli. Hatta bekliyorlar. “Bir kimse, peygamber gelecek.” diye bekliyorlar. Hatta beklenilen kimse hakkında İsa aleyhisselâm’a soruyorlar:
“Ya İsa, sen misin bu beklenecek şahıs?”
“Hayır, ben onun müjdecisiyim.” diyor.
İncil, “müjde” demek.
“Onun gelmesi yakın. Benim devremden sonra onun devresi başlayacak. Benim peygamberliğimden sonra o peygamber olarak gelecek. Âhir zaman Peygamberi gelecek.” diye bekliyorlar.
Faraklit diye münakaşalar var. İncil’in aslı yok da, tercümelerdeki kelimeler üzerinde bilimsel araştırmalar var, papazların beyanları var. Müslüman olmuş meşhur bir alim, profesör papaz, Abdülmesih iken adını Abdülehad, “bir tek olan Allah’ın kulu” diye değiştirmiş olan zâtın kitabı var. Osmanlıca basılmış, gayet bilimsel kitap. Çünkü birkaç doktora yapmış mübarek. Allah rahmet eylesin. Güzel bir eser yazmış. Bunlar belli. Peygamber Efendimiz’den önce de yahudilerin, hıristiyanların bir âhir zaman Peygamberinin geleceğini bekledikleri de belli.
Selman radıyallahu anh’ın macerasından bilmiyor muyuz; “Âhir zaman Peygamberi gelecek. Sen Hicaz taraflarına mümkünse git.” diye en son hizmet ettiği rahip ona yön veriyor, tavsiyede bulunmuyor mu? Tarih bunları yazmıyor mu? Tarihlerde bilinmiyor mu? Peygamber Efendimiz, Busra kasabasına geldiği zaman Rahip Bahira onun alâmetlerinden âhir zaman Peygamberi olacağını anlayıp “Sen bunu Şam’a götürme, dosdoğru geri gönder.” diye amcasına söylemiyorlar mı?
Tarih kitapları bu gerçekleri yazıyor. Yani bekliyorlar.
Hatta geçtiğimiz âyetlerde okumadık mı; Medineli yahudiler “Bir âhir zaman Peygamberi gelecek bizden, biz o zaman siz müşrikleri tepeleyeceğiz!” diye Araplar’ın müşriklerine kızarak söylemiyorlar mıydı?
Söylüyorlardı. Ama Allah Arapların arasından o Peygamberi çıkardı. Kızdıkları o müşrikler imana geldi. Kendilerini imanlı sanan yahudiler de iman etmeyince, ayak topu tabiriyle, futbol tabiriyle ofsayta düştüler, açıkta kaldılar. أَوَّلَ كَافِرٍ بِهِ Evvele kâfirin bihî. “İlk inkâr edenlerden oldular.” Allah “İlk inkâr edenler bari siz olmayın, kitap ehlisiniz...” dediği halde... Dünyalık biraz belki servetlerini korudular; ama âhiretlerini mahvettiler.
Bilip duruyorlar. Yahudiler dinî kaynaklardaki bilgilerden, rivayetlerden Hz. İsa’nın geleceğini biliyor. Hıristiyanlar da yahudilerin aslında ehli kitap olduğunu, kendilerine peygamberler gönderilmiş, kitap indirilmiş bir kavim olduğunu bilip durdukları halde birbirlerine ne dediler?
“Siz bir esas üzere değilsiniz, boşsunuz, yalancısınız, yanlışsınız!” dediler.
Ne zaman demişler bunu? Sebeb-i nüzûl-u âyet, âyetin iniş sebebi ne?
İbn Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre… Tefsir konusunda çok bilgili bu mübarek sahabi; Hz. Abbas, Peygamberimiz’in amcası, onun oğlu; Abdullah b. Abbas… Âyetlerin tefsiri konusunda onun rivayetleri toplanmış. O diyor ki;
لَمَّا قَدِمَ أَهْلُ نَجْرَانَ مِنَ النَّصَارَى عَلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
Lemmâ kadime ehlü necrâne mine’n-nasârâ alâ Resûlillah sallallahu aleyhi ve sellem. “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e Necran’dan nasrânîler yani hıristiyanlardan bir zümre geldiği zaman...”
Necran neresi?
Necran, Suudi Arabistan’ın güneyinde, Yemen’le Suudi Arabistan’ın arasında, Yemen’in kuzey bölgesi. San’a şehrinin olduğu mıntıka.
Oradan Peygamber Efendimiz’in zuhura geldiğini, peygamberlikle görevlendirildiğini duyan oranın ahâlisi hıristiyanlar, “Şununla konuşalım.” diye 70 küsur kişilik bir heyet hâlinde Medine’ye geldiler. -Bunları çeşitli vesilelerle size anlatıyorum, çok belirgin sağlam bir tarihî rivayet bu.- Hatta piskoposları geldi. İsimleri tarih kitaplarında yazılı. O piskoposun kardeşi yolda gelirken bineğinin ayağı sürçüp de kaza gibi bir şey olunca Peygamber Efendimiz’e dil uzatacak, hakaret edecek -yani küfürlü, sebbetmek gibi- bir ifade kullanarak;
“İşte bunun yüzünden başımıza böyle haller geliyor. Yoksa buraya gelmeyecektik, beldemizde oturacaktık. Seyahate çıkmayacaktık, zahmet çekmeyecektik.” deyince piskopos olan ağabeyi diyor ki;
“Sen ona öyle dil uzatarak söz söyleme. O Allah’ın peygamberidir; çarpılırsın!”
Yani gelirkenki kanaatleri; “Bu gelen zât kitaplarımızda geleceği bildirilen Muhammed’dir. Âhir zaman Peygamberi’dir. Ahmed-i Muhammed-i Mustafâ’dır.” diye tahmin ediyorlar.
Medine’ye gelince bir kısmı konuşmalardan sonra müslüman oldular. Bir kısmı da geri döndü. Geri dönenlerden bir tanesi piskopos. O ağzını bozmak isteyip de sonra nasihatle duran kardeşi de müslüman olanlardan. Kardeş ağabeye;
“Ağabey, hani yolda ben böyle ağzımı bozacakken sen; ‘Onun aleyhinde konuşma. O Peygamberdir. Sonra günaha girersin, çarpılırsın!’ demiştin. Peygamber olduğuna kâni idin. Şimdi niye müslüman olmadın?” diyor.
O da diyor ki;
“Bize biliyorsun her sene Bizans devletinden oraya tâbi olduğumuz için külliyetli miktarda bağış ve yardım geliyor, maddiyat, paralar geliyor. Şimdi biz ‘Müslüman olduk.’ dersek o paralar kesilir, yoksulluğa düşeriz, imkânlarımız daralır. Onun için biz böyle vaziyeti idare edeceğiz.”
Yani kardeşine “Sen müslüman olma.” da demiyor. Artık neler kandırdıysa kendisini, neden dolayı öyle yaptıysa, sonuç itibariyle o müslüman olmadan dönmüş oluyor. Peygamber Efendimiz’e vergi vermek şartıyla “Biz kendi hâlimizde kalalım.” diye izinle, böyle bir teklifle geri dönüyorlar.
İşte bu heyet, meşhur “Necran heyeti” derler buna... Bunlar Medine’ye geldiler. Böyle haçlarıyla, giyimleriyle, kuşamlarıyla, piskopos kıyafetleriyle, şatafatlı, yaldızlı kıyafetlerle Mescid-i Nebevî’ye girdiler. Peygamber Efendimiz onlara İslâm’ı anlattı.
Bu arada أَتَتْهُمْ أَحْبَارُ يَهُودَ etethüm ahbâru yehûd... “Medine’ye birileri gelmiş.” diye Yahudiler de [oraya geldiler.] Medine’de yahudi kabileleri[nden] Benî Kaynûka, Benî Nadr, Benî Kureyza kabileleri var; civarda köyleri, sayfiyeleri var; hurmalıklı, zengin...
Onların da neden oraya yerleştiğini tarih kitaplarında okuyoruz. “Medine neden öyle mâmur olmuş, kimler tarafından kurulmuş?” diye tarihini incelediğimiz zaman: Musa aleyhisselam zamanında Yahudiler Hicaz’dan Beytullah’ın olduğu yere doğru gelirken; -Çünkü orası Hz. Âdem zamanından beri kutsal bir bölge. İbrahim aleyhisselam da oraya o Kâbe’yi bina etmiş. Oraya pek çok peygamberler hacca geldiler.- Musa aleyhisselam da kavmiyle geldiği zaman, “İşte böyle iki taşlık tepe arasında hurmalık bir vadi.” diye Medine’den geçerken kendilerine âhir zaman Peygamberi’nin şehrinin evsâfının böyle olduğu ayan olup belli olunca bazıları; “Biz burada kalalım. Gelirse zamanına yetişirsek hizmetine gireriz.” diye Medine’ye yahudiler ondan yerleştiler. Yani yahudi kabilelerinin orada oluş sebebi de o.
Bu kabileler, Necran’dan 70 kişilik zümre gelince, tabii bir küçük şehirde büyük bir olay bu, önemli bir olay, kendilerini de çok ilgilendirdi. O أَحْبَارُ يَهُودَ ahbâru yehûd da geldi. Ahbar, cime benzeyen noktasız ha harfi ile, “yahudi alimleri” demek. Hibr-ahbar, “büyük alim” mânasına geliyor. Hibr, “bir meslekte, bir bilgi dalında derinleşmiş kimse” mânasına geliyor, “yahudi hahamı” mânasına geliyor. Yahudi hahamları da geldiler.
İbn Abbas’ın rivayeti devam ediyor:
فَتَنَازَعُوا عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، Fe-tenâzeû inde Resûlillah. “Bu nasrânîler ile yahudiler Resûlullah’ın huzurunda birbirleri ile kapıştılar, çekiştiler, münakaşa ettiler.” Yani birbirlerinin fikirlerine karşı çıkıp konuştular.
فَقَالَ رَافِعُ بْنُ حُرَيْمِلَةَ Fe-kâle Râfi’bnü Hareymilete. “Harmele oğlu Râfi...”
Baba adı olarak “Hureymile” de deniliyor. Hureymile, harmele’nin ism-i tasğîridir. Yani “Harmelecik” demek oluyor. O da kullanılıyor. İki rivayet okudum.
Yahudi hahamlarından Râfi b. Hureymile veya Harmele dedi ki;
مَا أَنْتُمْ عَلَى شَيْءٍ، Mâ entüm alâ şey’in. “Siz bir esas üzere değilsiniz, boşluktasınız, yalan bir yol üzerindesiniz, yanlış yol üzerindesiniz. Doğru, hak üzere değilsiniz.” وَكَفَرَ بِعِيسَى وَبِالإِنْجِيلِ Ve kefere bi-Îsâ ve bi’l-İncîl. “İsa aleyhisselâm’a ve İncil’e kâfir oldu.” Yani karşı çıktı, inkâr etti. Yahudi böyle onları inkâr etti.
Halbuki İsa Allah’ın Peygamberi. آمنا بالله وملائكته ورسله Âmennâ billâhi ve melâiketihî [ve rusulihî] diyoruz. Ancak biz müslümanlar insanlığı bir bayrak altında toplayabiliriz.
Bak ötekiler ne yapıyorlar?
Birbirlerini, Allah’ın hak peygamberlerini inkâr ediyorlar.
İsa aleyhisselâm’ı inkâr etti ve İncil’i de inkâr etti. Halbuki İncil Hz. İsa’ya indirilmiş Allah’ın vahiyleri. İncil kelimesi “müjde” demek. Ve “müjde” denmesinin sebebi; İsa aleyhisselam vaazlarında “Ben vazifeyi tamamlayamadım. Benden sonra âhir zaman Peygamberi gelecek. İsmi Ahmed olacak. Şöyle bir beldede zuhura gelecek. Hayatının mühim olayları şöyle olacak...” diye Peygamber Efendimiz’i altı asır önceden müjdeliyordu, bilgilerini ve ana özelliklerini sıralıyordu. Onun için o vaazlarının, sözlerinin toplamını ihtiva eden kitaba da İncil, “müjde” adı verilmiştir. Evangelos da onun başka dillerdeki adı. Evangelos veya İncil veya şimdi Batılılar Bible diyorlar.
فَقَالَ رَجُلٌ مِنْ أَهْلِ نَجْرَانَ Ve kâle raculün min ehli necrân. “Bunun üzerine Necran’dan...” مِنَ النَّصَارَى Mine’n-nasârâ. “Nasrânîlerden, o heyetten bir adam da...” لِلْيَهُودِ: Li’l-yehûd. “Yahûdilere dedi ki;” مَا أَنْتُمْ عَلَى شَيْءٍ، Mâ entüm alâ şey’in. “Siz bir hak üzere, esas üzere değilsiniz. Yanlış yoldasınız, bâtıl yoldasınız, havadasınız.” وَجَحَدَ بِنُبُوَّةِ مُوسَى وَكَفَرَ بِالتَّوْرَاةِ، Ve cehade nübüvveti Mûsâ ve kefere bi’t-Tevrâti. “Musa aleyhisselâm’ın peygamberliğini inkâr etti, Tevrat’ı reddetti, karşı geldi.”
Ne yaptılar?
İkisi de hak peygamberleri, hak kitapları inkâr etmiş oldular.
فَأَنْزَلَ اللَّهُ فِي ذَلِكَ مِنْ قَوْلِهِمَا: Fe-enzela’llâhu fî zâlike min kavlihimâ. “İşte bu âyet-i kerîme bu inkârlı sözlerinden dolayı indi.”
Yahudiler; “Nasrânîler bir şey üzere değil.” dediler. Nasrânîler de; “Yahudiler bir şey üzere değil.” dediler. وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَVe hüm yetlûne’l-kitâb. “Halbuki onlar mukaddes kitablarını, kendilerine indirilen kitapları okudukları halde böyle bir inatlarından, zıtlaşmadan inkâra saptılar, yanlış yaptılar.”
Halbuki kitaplarında o inkâr ettikleri şeylerin hak olduğunu gösteren deliller mevcuttu. Biliyorlardı. Çünkü Cenâb-ı Hak kulları şaşırmasın diye, hidâyet üzere olsunlar diye delilleri sunuyor. Hiçbir kavmi delilsiz, hüccetsiz bırakmıyor. Hatta diyebilirim ki; şimdiki zamanda ben bu âyetleri okuyorum. Bunlar radyolardan yayınlanıyor. Herkes dinliyor. Müslüman kardeşlerim de dinliyor, başkaları da dinliyor, biliyorum. Onlar için de bir delil bu. Çünkü “Söyleyene değil, söyletene bak.” derler. Cenâb-ı Hak bir yoldan bir vesileyle duyuruyor.
Bazen bakıyorsunuz Amerika’da bir yumruk maçı -boks değil- oluyor, dünya birinciliği için. Muhammed Ali karşısındakini yeniyor. O sevinçle herkes resmini çekerken, televizyonlar bu olayı, bu yumruk karşılaşmasını yayınlarken, galip gelince, o da artık fırsatı buldu diye; “İslâm hak dindir, ben müslümanım!” diye söylüyor.
Niye?
Allah söylettiriyor. Allah o idmanı, o dünya birinciliğini merakla takip eden milyarlarca insana İslâm’ı tanıtmış oluyor. Allah’ın varlığını birliğini onun vesilesiyle söyletmiş oluyor.
Âhirette “duymadık” diyemeyecekler. “Duymadık” deyince yalan söylemiş olacaklar. “Duyduk; ama inanmadık.” deyince o daha beter. Duyduysan o zaman Allah’ın birliğini anla, Lâ ilâhe illallah’ı kabul et.
Onun üzerine bu âyet-i kerîme indi.
وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ Ve hüm yetlûne’l-kitâb. “Onlar kitabı okuyorken” ne demek?
Onlar Tevrat’ın şeriatini, İncil’in şeriatini biliyorken, böyle yapmamaları gerektiğini biliyorken bu işi yaptılar.
Neden?
İnâden ve küfren ve mukâbeleten li’l-fâsidi bi’l-fâsid. “Fâsit, boş olan bir lafa fâsit, boş bir lafla karşılık vermek için bu işi yaptılar.” Yapmamaları lazım. Peygamber Efendimiz’in, âhir zaman Peygamberi’nin huzurunda yapıyorlar.
Peygamber Efendimiz onlara, Necranlılar’a âyetleri okudu, anlattı... Hz. İsa’nın Allah’ın bir kulu olduğunu anlattı. Dedi ki;
“Allah oğul edinmez. Evlenmesi ve çocuk olma durumu bahis konusu değil. Bu beşer içindir.”
Hz. İsa onların inandığı gibi olsa; ondan önceki milletler, Hz. İsa’dan, milattan önce yaşayanların dini ne olacak?
Onlar İsa’yı bilmiyorlar ki! Hıristiyan olamazlar ki!
Hak din hangisi?
Hak din Hıristiyanlık olamaz.
Neden?
İsa’dan önce ne olacak?
Haç yoktu, put yoktu. İsa’dan önce Lâ ilâhe illallah vardı. İslâm vardı. İbrahim aleyhisselam حَنِيفًا مُسْلِمًا Hanîfen müslîmâ “Hakk’a meyilli, Hakk’a âşık, hakkı tutan müslüman idi.” Bütün peygamberler Allah’a teslim olmayı, İslâm’ı anlatmışlardır. Yahudilik yoktu, Nasrânîlik yoktu; ama İslâm Hz. Âdem zamanından beri vardı. Lâ ilâhe illallah Hz. Âdem zamanından beri vardı. Bu çok önemli bir nokta!
Bu noktaları düşünseler gerçekleri anlayacaklar.
“Bir zamanlar bizim inandığımız, bağlandığımız şeyleri nasıl bırakalım?”
Bırakıyorsun, yine Allah’ın bir peygamberine bağlanıyorsun, Allah’ın hak kitabına bağlanıyorsun. Kendi kitabının tercümesi kalmamış, aslı kalmamış. Bilgiler karışmış, saptırılmış, ihtilaflar ortaya çıkmış. Yüzlerce nüsha var. Farklı rivayetler var. Farklı 200 kadar mezhep var. Kimisi Hz. İsa’yı “Allah’ın oğlu değil.” diye de biliyor. Üniteryenler var, birlikçiler, bir olduğunu söyleyenler de var. Ekânin-i selâse yani teslise inananlar var, Katolikler gibi. Vaftizciler var, vaftize karşı olanlar var. Heykeli kabul edenler var, etmeyenler var. İhtilaf, ihtilaf… Bu ihtilaflardan kurtulacaksın; Allah’ın kabul ettiği إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ الْإِسْلَامُ İnne’d-dîne inda’llâhi’l-İslâm “Allah indinde geçerli olan İslâm”a tâbi olacaksın. Allah’ın razı olduğu dine tâbi olacaksın. Ne çekiniyorsun, ne gocunuyorsun?
Tevrat’a niye bağlıydın? İncil’e niye bağlıydın?
“Allah’ın kelâmı” diye.
Musa aleyhisselâm’a niye bağlıydın? İsa aleyhisselâm’a niye bağlıydın?
“Allah’ın Peygamberi” diye.
Yine Allah’ın Peygamberine, âhir zaman Peygamberine bağlanacaksın.
Musa aleyhisselam Muhammed aleyhisselâm’ı sevmiyor muydu?
Seviyordu.
Müjdelemiyor muydu?
“Ah keşke ben yaşasaydım, onun ümmetinden olsaydım!” demiyor muydu bütün peygamberler? Bilmiyorlar mıydı âhir zaman Peygamberinin makamının, mertebesinin yüksek olduğunu? Hz. İsa bilmiyor mu?
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hepsine ne güzel söylüyor; hepsine “kardeşim” diye hitap ediyor. “Kardeşim Musa aleyhisselam. Kardeşim İsa aleyhisselam...” Soyundan geldiği için İbrahim aleyhisselâm’a “babam” diye [hitap ediyor,] İsmail aleyhisselâm’a saygı gösteriyor; en edepli, en güzel [şekilde...]
Tabii hakkı kabul edince âlemlerin Rabbi’nin rızasını kazanacaksın. Cehennemden kurtulacaksın. Bozuk bir inançtan kendini kurtarmış olacaksın. Ne zorlanıyorsun?
“Dünya malı.”
Dünya malını Allah müslümanlara vermiyor mu?
İşte Suud’dan yeni geldim, Brunei’den geçtim. Dünyanın en zengin insanı Brunei sultanı. Gidenler, Suud’da da debdebenin, şâşâanın, saltanatın, kasırların, sarayların ne kadar büyük olduğunu görüyorlar. Sıradan, orada çalışan arkadaşlarımızın evlerine misafir gittiğimiz zaman ben hayretler içinde kalıyorum. Türkiye’deki Büyük Ada’daki büyük villalar gibi, onlardan daha kocaman evlerde sıradan vatandaşlar oturuyor. Beylerbeyi, Göksu Kasrı gibi kasırlarda, saraylarda oturuyorlar. Sebzelerin, meyvelerin her çeşidi var. Yani müslüman olunca insan aç kalmıyor ki... Menfaatleri oradan giderse buradan gelir. Cenâb-ı Hak bir kapıyı kapatırsa bin tane hayırlı kapı açar, sen O’nun yolunda gidersen...
En hayırlı şey de tabii Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak, sevgili kulu olmak. Allah’ın sevgili kulu olmak, Allah’ı sevmek ne kadar tatlı, ne kadar hoş bir şey!
Ama işte yanlış işler yapılıyor. İnsanlar yanılıyor. Maalesef aldanıyor. Aldandığını da geç anlıyor. Yani ölüm birden gelince anlıyor. Firavun bile vefat edeceği zaman denizde boğulurken Lâ ilâhe illallah dedi. لَا إِلَهَ إِلَّا الَّذِي ءَامَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ Lâ ilâhe ille’llezî âmenet bihî benû İsrâîl. “Ben de müslümanlardanım. Benî İsrail’in inandığı Allah’tan başka tanrı yok.” diye o da söyledi. Ama geçmiş ola... İş işten geçti... Çünkü ölürken perdeler kalkıyor. Gerçekleri insan anlıyor. “Perdelerin kalkması” ne demek?
İnsanın dünya bağlarından ümidi kalmıyor. Mevki, makam, alkış, sandalye, koltuk, hepsinin boşluğunu anlıyor. Çünkü bırakıp gidiyor. Azrail aleyhisselam çekip alıyor. Kucaklasa da, tırnaklarını geçirse de, ağzıyla, dişleriyle ısırıp yapışıp dünya malından, hayatından ayrılmak istemese de kopup gidiyor. İster istemez gidince bakıyor ki kendi malı artık kendinin değil, hayatı devam etmiyor; o zaman daha sâlim düşünüyor. Ama düşünme zamanı, imtihan müddeti geçmiş oluyor. İmtihan bittikten sonra koridorda gerçekleri anlamış, ama kağıdı vermiş, yanlış cevaplar vermiş bir öğrenci gibi dizini dövecek, saçını başını yolacak, âhirette çok pişman olacak.
كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ Kezâlike kâle’llezîne lâ ya’lemûn. “Bilmeyenler de bunların sözleri gibi söylüyorlar.”
“Bunlar da böyle söylüyorlar, bilmeyenlerin sözü gibi söylüyorlar.”
Bu “bilmeyenler”, الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ ellezîne lâ ya’lemûn kimler?
Bazıları dediler ki; “Hıristiyanlıktan, Yahudilikten önceki insanlar aralarından Hıristiyanlık çıktığı zaman, Yahudilik çıktığı zaman onlar da yadırgadılar, onlar da böyle laflar söylediler. ‘Bunlar bir şey üzere değil. Bunlar yanlış. Bunlar doğru hal üzere değil. Bunlar bozgunculuk yapıyor.’ dediler.” Gerçekleri herkes kavrayamıyor.
Kâle ümemün kânet kable’l-yehûdu ve’n-nasârâ ve kable’t-Tevrâtı ve’l-İncîl. İncil gelmeden, Tevrat gelmeden o kavimler de böyle söylüyorlardı. “Bunlar doğru yol üzere değil.” diyorlardı. Ama aslında onlara gelen hak peygamberdi, inen kitap hak kitaptı. İlk devirlerinde hak kitaptı, hak peygamberdi; sonradan o hak kitabı muhafaza edemediler, peygamberlerin söylediklerine uymadılar. Geçtiğimiz âyetlerde, Bakara sûre-i şerîfesinin âyetlerinde onların kendi kitaplarıyla bile nasıl ters düştüklerini Cenâb-ı Hak âyetlerde göstermişti. Onları okumuştuk. Kitaplarında yazmayan durumları takınmışlardı. Yazan şeylere inanmamışlardı. “Bu ne biçim Yahudilik, bu ne biçim Hıristiyanlık! Hıristiyanlığa da, Yahudiliğe de sığmayan durumları var!” diye Cenâb-ı Hak doğruyu görsünler, hak yola girsinler diye hatalarını bildiriyordu.
Bazıları da; الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ “Ellezîne lâ ya’lemûn’dan maksat, “Peygamber Efendimiz’in zamanındaki Araplar’dır. Onlar da Peygamber Efendimiz’e gelen kitabı, Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamber Efendimiz’in peygamberliğini inkâr ediyorlardı. Binâenaleyh, onlar Araplar olabilir.” [demişler.] Süddî öyle demiş: Fe-hümü’l-Arabu kâlû leyse Muhammedün alâ şey’. “[Araplar;] ‘Muhammed hak yol üzere değil.’ diye söylüyorlardı.”
Tabii burada yahudiler ve hıristiyanlara denilmiş oluyor ki; “Siz böyle söylüyorsunuz, inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ehli kitapsınız. Şu müşriklerin durumuna mı düşeceksiniz? Onlar gibi bir duruma düştünüz, onlar gibi söylemeye başladınız. Halbuki siz vahyi bilen, peygamberi bilen, mukaddes kitabı anlayan tanıyan bir toplumsunuz.” denmiş gibi burada böyle bir başa kakma, bir teessüf, “Yazıklar olsun size!” gibi bir mâna var. “Bilmeyenler de bu gibi sözleri söylüyorlardı, siz de aynı sözleri söylüyorsunuz!”
Ne olacak?
فَاللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ Fallâhu yahkumu beynehüm. Kimin haklı olduğunu kim, hangi makam bildirecek?
Allahu Teâlâ hazretleri.
Ne zaman?
Kıyamet gününde.
Niye bazılarına dünyada bildirmiyor da âhirette hepsi hakkında hükmedecek?
Dünyada bildiriyor. Dikkat ederseniz bu âyetler birer bildirme. Ama inkâr ediyorlar. Leyse Muhammedün alâ şey’. “Muhammed bir hak üzere değil.” Leyse Îsâ alâ şey’. “İsa doğru yolda değil, hak üzere değil.” Leyse Mûsâ alâ şey’. “Musa hak üzere değil.” Herkes karşısına çıkan yeniliği inkâr ediyor. Dünyada söyleniyor; ama anlayan anlıyor, anlamayan anlamıyor.
Allah bizi basireti açık olanlardan eylesin. Hakkı hak olarak görüp ona tâbi olanlardan eylesin. Bâtılı bâtıl olarak görüp ondan korunanlardan eylesin.
فَاللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ Fallâhu yahkumu beynehüm yevme’l-kıyâmeti fîmâ kânû fîhi yahtelifûn. “Üzerinde ihtilaf ettiği bütün bu konular üzerinde Cenâb-ı Hak hükmünü verecek.” Yani orada ayan beyan neyin gerçek olduğunu görecekler. Allahu Teâlâ hazretleri mahşer halkına;
أَلَيْسَ هَذَا بِالْحَقِّ قَالُوا بَلَى وَرَبِّنَا
E leyse hâzâ bi’l-hakk? “Bunlar benim dünyada söylediklerim, sizin de inkâr ettiğiniz hususlar burada bak gözünüzün önünde; hak değil miymiş?” diyecek.
Kâlû belâ ve rabbinâ. “‘Rabbimiz’e and olsun ki hakmış, gerçekmiş!’ diyecekler.”
Orada inkâr edemezler artık, inkâr durumu bahis konusu olamaz; çünkü görüyorlar. Orası zaten inkâr yeri de değil, imtihan yeri de değil. Bu dünyada inkâr ediyorlar, maalesef...
Peki biz ne yapacağız, sevgili dinleyiciler?
Biz müslümanız, Allah’ın rızasını arayan mü’min insanlarız. Biz dünya menfaati peşinde koşmuyoruz. Hatta Müslümanlığımızdan dolayı cevr ü cefa çekiyoruz, eza çekiyoruz, üzüntü çekiyoruz, baskı altında oluyoruz, öldürülüyoruz, hücum ediliyoruz, bombalanıyoruz. Şu Kafkasya’daki, şu Bosna’daki, şu Kosova’daki, şu Keşmir’deki müslümanların çektiklerini dünya artık kanıksadı, aldırmıyor bile! Ama müslümanların değil de hıristiyanların bir tanesinin kaşının üstünde bir çizgi belirse onu büyütüyorlar. Kendileri tarafgirlik yaparak kendilerini koruyorlar. Hatta gürültü, patırtı, şamata, yaygara ile haksız durumlarda bile kendilerini haklı gösterip müslümanları sömürmeye, topraklarını ellerinden almaya devam ediyorlar. Kendilerinin asıl yurtlarından binlerce kilometre uzaklardaki yerleri sömürge edinmişler, sömürüyorlar, yutuyorlar. Oranın ahâlisi açlıktan kemikleri görünüyor, verem oluyor, kan tükürüyor, ölüyor. Onlar o paralarla zevkler, sefalar, eğlenceler içinde ömür sürüyorlar. Dünya imtihanı böyle...
Peki Allah bu kâfirlere bu fırsatı niye veriyor?
Bu dünya imtihan dünyası olduğu için veriyor.
Niye cezalandırmıyor?
Dünyanın Cenâb-ı Hak indinde bir önemi yok. Cenâb-ı Hakk’ın indinde dünya bir sineğin kanadı kadar değer, ağırlık, kıymet taşısaydı, önemi olsaydı kâfire bir içim su vermezdi. Dünya gelip geçici. Asırlara göre, dünyanın ömrüne göre 80 yıl, 90 yıl mühim bir şey değil; âhirete göre hele hiçbir şey değil, sıfır! Bu dünya hayatında yapıyor; ama âhirette mahvolacak.
Şimdi âhiret olmadığı için, âhireti şu anda önünde görmediği için adamlar âhirette cehenneme girmekten korkmuyorlar. Hatta bazısı diyor ki; “Tamam, senin yerine cehenneme ben gireyim. Sen o haramı bana ver, ben yiyeyim de ben gireyim.” Çünkü korkmuyor, inanmıyor.
Ama bunlar önemli değil. Bu dünya hayatı gelip geçici. Zaten bu dünyada inanan da inanmayan da gereğinde hasta oluyor. Gereğinde amansız hastalığa düşüyor, inliyor. Gereğinde üzüntü çekiyor, sıkıntı çekiyor. Ölen ölüyor, kalan kalıyor. Cenâb-ı Hak fırtına çıkartıyor, zelzele çıkartıyor, kasırga çıkartıyor, felaket olacak yerde yine oluyor. İnsanlar peygamberlerin bildirdiği gerçekleri anlayamıyorlar. Peygamberlerin bildirdiği gerçekleri insanlara öğretenlere, söyleyenlere de düşman oluyorlar, hasım oluyorlar. Tarih boyunca böyle olmuş. Benî İsrailin alimlerine çevrelerindeki insanlar hasım olmuş, nasihatlerine kızmışlar. Hıristiyanlar öyle. Tarih boyunca böyle gitmiş.
Allahu Teâlâ hazretleri bunların hepsinin hakkında; “İşte iş buydu, gerçek buydu; siz böyle yaptınız, bunun cezası budur!” diye aralarında muhakeme ederek haksızlıklarını gösterecek. “Sen böyle dedin, bak haksızın. Sen böyle dedin, bak haksızsın. Hak olan şudur...” diyecek, hak belli olacak, bâtıl belli olacak. Bâtılın, şirkin, küfrün ahâlisi cezalarını çekecek. Mü’minler, mazlumlar, mağdurlar büyük mükâfatlara nâil olacak.
En büyük zulümler, haksızlıklar kimlere yapılıyor? Belalar, musibetler kimlere geliyor?
Allah’ın sevgili kullarına geliyor. Sonra?
Evliyâullaha geliyor.
Firavunlar, Nemrutlar zevk ü sefa içinde yaşıyorlar. Tarih boyunca böyle olmuş. Zalimler zevk ü sefa içinde yaşıyor. Bu Allah’ın bir imtihanı. O saltanata aldananlar; “Ah keşke bizim de böyle olsa!” diye onu özlüyorlar. Mesela Karun ihtişamla kavmine çıktığı zaman;
فَخَرَجَ عَلَى قَوْمِهِ فِي زِينَتِهِ قَالَ الَّذِينَ يُرِيدُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا يَالَيْتَ لَنَا مِثْلَ مَا أُوتِيَ قَارُونُ إِنَّهُ لَذُو حَظٍّ عَظِيمٍ
Yâ leyte lenâ misle mâ ûtiye Kârûne innehû lezû hazzın azîm. “Ne kadar imkânları var! Karun’a verilen devlet, izzet, zenginlik bize de verilse!” demişler. Ertesi gün eviyle kendisi toprağın dibine geçirilince, Allah tarafından kahredilip yerin dibine batırılınca, o zaman anladılar ki bunlar boşmuş.
Cenâb-ı Hak bir müddet böyle bir imtihanda salıveriyor, kaybedeni de dünyada da cezalandırıyor, âhirette de cezalandırıyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Bu dünya hayatının bir hesabı olduğunu unutmayalım. Bu dünya hayatının bir hesabı var. Olaylara Yunus Emre gibi keskin nazar edelim, olayları toptan ana hatlarıyla görelim.
Nazar eyle itürü, bazar eyle götürü,
Yaradılanı hoş gör, Yaradan’dan ötürü.
Mahkeme-i kübrâ var, orada kazanacak şekilde insanın ana çizgileriyle Cenâb-ı Hakk’ın yolunda yürümesi lazım. “Yâ Rabbi! Beni assalar, kesseler, öldürseler, ben senin yolundayım, Resûlünün yolundayım!” demesi lazım.
Sahabe-i kirâmla ilgili bir kitap okuyorum. Bir mübarek sahabinin hayatı. Peygamber Efendimiz onu Müseylime el-Kezzab’a yani peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmış yalancı bir kimseye -Peygamber Efendimiz’in, Muhammed Mustafa’nın mübarekliğini, güzelliğini, halkın ona rağbetini gördü, böyle bir iddia ile ona kalkıştı.- elçi seçilecek. “En uygun şahıs falanca” diye seçiyorlar. Tabii o zalimin o giden kimseye ne yapacağı belli, ölüme gittiği de belli. [O mübarek sahabi] Resûlullah gönderdi diye hiç tınmadan, çekinmeden gidiyor. Müseylime el-Kezzab soruları sorduğu zaman kızsa da aldırmadan hak sözü söylüyor. İşkenceyle şehit ediyorlar. Şehit olacağını biliyor. Oraya gittiği zaman onun şehit edileceğini Peygamber Efendimiz de biliyor. Ama hayatın kıymeti yok. Asıl hayat âhiret hayatı, cennete girenler bahtiyar olacak. Annesi; “Ben evlâdımı bugün için, böyle bir vazife için dünyaya getirmiştim. Onun şehit olduğuna seviniyorum, inanıyorum.” diye olaydan sevinç ızhar ediyor. “Oğlun öldürüldü. Müseylime el-Kezzab’a elçi gittiği zaman herif kızdı, elçiyi öldürdü, hem de işkenceyle...” dedikleri zaman [annesi;] “İyi olmuş, oğlum şehit oldu.” diyor.
Müslümanlar böyleydi; ölümden korkmazdı, şehitliği özlerdi, hayata bel bağlamazdı.
Dünya sevgisi, hayatı sevmek, hayattan ayrılmamak istemek gayri İslâmî bir hastalıktır. Ölüm korkusu bir hastalıktır. Çünkü ölünce mü’min cennete girecek. Cennete, daha güzel bir yere gitmekten mü’min niye korksun?
İnanmayan insan korkar. İnanç zayıfladıkça korku artıyor. İnanç kuvvetli olduğu zaman hiç o korku olmuyor. Sahabeden, tâbiînden öyle kimseler var ki; “Yâ Rabbi! Hiç olmazsa bu akşam benim canımı al da sevdiklerime kavuşayım!” diyor.
Amr İbnü’l-Âs radıyallahu anh Mısır’ı fethe gittiği zaman, Fussat kalesinin etrafını çevirdiği zaman, onlar da savunmaya hazırlandıkları sırada onlara elçi gönderiyor. Diyor ki;
“Siz kaleyi savunmaya hazırlanıyorsunuz; ama hiç böyle bir şeye kalkışmayın. Çünkü benim ordumdaki askerlerimin hepsi şehit olmaya can atıyor. Ölmekten yılmak şöyle dursun, ‘öleyim’ diye temenni ediyor, ölmeyi arzu ediyor. Onun için o şevkle çalışıyor. Sizinkiler de hep yaşamak arzusuyla, ne yapıyorsa bütün tedbirleri hayatı biraz daha sürdürmek üzerine. Onun için siz bizimle baş edemezsiniz. En iyisi şu kaleyi edebinizle teslim edin, anahtarı verin!”
Sahabe-i kirâm böyleydi. Fütühât böyle oldu. Osmanlılar böyleydi. I. Murâd-ı Hüdavendigâr, Allah şefaatine erdirsin, çok sevdiğim Osmanlı sultanlarından birisidir, Kosova’da nasıl dua etmişti?
“Yâ Rabbi! Burada bizim ordumuz az, etrafımızı saran düşman haçlı ordusu çok fazla. Şimdi biz burada mağlup olursak bu diyarlarda artık İslâm silinir, senin adın anılmaz, Lâ ilâhe illallah denilmez. Müslümanlar muzaffer olsun da ben ölmeye, şehit olmaya razıyım, canım feda olsun! Yeter ki zafer kazanılsın!” diye savaştan önce cân-ı gönülden dua ediyor. Allah Kosova zaferini kazandırıyor, ondan sonra da ona şehitliği nasip ediyor.
Yaşamak, saltanat için, devlet için, izzet için, zevk ü sefa, çalgı çengi için çalışmadılar. Ölmek için gittiler. Allah nasip olduğu, mukadder olduğu kadar yaşattı. Vâdeleri gelince her insan gibi ruhlarını teslim ettiler.
Bütün insanların gözünü çok açması lazım. Dünya üzerindeki Âdem atamızdan kardeşimiz olan bütün insanlara acıyorum, seviyorum, iyiliğini istiyorum. Gözünü açması lazım. Cehenneme düşecek, ebedî hüsrana uğrayacak yola sapmaması lazım. O yolda inat etmemesi lazım. Hak yola gelmesi lazım. Allah’ın varlığını, birliğini, Lâ ilâhe illallah’ı, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ı, Sübhanallah’ı, Elhamdülillah’ı, Allahu ekber’i anlaması lazım. İmana gelmesi lazım. Allah’ın rızasını kazanması lazım. İyi insan olması lazım. Dalavereyi bırakması lazım. Sömürmeyi bırakması lazım. Zulmü bırakması lazım. İyi kul olarak, salih kul olarak yaşayıp, iman ile yaşayıp Allah’ın huzuruna sevdiği kul olarak göçmeye gayret etmesi lazım. Doğru olan bu.
Allah bizi doğru yoldan ayırmasın. Dîn-i mübîn-i İslâm’a güzel hizmet etmeyi nasip etsin. Ömrümüzü rızasına uygun geçirip huzuruna sevdiği razı olduğu kul olarak varmayı nasip etsin. Süedâ kullar olarak, saîd, mutlu kullar olarak yaşatsın. Şühedâ kullar olarak, şehit makamını kazanmış kullar olarak âhirete göçmeyi nasip eylesin. Cennetiyle cemâliyle cümlemizi müşerref eylesin, taltif eylesin. Hepiniz iki cihanda aziz ve bahtiyar olun.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!