es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi dünyada âhirette üzerinize olsun.
Bugünkü Kur'an sohbetimde Bakara sûre-i şerîfesinin 118 ve 119. âyet-i kerîmesi üzerinde konuşacağım. Âyetleri okuyalım.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve kâlellezîne lâ ya'lemûne levlâ yükellimünellâhu ev te'tîna âyetün kezâlike kâlellezîne min kablihim misle kavlihim teşâbehet kulûbühüm kad beyyenne'l-âyâti li-kavmin yûkinûne.
İnnâ erselnâke bi'l-hakkı beşîran ve nezîran ve lâ tüs'elü an ashâbi'l-cahîmi.
Sadakallâhülazim.
Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Ve kâlellezîne lâ ya'lemûne. "Bilmeyenler, o kimseler ki bilmiyorlar, dediler ki." Levlâ yükellimünellâhu. "Allah bizlerle konuşmalı değil miydi?" Ev te'tîna âyetün. "Yahut bize bir âyet gelmeli değil miydi?"
Ya bize bir âyet gelmeliydi ya da Allah bizlerle konuşmalı değil miydi? Konuşmalıydı. Bilmeyenler, o kimseler ki bilmiyorlar, böyle dediler.
Kezâlike kâlellezîne min kablihim. "Buna benzer sözleri, böyle; o kimseler ki onlardan önce geldiler, yani daha önceki milletlerden [kimseler] o milletlere peygamber geldiği zaman ona itiraz eden o milletlerin itirazcıları, müşrikleri, kafirleri de, bunlardan öncekiler de." Misle kavlihim. "Bunların sözleri gibi sözler söylediler, söylemişlerdi." Teşâbehet kulûbühüm. "Gönülleri, kalpleri biribirlerine benzedi, benzeşmiş." Kad beyyenne'l-âyâti. "Âyetleri biz kesin olarak beyan etmiştik, beyan etmiş bulunuyoruz." Li-kavmin yûkinûne. "Yakîn sahibi, şeksiz şüphesiz inanan insanlara, biz âyetlerimizi açıkça beyan ettik." Yani bir eksik bahis konusu değil.
119. âyet-i kerîme;
Bismillahirrahmanirahim.
İnnâ erselnâke bi'l-hakkı beşîran ve nezîran. "Biz seni hak ile, gerçek ile, irsal ettik, gönderdik." Beşîran. "Müjdeleyici olarak." Ve nezîran. "İhtar edici, korkutucu olarak." Ve lâ tüs'elü an ashâbi'l-cahîmi. "Ashâb-ı cahîmin, cehenneme girecek, cehennemlik olan kimselerin hali senden sorulmayacak."
Şimdi biraz bu âyet-i kerîmelerin üzerinde olan rivayetleri özetleyerek konuşalım.
Ve kâlellezîne lâ ya'lemûne. "O kimseler ki bilmiyorlar, bilmeyenler, cahiller dediler ki; Allah bizimle konuşmalı değil miydi? Yahut, bize bir âyet gelmeli değil miy di?"
Bunlar kim?
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Râfî b. Hureymile veyahut Hermele. Hureymile, Hermele'nin taskîridir; "Hermelecik" demek. Hermele veyahut Hureymile oğlu Râfî isimli yahudi. Yani Medine'nin müslüman olmayan, yahudi olan kişilerinden, eşrafından birisi. Bu, Resûlülluh sallallahu aleyhi ve sellem'e, Peygamber-i zîşânımıza buyurmuş ki; Yâ Muhammed. "Ey Muhammed!"
Biz adı anılınca salât ü selâm getiriyoruz; çünkü Peygamber Efendimiz'e adı anıldığı zaman salât ü selâm getirmeyen, gerçekten cimri kimse demektir.
Çünkü ne eksiği var ki? Ne sebep var ki? Neyi eksilir ki salât ü selâm getirmiyor?
Bir şeyi eksik tabii ama sevgisi olsa aşk ile şevk ile salât ü selâm getirir.
Getirseydi ne olurdu? Niye getirmiyor?
Gerçekten cimri, dudaklarını kıpırdatmaktan üşeniyor, tembelleniyor, cimrileniyor, yapmıyor…
Salât ü selâm ona olsun…
İsmiyle veyahut lakabıyla hitab ederler, yâ Ebe'l-Kâsım. "Ey Kasım'ın babası!" derler. Bu rivayete göre ismiyle hitap etmişler… Demiş ki;
İn künte resûlen minellahi. "Eğer sen Allah'tan bize gönderilmiş, insanlara gönderilmiş bir elçiysen, resülsen, peygambersen." Kemâ tekûlü. "Senin ifade ettiğin gibi, gerçekten Allah tarafından gönderilmiş bir peygambersen sen." Fe-kul lillahi. "Sen Allah'a deki." Fe-yükellimünellah. "Söyle de Allah bizimle konuşsun." Hattâ nesme'a kelâmehû. "Biz de Allah'ın konuşmasını duyalım."
Söyle ona da bizimle konuşsun, biz de Allah'ın kelamını duyalım dediler. Onun üzerine Allahu Teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Yani sebebi nuzûlü âyeh. İbn Abbas'tan gelen bu rivayete göre bu âyetin iniş sebebi böyle.
Yani bu yahudicik;
"Eğer sen Peygambersen söyle rabbine de Allah bizimle konuşsun, biz de onun sesini duyalım." dediler, bunun üzerine de bu âyet-i kerîme indi.
O kimseler ki bilmiyorlar, yani neyi bilmiyorlar?
Edebi bilmiyorlar, imanı bilmiyorlar, gerçekleri bilmiyorlar. Cenâb-ı Hakk'ın gazap edeceği huyları bilmiyorlar, sözleri bilmiyorlar, böyle küstahlık ediyorlar, nasıl davranılması gerektiğini bilmiyorlar, bilmiyorlar, bilmiyorlar...
Lâ ya'lemûne. "Bilmiyorlar, cahiller."
Allah bizimle konuşmalı değil mi dediler, Allahu Teâlâ hazretleri de diyor ki; "Bu isteği bundan önceki ümmetlerin itirazcıları da yapmıştı."
Kezâlike kâlellezîne min kablihim. "Bunlardan öncekilerde böyle demişlerdi."
Evet, hatırlayacaksınız, eğer bundan önceki sohbetleri, dersleri, Kur'ân-ı Kerîm âyetlerini açıklayan, Kur'ân-ı Kerîm üzerine olan sohbetlerimizi dinlediyseniz hatırlayacaksınız; buna benzer âyet-i kerîmeler inmişti. İnmiş olan âyet-i kerîmeleri anlatmıştık.
Bunları belirten bazı âyetleri okuyalım.
Yes'elûke ehlü'l-kitâbi en tünezzile aleyhim kitâben mine's-semâi. "Ehl-i Kitâb, yani kendisine kitap indirilmiş, peygamber gönderilmiş olan kavimler."
Yahudiler, hıristiyanlar ama burada yahudiler olması ihtimali daha kuvvetli.
En tünezzile aleyhim kitâben mine's-semâi. "Onların üzerine gökten bir kitap indirmeni istediler." Fe-kad seelû mûsâ ekbera min zâlike. Musa aleyhisselam, tabii biz peygamber oldu mu severiz sayarız, aleyhisselam, ona selam olsun deriz. Fe-kad seelû mûsâ. "Musa aleyhisselam'dan da istemişlerdi." Ekbera min zâlike. "Bundan daha ilerisini, daha büyüğünü istemişlerdi." Fe-kâlû erinellahe cehraten. "Apaşikar olarak Allah'ı bize göster!"
Halbuki görmeye gözleri tahammül edemez.
Sonra yine Bakara sûresinden hatırlayacaksınız;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve iz kultüm. "Ey yahudiler! Hani siz demiştiniz, hatırlayın o zamanı ki."
Sizin kavminiz ecdadınız ne demişti, sizin tarihinizde var?
Yâ Mûsâ len nü'mine leke. "Ey Musa!" Biz yine aleyhisselam diyoruz. Len nü'mine leke. "Biz sana inanmayacağız." Hattâ nerallâhe cehraten. "Apaçık olarak Allah'ı görmeden inanmayacağız."
Musa aleyhisselam, tabii biz peygamber oldu mu severiz sayarız, aleyhisselam, ona selam olsun deriz. Fe-kad seelû mûsâ. "Musa aleyhisselam'dan da istemişlerdi." Ekbera min zâlike. "Bundan daha ilerisini, daha büyüğünü istemişlerdi." Fe-kâlû erinellahe cehraten. "Apaşikar olarak Allah'ı bize göster!"
Halbuki görmeye gözleri tahammül edemez.
Sonra yine Bakara sûresinden hatırlayacaksınız;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve iz kultüm. "Ey yahudiler! Hani siz demiştiniz, hatırlayın o zamanı ki."
Sizin kavminiz ecdadınız ne demişti, sizin tarihinizde var?
Yâ Mûsâ len nü'mine leke. "Ey Musa!" Biz yine aleyhisselam diyoruz. Len nü'mine leke. "Biz sana inanmayacağız." Hattâ nerallâhe cehraten. "Apaçık olarak Allah'ı görmeden inanmayacağız."
Tabii biliyorsunuz[Musa aleyhisselam] kavminden 70 seçkin, eşraftan, âyandan insanlar seçti, Tûr Dağına geldiler, Allahu Teâlâ hazretleri Musa aleyhisselam'a vahyederken, üzerlerine bir bulut çöktü, bunlar Musa aleyhisselam'a Cenâb-ı Hakk'ın hitabını kulaklarıyla duydular. Yani, "Biz de duyalım, madem sana Allah hitap ediyormuş biz de hitabı duyalım." demişlerdi. Duydular bu sefer de, "Sesini duyduk ama yüzünü de görelim;" Cemalini [görelim] demiyorlar, "Sesini duyduk ama bir de âşikare görelim." dediler. Dağ sarsılmaya başladı, yerlere kapandılar filan. Okumuş olduğumuz eski derslerimizde bahis konusu etmiş olduğumuz âyetlerde bu bildiriliyor.
Yani eski insanlar da, onların da içinden bazı kimseler, böyle küstahlaşmışlar, "Allah bizimle de konuşmalı değil mi?" demişler, konuşmasını duyunca daha ileri gitmişler, görmek istemişler, tabii Musa aleyhisselam'da peygamber olarak edeple diyor ki;
Yâ rabbi erinî enzur ileyk. "Lütfet, buyur da, tecelli eyle de cemalini seyr eyleyeyim." Ama, "Yâ Musa! Sen benim cemalimi temaşa etmeye takat getiremezsin. Şu dağa tecelli edeyim, eğer o dağ o tecellime tahammül ederse, o zaman sen de tahammül edebileceksin demektir, edemezse, [senin de] edemeyeceğini o dağın hâlinden anla." diye [buyurdu.]
Fe-lemmâ tecellâ rabbuhû li'l-cebeli. "Mevlası, Musa aleyhisselam'ın Rabbi, âlemlerin, hepimizin Rabbi Allahu Teâlâ hazretleri Tûr Dağına tecelli edince." Ce'alehû dekkâ. "Dağ parpa parça oldu." Yani o tecellinin şiddetine dayanamadı.
Biliyorsunuz, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, başka insanların da hissedeceği fiziki olarak, maddî olarak olağanüstü durumlar meydana gelirdi. Mesela vahiy geldiği zaman Peygamber Efendimiz devenin üstündeyse, deve artık ayakta duramaz çökerdi. Oturdukları yerde bir kimseye dizi filan değiyorsa, dizi parçalanacak gibi olurdu. Sonra bir arı vızıltısı gibi bir ses duyulurdu. Bu olağanüstü vahyin gelişine her varlık takat getiremiyor. Dağa da Cenâb-ı Mevlâ tecelli buyurunca, o tecelliden dağ parça parça [oluyor.] Yani bunların istekleri kendilerine ihsan olunsa Cenâb-ı Hakk'ı görmeye tahammülleri olmaz parça parça olurlar, baygın düşerler, nitekim Musa aleyhisselam da baygın düşmüştü.
Eskiler de böyle dedi, bunlar da böyle diyor, ama bunların hepsi bahane; göster de, duyalım da...
Sonra ne olacak, duydular ne oldu?
Yine inatlarında devam edenler devam etti.
Teşâbehet kulûbühüm. "Bu bir hâlet-i rûhiyedir, bunların gönülleri birbirine benziyor."
Kalpleri eskilerin kalplerine benzemiş durumda, kalpleri biribirlerine uyuştu, müteşabih oldu, benzer oldu. Yani aynı kafa, aynı zihniyet, aynı katı gönül, aynı inat, aynı itiraz, aynı küstahlık...
Kad beyyenne'l-âyâti li-kavmin yûkinûn. "Ama edepli olan, sağlam imana sahip olan kimselerin kâfi miktarda tatmin olması için Cenâb-ı Hak nice nice âyetler de, mucizeler de, gözle görülen, kulakla işitilen, yaşanılan olaylar da gönderdi."
Göndermedi değil, yani müşriklerin istekleri şeyde [havada karşılıksız] kalmış değil… İnananlar inandı da inanmayanlar işi daha da yokuşa sürüp daha başka itirazlar yapıyor.
Şimdi bunlar, bu cahiller ya Medine'de yaşayan, Râfî b. Hureymile gibi Ehl-i Kitâb'tan olanlar, yahut da bir rivayete göre bunların küffâr-ı arap olduğu, yani arapların müşrik olanları, müslüman olmayanları, putperestelikte devam edenleri, Resûlullah'a karşı çıkanları olduğu; bu sözü söyleyenlerin, onlar olduğu rivayeti de var. Onlar demişler ki;
Mesela başka âyet-i kerîmelerde buyuruluyor ki;
Ve izâ câethüm âyetün. "Bir âyet-i kerîme geldiği zaman." Kâlû len nü'mine. "İnanmayacağız." Hattâ nü'tiye misle mâ utiye rusulullahi. "Allah'ın resüllerine verilen şeyler bize de verilmedikçe inanmayacağız."
Hatta başka âyetlerde buyuruluyor ki;
Ve kâlû len nü'mine leke. "Yâ Resûlallah! Ey Muhammed! Biz sana inanmayacağız." Hattâ tefcure lenâ mine'l-ardı yenbû'an. "Sen bizim şu istediklerimizi yap; yeryüzünden, gözümüzün önünden yerden bir su, pınar fışkırt görelim, şöyle olsun, böyle olsun görelim."
Böyle çeşitli itirazları; iki tarafta melekler bulunsun, seninle beraber gezsin, senin bir bağlık bahçelik şeyin olsun, oradaki meyvelerinden biz yiyelim; yani hayallerinde çeşit çeşit istekleri dolu. Onları böyle söylediler, böyle olmazsa inanmayız dediler.
Hatta, bel yürîdü küllümriin minhüm en yü'tâ suhufen müneşşeraten. "Sanki her birisi onun kendileri açılmış bir takım sayfalar, yazılı sayfalar verilmesini istiyorlar; yani özel, sanki kendilerine özel vahiy gelsin, kağıt üzerine yazılı kitap, kırtasiye gelsin o zaman inanacaklar."
Böyle çeşit çeşit, şeyler. Ama Cenâb-ı Hak inananların kalplerini şekten, şüpheden temizleyecek kadar mucizeleri Peygamber Efendimiz'e verdi. Mâkul delilleri gösterdi, âyet-i kerîmeleri indirdi, akıllarına hitap etti, gönüllerine hitap etti, gözlerine hitap etti, inanan inandı. Hatta müşriklerin çoğu, Resûlullah'ın Resûlullah olduğunu bildikleri için, "Aman tedbirli olun, şöyle olsun, böyle olsun…" diye bildikleri halde inatlarından inanmadılar, inatlarından mücadele ettiler.
Yahudilerin bir kısmı da, kendi evlatlarını bildikleri kadar kesin olarak, Peygamber Efendimiz'in Peygamber olduğunu bildikleri halde tâbi olmadılar. Sen Resûlullah'sın diyemediler, kendi yollarını bırakamadılar. Alışmış oldukları veya menfaatlerinin devam etmekte olduğu düzenin bozulmasını istemediler. İnanırsak bizim halimiz ne olur, elimizdeki menfaatlerimiz, şu andaki sömürülerimiz tükenir filan gibi şeylerle kabul etmediler.
Bunlar tabii böyle inatla şey yaptığı için Allahu Teâlâ hazretleri bunla hakkında buyuruyor ki; -başka âyetlerde gelecek-
İnnellezîne hakkat aleyhim kelimetü rabbike lâ yü'minûne.
Ve lev câethüm küllü âyetin hattâ yeravü'l-azâbe'l-elîm. "Her bir âyet onlara gelmiş olsa bile bu adamlar inanmayacaklar, elim azaba uğrayıncaya, ta cehennemi görünceye kadar."
Cehennemi görünce eleyse hâzâ bi'l-hakk. "Bu hak mıymış? Gerçek miymiş? Hakikaten var mıymış?
Kâlû belâ ve rabbunâ. "Rabbimize and olsun ki evet varmış, doğruymuş." [diyecekler] ama o zaman iş işten geçmiş oluyor. Maalesef insanlar âcizliklerine bakmadan küstahlaşıyorlar; aklı, mantığı, insafı bir tarafa bırakıyorlar âlemleri yaratan Allahu Teâlâ hazretleri ile inatlaşıyorlar; hem ömürlerini bu inatla geçiriyorlar, dünyada mahvoluyorlar hem de ebedî saadet yurdu olan âhiretlerini mahvediyorlar, ebediyen cehennemi kazanıyorlar, müstehak oluyorlar; oraya gitmeye kendilerini hazırlıyorlar, kendi elleriyle kendilerini ateşe atıyorlar...
Ve mâ ene bi-dallamin li'l-abîdi. "Ben kullarıma zulmedici değilim." Ve lâkinne'n-nâse enfüsehum yazlimûne. "İnsanlar kendi kendilerine zulmediyorlar."
Kendileri haksızlık yapıyorlar, kendileri günahlar işliyorlar, kendileri cezayı müstehak oluyorlar, kendileri, kendilerinin cehenneme atılmaya sebep olacak küstahlıklar yapıyorlar...
Evet, yani ister Ehl-i Kitâb olsun, ister arapların inanmayan inatçı müşriklerin muhalifleri olsun, işte böyle olmadık şeyler istediler; istedikleri şey olduğu zaman bile bazıları yine inanmadılar; gördükleri olağanüstü şeylere de sihir dediler. Olağanüstü olduğu için tabii, tabii demiyorlar sihir diyorlar, çeşitli şekillerde böyle yine itiraz ettiler ve böyle geçti.
119. âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
İnnâ erselnâke bi'l-hakkı beşîran ve nezîran.
İnnâ. " Ben azîmüşşân." Azamet nunu ile hitap, Vâhid ü Ehad ü Ferd olan Cenâb-ı Hak; lâ şerîke lek, vahdehû lâ şerîke leh olan; şerîki, nazîri olmayan Allahu Teâlâ hazretleri azamet sigasıyla buyuruyor ki; "Biz seni hak ile beşîr ve nezîr olarak gönderdik." Yani, "Ben azîmüşşân seni hak ile beşîr ve nezîr olarak gönderdim." buyuruyor.
Peygamber Efendimiz; ünzilet aleyye. "Bu benim hakkımda indi." buyurmuş.
Ersele-yursilü- irsâl, "birisine elçi olarak, resûl olarak göndermek" demek. "Ben gönderdim." Burada erselnâke'deki ke, zamiri muttasıl burada "Ey resûlüm seni." Peygamber Efendimiz'e hitap.
Bi'l-hakkı. Bi kelimelerin başına gelen bir edat, harf-i cer, 'ile' mânasına geliyor; "Hak ile biz seni gönderdik."
Yani sen hak ile geldin; hem tebliğ ettiğin haktır hem peygamberliğin haktır. Peygamberliğin bir hayal, bir uydurma, bir vehim, bir zan değil haktır, gerçektir. Getirdiğin Kur'ân-ı Kerîm, ahkam, onlar da Allahu Teâlâ hazretlerinin hak ahkamıdır, kelamıdır, emirleridir, hakikîdir. Yani hayal değildir, daha başka bir şey değildir, gerçeklerdir. Biz seni gerçek ile gönderdik, gerçekten gönderdik, gerçeği tebliğ edesin diye gönderdik, mânalarına [geliyor.]
Beşîran. Faîl [vezninde] beşîr, 'müjdeleyen' demek; büşrâ "müjde" demek Arapça'da. Beşîr, mübeşşir mânasına geliyor; mübeşşiran ve nezîrâ. Nezîr yerine, münziren kelimesi de var: Beşîr ve nezîr.
[Beşîran,] 'müjdeleyici', neyi müjdeleyici?
Cenneti müjdeleyici.
Nezîran. 'İhtar edici, korkutucu." Bak, böyle yaparsanız böyle yaparsanız sonu fena olur.
Neyi ikaz edici?
Aman, kötü hareket ederseniz cehenneme düşersiniz, âhirette ebedî azaba uğrarsınız.
Bu ikisi "hal" oluyor; yani biz seni müjdeci olarak, müjdeci halinde; ikazcı, uyarıcı, korkutucu olarak [gönderdik]. İkisi birden, hem müjdeci hem korkutucu; "İyi hareket ederseniz cennete gidersiniz, kötü hareket ederseniz cehenneme düşersiniz." diye bu hal ile, bu sıfat ile, seni hakla gönderdik; peygamberliğin haktır, gerçektir…
Çünkü zaman zaman Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de kendisine gelen halleri tanımak isterdi, "Acaba bu benim kendime ait bir şey mi? Yoksa dışımdan böyle bir emir mi?" diye… Cenâb-ı Hak ona, "Tereddüd etme, sen hak ile gönderildin, Peygamberliğin haktır, biz sana vahyettik." diye subjektif, kendi içinde, kendi kendine bir ruhî durum olmadığını, dışardan bir etki olduğunu -çünkü vahyin de dışardan bir tesir olarak geldiğini demin de söyledim- "Tereddüt etme ey Resûlüm!" [diye] Cenâb-ı Hak ihtar ediyor…
Çünkü Peygamber Efendimiz biraz vahiy kesilince, "Acaba bir kabahatim mi var?" diye tereddüt ediyordu. Çeşitli ihtimalleri mâkul bir insan olarak şey yapıyordu. Ama Cenâb-ı Hak kendisine;
"Tereddüt etme ey Resûlüm! Şu şöyledir, şu gerçektir, bu böyledir." deyince ilk inanan, en kuvvetle inanan, en sağlam şekilde inanan ve bağlanan, emirleri en sağlam şekilde tutan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz oluyordu. Beşîran bi'l-cenne ve nezîran mine'n-nâri. "[Cenneti müjdeleyici ve] cehennemden koruyucu olarak."
Ve lâ tüs'elü an ashâbi'l-cahîmi.
Tüs'elü muzari fiili meçhul sigasıyla, yani "Sen sorulmayacak¬sın." Len tüs'ele gibi, sana sorulamayacak, sen sorguya çekilmeyeceksin. An ashâbi'l-cahîmi. "Ey Resûlüm! İsterse bunlar inansınlar, isterse inat etsinler inanmasınlar; sen tebliğ edicisin, müjdeleyicisin, ihtar edicisin, sen onların hâlinden sorulmayacaksın."
Yani bunlar niye kâfir oldular diye Cenâb-ı Hak sana sormayacak ki! Sen vazifeni tebliğ etmiş olacaksın, onlar da yapmamış, dinlememiş, iman etmemiş olacaklar, cehenneme gidecekler. Onların halini Cenâb-ı Hak sana sormayacak, onların vebalini tabii ki sana yüklemeyecek. Sen tebligatını yap, müjdeni ver, ihtarını çek, inanmak inanmamak sorumluluğu, mükellefiyeti onların üzerinde.
Şimdi tüs'elü diye bir kıraat var, ve lâ tes'el kıraati de var. Burada da, "Sen sorma." An ashâbi'l-cahîmi. "Cehenneme girecek olan kimselerin hakkında soru sorma."
Yani bu cehenneme gidecek mi? Cehenneme kimler gidecek? Acaba şunun hali ne olacak? mânasına ama tüs'elü kıraati de var. Bu lâ tes'el nehyi hazır sigası oluyor.
Burada tefsir kitapları, İbn Kesir Peygamber Efendimiz'den bir hadis rivayet ediyor; Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem [buyurmuş ki];
Leyte şa'rî mâ fe'ale ebevâye leyte şa'rî mâ fe'ale ebevâye Leyte şa'rî mâ fe'ale ebevâye.
Ebevâye 'anam babam' demek. "Benim anam babam, keşke bilseydim, ne yaptılar acaba?" Kendisi peygamber olmadan evvel âhirete göçtükleri için, onlar acaba ne yaptılar diye, acaba ne oldular hallerini merak ettiği için, ve lâ tes'el an ashâbi'l-cahîmi. "Sen kendilerine iman gelmemiş, tebligat gelmemiş, iman etmemiş, cehenneme gitmiş olan insanlardan soru sorma." Âyetin bu kısmı bundan dolayı indi diye rivayet edenler var…
Bir rivayet olarak hadîs-i şerîfte de, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in anne ve babasına hayat verilip, ennellahe ahyâ lehû ebebeyhi. "Onun için anne babasına hayat verdi." Hattâ âmenâ bihî. Her ikisinin de Peygamber Efendimiz'e iman ettiklerinin rivayetler var. İbn Kesir bu rivayetin tenkidini yapıyor, bunun zayıf bir rivayet [olduğunu kabul ediyor,] isnâdühû da'îfün vallâhuâlem diyor. Sonra Peygamber Efendimiz'in böyle bir şey sormayacağını, bunun tüs'elü şeklinde olması gerektiğinin daha tercih edildiğini bildiriyor..
Sonra İbn Kesir, tefsirinde Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen bir hadîs-i şerîf naklediyor;
Lekîtü abdallahibne amribni'l-âs. Atâ b. Yesâr, "Mısır Fatihi Amr b. el-Âs'ın oğlu Abdullah ile karşılaştım." diyor. Fe kultü. "Dedim ki." Ahbirnî an sıfati rasûlillâhi fi't-tevrati. Bu Tevrat'ı bilen, okuyan bir sahabi. Mısır'da Fustat'taki büyük Ulu Cami'de kabri var, ziyaretini yapmıştık.
Allah şefaatlerine erdirsin.
Tevrat'ta Resûlullah Efendimiz'in geleceği bildiriliyor; 'İncil'de Peygamber Efendimiz'in geleceğine dair bilgiler var, âhir zaman peygamberi hakkında, onun sıfatları hakkında bilgiler var; bana bunlardan haber ver." diye Tevrat'ı okumuş, bilgili bir kimse olarak tanındığı için soruyor. "O da dedi ki." Ecel. "Peki, evet." Vallâhi innehû le-mevsûfün fi't-tevrâti. "Allah'a yemin olsun ki Tevrat'ta." Bi-sıfatıhî fi'l-kur'ân. "Kur'ân-ı Kerîm'de nasıl anlatılmış ise, Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen sıfatlarıyla Tevrat'ta da zikredilmiştir." diyor. Evet, Kur'ân-ı Kerîm'de bu Tevrat'taki âyetlerin anlatımı var, Tevrat'ta böyle geçiyor, İncil'de böyle geçiyor, diye Saff sûresinde, Fetih sûresinde ve daha başka sûrelerde bu bilgiler var.
Nasıl geçiyor?
Onun Arapça'sını şöyle anlatıyor;
Yâ eyyühennebiyyü. "Ey Peygamber!" Tevrat'taki ifadenin Arapça'sını naklediyor. İnnâ erselnâke. "Biz seni resûl olarak gönderdik." Şâhiden. "Bir şahid, insanlara şehadet edici." Ve mübeşşiran. "Müjde verici." Ve nezîran. "İhtar edici." Ve hirzan li'l-ümmiyyîne. "Kendilerine kitap verilmemiş ümmî bir kavim olan milletini cehennemden koruyucu bir kişi olarak, resûl olarak gönderdik." Ve ente abdî ve rasûlî. "Sen benim hem kulumsun hem resûlümsün." semmeytüke'l-mütevekkile. "Ben seni Allah'a tevekkül edici kul diye isimlendirdim."
Peygamber Efendimiz'in isimlerinden birisi de mütevekkildir.
Lâ fazzun ve lâ ğalîzun ve lâ sahhâbün fi'l-esvâk. "Sert, haşin konuşan, kaba saba, sokaklarda, çarşı pazarda şey yapan bir insan değilsin." Ve lâ yedfe'u bi's-seyyieti seyyieh. "Kötülüğü kötülükle karşılamaz." Velâkin ya'fû ve yağfiru. "Kötülük yapanı affeder, bağışlar." Ve len yakbıdahû. "Allah onun ruhunu kabzetmeyecek, hayatına nihayet vermeyecek, yanına almayacak, irtihal ettirmeyecek." Hattâ yukîme bi-hi'l-millete'l-avcâe. "Eğri milleti doğrultmadan, imanı hakim kılmadan, şirki hor, zelil, mahv u perişan, münhezim, ve müzmahil kılmadan Allah onun hayatını nihayetlendirmeyecek, âhirete irtihal ettirmeyecek. Bi-en yekûlû lâ ilâhe illallâh. "O eğri millet, yani müşrik millet, lâ ilâhe illallah diyecekler." Fe-yeftehu bi-hî. "Bu âhir zaman Peygamberiyle Allah açacak." A'yünen umyen. "Kör gözleri açacak." Ve âzânen summen. "Sağır kulakları işitir hâle getirecek." Ve kulûben ğulfen. "Katılaşmış, perdelenmiş gönülleri aydınlatacak."
Yani gözler açılacak, hakikatleri görecekler; kulaklar duymaya başlayacak, gerçekleri duyacaklar; katı, perdeli, kapalı, kılıflı kalplerin kılıfı yırtılacak, açılacak, gerçekleri görecekler; o müşrikler imana gelecekler, diye Tevrat'ta böyle geçtiğini Abdullah b. Amr b. el-Âs soru üzerine böyle cevaplandırmış.
Aynı zât diyor ki; "Sonra ben Ka'b el-Ahbâr'ı da gördüm, -ki bu Tevrat'ı çok iyi bilen, İbraniceyi çok iyi bilen bir kimseydi- ona aynı meseleyi sordum." Yani Tevrat'ta âhir zaman peygamberi Peygamber Efendimiz, Muhammed-i Mustafâ'nın evsafı nasıl geçiyor, diye bir de ona sordum. İki ayrı zamanda, iki ayrı kişiye soruyor. Harfiyen, aynen Abdullah b. Amr b. el-Âs'ın ki gibi aynı şekilde cevap verdi, yalnız buyurmuş ki;
Beleğathü a'yünen umûmâ ve âzânen sumûmâ ve kulûben ğulûfâ. Yani, "Kalplerin kılıflı olduğunu, kulakların sağır olduğunu, gözlerin kör olduğunu" başka bir telaffuzlu kelimeyle, sıfatla şey yapmış, aynen. Demek ki gerçeğin teyidi olmuş oluyor.
Tevrat'ta bu bilgiler aynen var. Onlar da zaten "Âhir zamanda bir peygamber gelecek, zamanı da yaklaştı." diye Peygamber Efendimiz gelmeden önce müşriklere söyleyip duruyorlardı. Zaten öyle bir peygamberin gelmesini bekliyorlardı, bekliyorlardı ama geldikten sonra, toplumsal olaylar, kişisel, ruhî durumlar, menfaat durumları, işte bazıları iman etmedi, hayatlarını mahvettiler.
Her devirde böyle oluyor, bu devirde de böyle olabilir, dinleyicilerim için de böyle olabilir, herkes için hayat bir imtihandır. Herkes duyduğunu değerlendirecek, doğruyu eğriyi tartacak, doğruyu kabul edecek, yanlıştan vazgeçecek; yanlışta ısrar etmek felakettir… Yanlışta, yalanda, eğride, batılda, boşta, ısrar etmek felakettir. Hakkı nerede görüyorsa hakka tâbi olacak.
Hoşuma giden bir hadîs-i şerîf… Bizim İslâm mecmuamızda yazdığım makalelerde de zikretmiştim, Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
Zül me'a'l-hakkı haysü zâle. Nasihat buyurmuş… Buradaki zül keskin ze ile, peltek ze ile değil; ikisi başka başka köklerden geliyor. Buradaki zül, zâle-yezûlü fiilinden; öteki peltek ze ile zül olusa, zelle fiilinden gelmiş olur, zillet mastarından, o değil.
Zül. "Git." Me'a'l-hakkı. "Hakkın yanına git, hakla beraber git." Haysü zâle. "Hak nereye giderse..."
Güneş mesela doğudan doğuyor, gündüz tepeye çıkıyor, ondan sonra batıdan batıyor, sonra ortalık kararıyor. Ama insan güneşi takip ederse devamlı aydınlıkta olur. Güneşin olduğu yer de daima aydınlık olur..
Eğer hakikat güneş gibi ise, nur saçıyor ise, etrafı aydınlatıyor ise, hakikatle beraber, o hakikat yer değiştirdikçe onunla beraber gitmek lazım ki insan aydınlıkta olsun. Eğer hakikat gidiyor da bu olduğu yerde kalıyorsa, hakikat gidince olduğu yere karanlık çöker, karanlıkta kalır, mahvolur. Etrafı görmez, çukurlara düşer, uçurumdan yuvarlanır, mahvolur…
Bu benzetme benim benzetmem. Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfinde, "Hak nereye giderse sende onun yanına git." diyor. Yani insan biraz atik olacak, hareketli olacak; şartlar değişince hakikatin nerede olduğunu anlayacak, ısrar etmeyecek, durduğu yerde kalıp da ayak topu [tabiriyle] ofsayta düşmeyecek. Çünkü herkes öbür tarafa gitmişken o bu tarafta kalırsa, öteki takımın oyuncularında da daha geride kale tarafında kalırsa, o zaman ofsaytta kalır, 'yanlış yerdesin' [diye] hakem düdüğü çalar.
Hakikatin nerede olduğuna bakacak, ona koşacak ve hakikati kucaklayacak, hakikati alacak, hakikate tâbi olacak. Çok önemli, hayatımızın en önemli şeyi.
Onun için biz ilmi teşvik ediyoruz, aklı kullanmasını Cenâb-ı Hak kullarına emrediyor ve cehennemliklerin de cehenneme düştüğü zaman, 'ah keşke aklımızı kullansaydık' diye pişmanlık duyacaklarını Kur'ân-ı Kerîm de bildiriyor. Aklını kullanması lazım, doğruyu anlaması, doğrunun yanına gelmesi lazım.
Peygamber Efendimiz Mekke-i Mükerreme'deydi. "Zayıftır, şey yaparsak [yanına gidersek] kavmimizin eşrafı, âyânı bize baskı yapar." [diye] Resûlullah'ın yanına bir kısmı gelemedi. Bazı kabileler hacca geldikleri zaman, Peygamber Efendimiz Mina'da, Müzdelife'de onlarla konuştuğu zaman;
"Çok doğru söylüyorsun, mâkul şeyler söylüyorsun ama biz sana tâbi olursak Kureyş ile aramız bozulur, biz buna tahammül edemeyiz…"
Haa, işte menfaat, hakkı gördü ama menfaatinden vazgeçemiyor.
Ama bazıları dediler ki;
"Her ne pahasına olursa olsun, kendimizi koruduğumuz gibi seni koruruz, malımızı koruduğumuz gibi seni koruruz, yanımıza gel yâ Resûlullah!" dediler, Peygamber Efendimiz'i davet ettiler; Peygamber Efendimiz Mekke-i Mükerreme'den, Medine-i Münevvere'ye hicret etti. Mekke-i Mükerreme'den hakikat güneşi Medine'ye geçti… Şimdi artık Medine'ye gitmesi lazım. Bütün müslümanların hicret etmesi gerekiyordu, hicret etmeyen günahkâr durumda oluyordu; Resûlullah'ın etrafında toplanması lazım.
Sonra yıllar geçti Mekke fethedildi, artık hicret mecburiyeti kalmadı, iş tamamlandı… "O zaman kötülüklerden iyiliklere hicret gerekir gerekir." diye Efendimiz söyledi.
Ama hayatımızda bu her gün cereyan edip durur. Anneyle baba münakaşa eder, iki komşu münakaşa eder, karşına iki ihtilaflı şahıs gelir; her zaman hesabını [onlara göre] yapmayacaksın, hangisi bana daha yakın demeyeceksin… Hatta hasmın düşmanın bile olsa, haklıya haklı diyebileceksin, haksıza dostun bile olsa, sen haksızsın diyebileceksin; annen baban bile olsa, eşin kardeşin bile olsa, kendi menfaatin bile olsa, hakkı çiğnemeyeceksin, hakkı çiğnetmeyeceksin, hakkı tutacaksın. Böyle gider...
Cenâb-ı Hakk'ın rızası böyle kazanılır, böyle olmadığı zaman işler batar, yatar, bozulur, herkes menfaatini düşünür, herkes kasasını doldurmaya bakar, âhireti unutur, o zaman toplumlar da batar, kişilerin âhiretleri de hebâen mensûrâ, amelleri de zâyi olur, dünyada ettiklerine binbir kere, milyon kere, milyar kere pişman olurlar.
Bu dünyada yaşayan insanlar bu dünyaya çok önem veriyor, hepimiz önem veriyoruz. Halbuki Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki, -buradaki camide okumuştuk, bir sahih hadîs-i şerîf- "Bir insan dünyada hep cevr ü cefâ çekmiş, hiç yüzü gülecek durumu olmamış, elem, keder, üzüntü, hastalık vesaire... âhirette Cenâb-ı Hak onu cennetine sokar, şöyle bir cennetine daldırır, batırır, sonra;
"Ey kulum! Dünyada sen bir ızdırap çektin mi? Azap üzüntü gördün mü?"
Lâ vallahi. "Vallahi hiçbir azap görmedim." diye yemin eder. Çünkü dünya hayatı âhiretin yanında sıfır, hiç önemsemez.
Dünyada hep nimetler içinde, mükemmel, izzet ve ikram içinde, refah içinde yaşamış insanlarda cehennemlik, cehenmeme daldırılır çıkartılır;
"Dünyada bir lezzet, nimet gördün mü ey kulum?"
Lâ vallahi. "Hiçbir lezzet, nimet görmedim." der. Çünkü cehennemin ebedî azabı yanında dünyadaki nimetler, solda sıfır, sıfırın sıfırının sıfırı, bir hiç gibi, bir zerre gibi kalır...
Millet bunu bilmiyor, Peygamber Efendimiz sahih hadislerde söylüyor ama milletler, insanlar bunu bilmiyor; dünyadaki üç günlük hayatın hasis menfaatleri için hakkı çiğniyor, batılı işliyor, zulmü yapıyor. Şehirleri muhasara ediyor, bombalıyor, insanları, çoluğu çocuğu öldürüyor, kanları akıtıyor. İşte şu isimle, bu isimle, şu sebeple bu sebeple… İnsan insanın hemcinsi, kardeşi ama dünyada yirminci yüzyıl, Birleşmiş Milletler, vesaireler... zulümleri hiç engellemiyor. Herkes kendi yandaşı oldu mu ayağa kalkıyor, kendi aleyhtarı oldu mu, en büyük zulümler yapılsa bile sesini çıkartmıyor. Tabii imtihan, imtihanı kaybediyor.
Mü'min bütün ömrü cevr ü cefâ ile geçse yılmayacak… neden?
Bir "an" gibidir, bir "düş" gibidir bu hayat, âhirette ebedî saadet var. Onun için bu dünya hayatında isterse nimet olsun, isterse olmasın ama Cenâb-ı Hak binbir türlü nimeti de yine veriyor. Olmasa bile aldırmayacak, sabredecek, cenneti kazanacak… Sahabe-i kirâm öyle yaşadı, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem öyle yaşadı, öyle tavsiye buyurdu; dünyanın lezzetine, nimetine kapılmadı, keyfe safaya dalmadı; çalıştı çabaladı, insanlığa en güzel şeyleri öğretti, en güzel ahkamı getirdi; bize ona uymak düşüyor, yılmamak düşüyor, fütur getirmemek, fetrete düşmemek, gevşememek gerekiyor, devamlı çalışacak… Ölürse şehid oluyor, kalırsa gazi oluyor, zahmet çekerse sevap kazanıyor, nimet olursa şükrediyor, yine sevap kazanıyor.
Mü'minin sırtı yere gelmez. Allahu Teâlâ hazretlerine sonsuz hamd ü senâlar olsun ki bizi Allah müslüman eyledi. Bu en büyük nimettir, çünkü dünyanın cevri de safa ve sevap oluyor, sefası da şükredersen sevap oluyor. Yani her hâl ü kârda müslüman sevap kazanıyor, kâfir de her hâl ü kârda hüsranda oluyor. Tabii ilk bakışta aldatıcı bir takım boyalı görüntüler, insanlara yanlış tercihler yaptırıyor, kâfir yanlış tercih yapmıştır, mü'minin tercihi doğrudur; faziletleri tutan doğru tercih yapmıştır, rezaletlere dalan, işleyen, yanlış yapmıştır.
Allahu Teâlâ hazretleri bize gayret kuvvet versin, fütur getirmesin, ümitsizliğe düşürmesin, yolunda hizmet etmekten ayırmasın, rızasına vâsıl eylesin, takatimizin üstünde imtihanlara uğratmasın, ama imtihan gelirse de sabretme takati versin, yardım eylesin, tevfikini refik eylesin, her işimizin önünü sonunu hayr eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.