Anadolu topraklarına Asya’dan göçüp gelen ilk insanlar, bastıkları her karış toprağı hikmetleri ile sulamış aşıklar idi. Aşıkların piri ve önderi Ahmed-i Yesevi Hazretleri hikmetlerinde der ki:
Sabahları kulağıma nida geldi;
Zikr et! zikrini deyip yürüdüm işte.
Aşksızları gördüm ise, yolda kaldı;
O sebepten aşk dükkânını kurdum işte.
Aşıklık Anadolu’da hem ahlak hem de sıfattır, Orta Asya steplerinden buralara kadar getirdikleri. Öyle sinmişdir ki insanımızın diline geleneğine, hemen herkes az biraz şairdir bu topraklarda, aşıklık ise bir ahlak gibi hallerinin içindedir. Hemen her sözleri aşk, sevgi üzerinedir, bir yanık yürekten, aşk uğruna feda olmuş canlardan bahsederler. En güzel hikayeleri Mevla’yı bulduran mecazi aşklar üzerine kurulmuştur. Açıkçası sözlerin çoğu mecaza dairdir ama, hakiki aşkı arayanların yanık türküleri dilden dile yayılmıştır. Hatta bu alana tahsis edilmiş bir tekke-tasavvuf edebiyatı da vardır.
Âşık kelimesi önceleri XII. ve XIII. Yüzyılda Türk memleketlerinde büyük gelişme gösteren medreseler, tekkeler, asker ocakları ve diğer kültür mekânlarında çoğunluğu tasavvuf kültürü ile yetişip, bir kısmının okuma yazma dahi bilmediği şairlere verilen isimdir ki, Anadolu'daki ilk büyük temsilci olarak Yunus Emre’yi görürüz. Önceleri Yunus Emre tarzında ilâhîler ve tasavvufî şiirler söyleyen şairler için kullanılan bu kelime zamanla daha geniş bir anlam kazanmış, halk arasında hakiki-mecazi aşktan bahseden herkes aşık olmuş, sonra gönül sazını eline alıp çalanlara isim diye verilmiştir. Anadolu ve Balkanların Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında önemli rolleri olan Yesevî, Kalenderî, Bektaşî, Mevlevî vb. tarikatlar, âşıkları sayesinde en ücra yerlere kadar girmişlerdir.
En etkili aşıklar, hak aşıkları ya da badeli aşıklar adını taşıyanlardır. Bunların -çoğu zaman ergenlik çağlarında- düşlerinde (kimi zaman da uyku ile uyanıklık arasında) Pir (Hızır) elinden, ya da Pir'in kendilerine layık gördüğü yarin elinden, bade, dolu içtiklerine inanılır. Bu bade, olağanüstü özellikleri vardır, insana şiir ile aşk yeteneklerini kazandırır. Zaten bu iki erdem birbirinden ayrı görülmediği içindir ki ozana aşık adı verilir.
Ulu kişi aşığa üç adet dolu bade uzatır. Bazı âşıklar bu doluların hepsini içtiği halde bazılarının tam içemediği, bazılarının dolulardan birisini, bazılarının da üçünü de tamamen içtiği ifade edilir. Zaten badeyi tamam olarak içip içmemek çok da önemli değildir. Tesiri o kadar kuvvetlidir ki badeden ağza sürülmesi dahi bu etkiyi sağlamaya yetmektedir. Kutsal kişi ona mahlasını da söyler, . Badeyi içen âşıkların vücutlarını ateş sarar. Köroğlu’nun bade içişi şu şekilde anlatılır: “Köroğlu Bingöl civarında bir pınar başında üç derviş görür. Selam verir. Dervişler onu davet ederler. Köroğlu da yanlarına oturur. Dervişlerden birisi diğerine sorar:
'Hangi badeden sunalım?' Diğerleri, Köroğlu’na bakarlar:'Er dolusu!'
Öteki derviş tası, pınardan doldurarak Köroğlu’na verir, ‘Yaradanın aşkına iç’ der. İçince:
'Aman, derviş baba yandım' der. Derviş bir daha doldurur verir.
'Bunu da iç, pîrler aşkına.' Köroğlu ikinci doluyu da içer.
'Aman yandım, bağrımı ateş kapladı' der. O zaman derviş bir bade daha sunar.
'Bu da sevdiceğin aşkına, nasibin üç olsun' der.
Köroğlu üçüncüyü de içince ateş kesilir. Hemen orada eline geçirdiği bir odun saz olur. Başlar Köroğlu en usta âşıklar gibi çalıp söylemeğe.”
Halk şiiri, divan şiirinde olduğu gibi yüce, yüksek ve ideal olmaya değil hayatın gerçeklerine yönelik bir şiirdir. Bu şiirde önemli olan biçim değil "mana"dır. Bu yönüyle soyut unsurlardan çok somut unsurlar, hayali güzellerden çok gerçek güzeller; mitolojik kahramanlar, olağanüstü olay ve olgulardan çok günlük hayatın gerçekleri şiirde işlenir.
Bu eserlerde duygu, düşünce ve telkinleri, inandırıcı ve coşturucu mükemmellikte kılan ifade tarzlarını başlangıçtan günümüze kadar aynen bulmaktayız. Hatta duygu ve düşüncelerin, Tekke şairlerimizin İlahi'lerinde mükemmelleştiğini ve çeşitli coğ¬rafyalara yayılan, farklı sosyal yapıya sahip Türk toplumları arasında bile millî kültür unsuru olarak önemli görevler üstlendiğini de görmekteyiz.
Halk edebiyatımızın genellikle temel kaynağı ve ideolojisi İslam dini ve tasavvuftur. Bunun sebebi de Türk milletinin, İslamı imanı gibi, İslam tasavvufunu da yine Türk'ün inanma üslubuyla birleştirmiş olmasıdır. Aşık, gezici bir sanatçıdır; bildiği parçalar tükenince, dinleyicilerinin ilgisinin azalmağa başladığını sezince, kalkıp gidecek, yerini, "duyulmadık" şeyler getirecek olan başka bir aşığa bırakacaktır. Kendisi başka yerlerde şiirlerini hikayelerini duyuracak, yepyeni bir dinleyici kalabalığı, değişik bir hava içerisinde yeni esin kaynakları arayacak, yürek sesini başka yerlere, şehirlere, insanlara ulaştıracaktır.
İlahi aşka dair söylenen aşık sözlerinden bir kaçını söyleyiverelim bir çırpıda:
Son devrin aşıklarından Veysel, şiirinde:
Saklarım gözümde güzelliğini,
Her neye bakarsam sen varsın orda.
Kalbimde gizlerim muhabbetini,
Koymam yabancıya sen varsın orda.
demek suretiyle Allah’ın eşsiz ve benzersiz güzelliğini gözlerinde, muhabbetini ise kalbinde sakladığını ileri sürerek, âlem-i ervâhta Allah’a verilen ikrâra ait İslâmî inanışa telmihte bulunur.
Allah bir Peygamber hak
Rabbülâlemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası
ifadelerinde, en mütekâmil bir din hüviyetine sahip olan İslâmiyet’in, imân esaslarından, Allah’a ve peygâmberlere imân etmeyi tebliğ, telkin ve tastik ederken, eşi ve benzeri olamayan Allah’ın, âlemlerin mutlak Rabbi olduğunu, bu temel âkideye bütün Müslümanların aynı şekilde inanıp teslimiyet gösterdiklerini terennüm eder.
Bir Şanlıurfa türküsü ise şöyle der:
Mevlam Der Ki Doğruca Gel
Kulum Bana Fevrice Gel
Eğri Gelen Ermez Bana
Doğruluk Et Yolluca Gel
Kalk Seherden Yükün Bağla
Niyaz Eyle Çok Çok Ağla
Haddin Üzre İnci Çağla
Hub Yoluna Saç Uca Gel
Ya Peygamber sevgisi nasıl işlenmiştir:
Ey şahi risalet, sultan ı kevneyn!
Buyruldu şanına “Levlake levlak..”
Ey nur i nebüvvet ceddülhaseneyn
Senin için var oldu zemin ü eflak.
Sen şahlar şahısın, şehinşahısın;
Tarikat burcunun mehru mahısın.
Nice mücrimlerin sen penahısın
Münkir olan seni edemez idrak.
Derler ki Erzurumlu bir şairi dert alır, der ki Allah Resulü Mekke’den Medine’ye hicret edip mübarek kademini Medine toprağına bastığında halk galeyana gelmiş sokaklara dökülmüş te "talaal bedr-u aleyna" sözleri ile başlayan ezgiyi söylemişler her bir ağızdan. Ya Allah Resulü Erzuruma geleydi biz O mübareği nasıl karşılardık?.. Düşünmüş ve bulmuş, demiş ki:
Kadem bastın gönül tahtına sultanım sefa geldi
Dil-i pür-renc ü tab-ı derde dermanım sefa geldin
Gel ey dilberlerin şahı melahat burcunun mahi
Gedanın halini gâhî sorup şahım sefa geldin
Gel ey dilber-i alişan çün sensin hüsrev-i devran
Sana hep bende-i ferman buyur şahım sefa geldin
Bektaşi kültürünün yetiştirdiği şairlerden Türabi diyor ki:
Gel gönül gidelim aşk ellerine
Muradın yar ise bir tane yeter
Fikreyle kıldığın amellerine
Havayı cehline efsane yeter
Turabi özünü payımal eyle
Erenler yolunda kesbi hal eyle
Şu fani dünyayı bir hayal eyle
Gelip konan göçtü nişane yeter
Ve son olarak, mürşid sevgisinin belki de en güzel örneklerinden biri
Elâ Gözlü Pirim Geldi,
Duyan Gelsin İşte Meydan.
Dört Kapıyı Kırk Makamı,
Bilen Gelsin İşte Meydan.
Ben Pirimi Hak Bilirem,
Yoluna Kurban Oluram,
Dün Doğdum Bugün Ölürem,
Ölen Gelsin İşte Meydan.
Şâh Hatayi Der Sırrını
Meydana Koymuş Serini,
Nesimi Gibi Derisin
Yüzen Gelsin İşte Meydan.