Bugün yine sözlerimize bir seyyahın, Lamartine'in, Türk halkının hususiyeti olan derin tabiat idrakine dair sözlerini naklederek başlayalım:
"Güzel manzaralara, kükreyen denizlere, serinliklere, pınarlara, dağların karlı zirveleriyle çevrelenmiş engin ufuklara karşı duyduğu fıtri meyil Türk ırkının ana vasfıdır. Türkiye'nin her tarafında da aynı tabiat sevgisine rastlarız. Avam veya havas, büyük veya küçük her Türk'ün kalacağı yeri seçer ve düzenlerken bir tek kaygısı, bir tek ihtiyacı vardır. O da güzel manzaralı bir ufka sahip olmaktır. Evini kurduğu yerin şartları ve fakirlik buna imkân vermediği takdirde hiç olmazsa evin civarındaki bahçeye dikeceği ağaçla, yetiştireceği kuş ve güvercinler sayesinde bu ihtiyacını gidermeye çalışır. Yine bu meyilleri yüzünden Türkler nerede yüksek ve manzarası güzel bir yere rastlarsa oraya hemen bir camii bir zaviye bir kulübe yerleştirirler. Muhteşem bir ufka nazır, çeşme yanında, şirin yapraklı dalların gölgesinde oturarak gözlerini kıra veya denize dikmek ve bu vaziyette saatler/gün boyu belirsiz, müphem temaşa ile sarhoş olmak... İşte bir Müslümanın hayatı budur! Evini nereye ve nasıl kuracağını da tayin eden bu hayat tarzıdır. Onun büyük ihtiraslar, kendisini alevlendirip doğuştan aldığı ve saklı tutmakla birlikte hiçbir zaman kaybetmediği enerjisini tekrar ortaya çıkarıncaya kadar sakin ve sessiz kalmasının sebebi de budur."
Elbette bu sözler üzerine söylenecek çok şey vardır lakin biz ağaçlarla yetineceğiz şimdilik. Bir başka vesile ile de diğer hususları izah ederiz.
Bahçeler düzenlemek, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmek, halkımız arasında adeta bir ahlak bir derin bir alışkanlık halindedir. Hatta şehirlere sıkışmış olanlarımız bile eskiden, gerçi şimdi de görmek mümkün, balkonlarını, cam önlerini sardunyalar, kokulu karanfiller, yasemenler, leylaklar hatta fesleğenlerle doldururlardı. Bu enfes çiçeklerin sade görünüşü değil saldıkları doyum olmaz rayihalar bulunduğu mahallenin kokusunu bile değiştirirdi.
Çiçekler ve ağaçlar üzerinde emek sarf edip yeni türler keşfederler, onlara hususi manalar yükleyip şairane isimler vererek sevilenle bir bağ kurmaya çalışırlardı. Ecdadımız ağaçların bakımı ve sulanmasına için vakıflar kurmuş, verimsiz veya meyvesiz de olsa ağaçların sıcaktan kurumasına meydan vermemek üzere her gün sulanmaları için işçilere para vakfedecek kadar çılgın Türkler bile yaşamıştır bu topraklarda. Doğrusu onlar çağdaş uygarlığın bile ruhunu henüz kavrayamadığı bir çevre bilincinin parlak örneklerini arz etmişlerdir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur zira biz taşı, toprağı, dağı seven onların da kendisini sevdiğini söyleyen bir Resulün, eşi görülmemiş bir sevgi medeniyetinin ürünleriyiz. Öyle der Rasulullah: “Uhud bizi sever, biz de Uhud'u severiz.”
Bir başka hadisinde ise programımıza mevzu ağaça merhametini izhar eder. Bir çocuk açtır, yoksuldur, muhtaçtır. Daldan hurma düşürmek ister son derece şefkatli bir üslupla “Evladım” der, “ağaçları taşlama, dibine düşenleri al, ye!” (Tirmizi, Buyu’, 54.) Tabiata her ne bahane ile olursa olsun zarar vermenin önünü bu yumuşacık hadisiyle keser.
Anadolu insanı onun yolunu takip ederek ağaçlara gösterilen sevgi ve alaka o dereceye çıkarmıştır ki, aynı coğrafyada yaşayan Hıristiyan vatandaşlar, bu sevgi ve alakadan çekindikleri için kendi bahçelerindeki ağaçları bile kesemez olmuşlardır. Ağaç bulunan yerlere kesinlikle ev yapmazlar, bu iş için ağaçsız yerleri tercih ederlerdi. Bir ağaç bulunan yerde ev yapacak olurlarsa eskaza, damlarının en güzel ziyneti saydıkları bu ağaca, evlerini daraltma pahasına kâfi gelecek bir açıklık bırakırlar, ona nadide bir aile ferdi gibi muamele ederlerdi. O sebeple zalimce de olsa ağaçların üzerine sırlarını kazıyanları hoş görmesek de bir parça anlarız. Çünkü onlar evin ve insanın sırdaşıdırlar bizim kültürümüzde.
Anadolu ve ağaç deyince ala hemen iki ağaç türü gelir: Çınar ve Selvi. İkisi de çok mühimdir hayatımızda, bir kalıcılığı ve uzun ömrü, kuvvet ve kudreti işaret ettiği gibi diğeri fenayı, beka alemini ve daha çok ölümü hatırlatırlar. Bir seyyah ağaçlara gösterdiğimiz bu alakaya yine şöyle değiniyor:
“Türklerin asırlardan beri gölgelerinde dinlendikleri bu güzel tabiat mahsullerine karşı besledikleri hürmet sâyesinde Türkiye’de altı, sekiz ve hattâ on ayak çapında çınarlar vardır: Bâzan bunlar tâzeliklerinde letâfet ve şöhretini te’min ettikleri evi havasız ve ziyâsız bırakacak nisbetler almaktadır.”
Osmanlı hatırasında Osman Bey ile bağlantılı bir çınar hatırası da var elbette, her görüldüğünde bu muazzam devletin inkişafını hatırlatan. Fakat çınarın onu çeşitli benzetmelere konu eden vasfı mutlak ve mutlak temiz bir kaynak suyuyla var olabilmesidir. Dikildiği yerde olmasa dahi, yakınlardan bir yerden geçiyorsa eğer, çınarın kökü gidip o suyu bulur ve oraya bağlanır. Kaynağa kökten bağlanmamışsa, dışardan sulamakla iflah olmaz çınar. Yani bir yerde çınar varsa, derinliklerinde onu kökten besleyen tertemiz bir kaynak suyu da var demektir. İşte burada ecdad bu hikmetli ilişkiye büyük anlamlar yüklüyor. Diyor ki misal:
“Su” anasır-ı erbaadan ve Efendimiz (SAS.)’e işarettir. Fuzûlî’nin meşhur na’ti bunun için “Su Kasidesi”dir. Mürşîd-i kâmil olan ya sulben ya manen Hz. Peygamber (SAS.)’e bağlıdır. O’nun getirdikleri, O’nun ikrâm ettikleriyle beslenir ve var olabilirler ancak.” Bâkî de sonbaharı anlattığı şiirinde bu benzemeden hareketle:
Eşcâr-ı bağ hırka-i tecrîde girdiler
Bâd-ı hazan çemende el aldı çenârdan.
[Bahçedeki ağaçlar tecrit hırkasına girdi; (yapraklarını döktü). Sonbahar rüzgârı çınar (ağacından) el aldı.]
Hatta şiirlerimizde “aşk ateşiyle içi kavrulmuş âşıkların” mazmunu olarak, daha çok yıldırım ateşine uğramış, içi yanmış, kabuktan ibaret böyle çınarlardan çokça söz edilir. Neye benzetmek mümkün ama çınarda şikayet yok, o sebeple çınarlar daha çok rıza makamına, fenâfillâh mertebesine erişmiş mürşid-i kamillere teşmil edilmiştir. Mürşid-i kâmiller; nasihat ve öğütlerinin uzun ömürlü olması, nesilden nesile aktarılması sebebiyle de çınara benzetilmiş eski kültürümüzde.
İnsanı ruhen ve bedenen teskîn eden, kalbe huzur veren çınarların diğer ağaçlara nispetle birkaç derece daha serin olduğunu söylüyor bilim adamları. Hatta, yapraklarından salgıladığı bir öz su yardımıyla gölgesinde zararlı ot bitirmediği ise başka bir ilmî tesbit. Ana yol güzergahlarında yolun iki tarafına çınar ağaçları dikilerek oluşturulan hıyabanları yanında çınarlar bu özelliklerinden dolayı köy meydanlarında ve cami avlularında da çokça görülürler. Parantez arasında belirtelim ki, cami avlularına çınar dikilmesi, gölgesinden istifade kadar, bu ağacın yıldırımları çekme hususiyetinden faydalanıp yapıyı korumaya matuf bir tedbir olarak da görev üstlenmiş. Bir benzeri bugün Bayezid meydanında görülebileceği gibi çınar gölgesinin çekici bir mizacı da var. İnsanlar ister istemez ona yönelirler, çayını yudumlarken hatırasının en tatlı sohbetlerinden birini tecrübe ederler.
Bakın buradan ne çıkarmış ne güzel bir teşbih daha üretmiş ecdadımız: bu muzahrafattan ari, kalbe ve bedene şifa serinlikler içindeki çınar altı sohbetlerini bir mürşid-i kâmilin sohbet halkasında buldukları zevk ve emniyete benzetmişler.
Bir de selvimiz var bizim… Bahçelerimize, cami hazirelerine, yol, su ve özellikle de ırmak kenarlarına dikilmiş servilerimiz. Rüzgarda ince uzun endamıyla sallanan bu zarif servilerin ince, narin görünüşleri için atalarımız; "Selvi uzun hem de yapısı güzel" demişler, güzellerin boyunu selviye benzetmişlerdir. Selvi olmayan Türk köyü, evi yoktur desek, tek tek bakmamış olsak bile isabet ihtimalimiz nerdeyse yüzde yüzdür.
Yahya Kemal "biz" diyor ‘ölüleriyle yaşayan bir milletiz. Hatta ölülerini de yaşatan bir milletiz desek mübalağa olmaz. Zira şehrin en güzel ve yeşillik yerlere kabristanlardı bizde, öyle bakımlı, temiz, yeşil, ışıl ışıl. Kabristanlıkların yeşillendirilmesi için çeşitli bitkiler dikmişiz. Ama en çok selvi ağaçlarını tercih etmişiz. Özellikle eski mezarlarımızda dağ gibi selvi ağaçları göze çarpar. Bunun bir sebebi var elbette: Selvi ağacı görünüş itibariyle birliği temsil eder. Tıpkı Osmanlı yazısındaki Elif harfi gibi… Uluhiyete uzanışı, vahdeti hatırlayışı yanında dünyanın geçiciliğini, kalanın sadece hayır ve güzellikler olduğunu, gidenin vereceği hesaba bile yardım ve destek gayretini bildiriş vardır kabirlerdeki selvi endamında. Bu alışkanlığı ecdadımızın şu hadisi şerifi hatırlatır herkese, Buhari’den nakildir:
"Resul-i Güzin efendimiz iki kabre uğramış ve şöyle buyurmuştur:
'Şüphesiz ki o ikisi azap çekiyorlar. Çektikleri azap da büyük bir şey değildir (kolay olan, fakat ondan korunmaları nefislerine zor gelen bir şeydir) Oysa o şey, büyük günahtır.' Sonra şöyle buyurdu: 'Evet! Onlardan birisi, (insanlar arasında) laf getirip-götürürdü. Diğeri ise idrardan korunmazdı. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra yaş bir dal isteyerek onu ikiye ayırdı. Bir parçasını birinin üzerine dikti, diğerini de öbürünün üzerine dikti ve: 'Bu iki dal, yaş kaldıkça o ikisinden azabın hafifletmesini ümit ederim' buyurdu." [Buhârî, hadis no: 1387, Müslim, hadis no: 292]
Anadolu insanı evvelden gidenleri hep ferah tutabilmek için selvi gibi uzun ömürlü ve zarif silüetli ağaçları dikerek Rasulullah Efendimizin incelik ve şefkatini belirten en güzel emareleri kabirlerimize armağan etmişlerdir.