"Misafir on kısmetle gelir” gelir der bizim Peygamberimiz, “birini yer dokuzunu bırakır gider." Ayrıca ilave eder: "Misafir, rızkıyla gelir” der “ev sahiplerinin günahlarının affedilmesine vesile olarak çıkıp gider."
Bu hadis-i şerifler hürmetine bizde misafirin hürmeti ziyadedir. Her yer ve durumda mütevazı ve sade bir üslubu tercih etse de misafir söz konusu olduğunda adeta şahsiyet değiştirerek varıyla öğünmeden yokluğuna yerinmeden, elinde olanı misafirin önüne serer. Misafirperverlik tek bir ferdi bile dışarıda kalmayacak biçimde Anadolu halkının müşterek niteliğidir. Efendiliği ile meşhur Anadolu insanının misafir kapmak uğruna giriştiği mücadele sahneleri tarih kitaplarına dahi geçmiştir. İbn Batuta seyahatnamesinde Anadolu'da karşılaştığı pek çok misafirperverlik manzarası çizer ama biri fıkralara konu olacak cinstendir. Denizli yöresindedir yazar ve şöyle anlatır:
"Şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkânlardan çıkan birtakım insanların atlarımızı çevirerek yularına asıldıklarını gördük. Bir başka grubun ise bunları durdurarak onlarla çekişmeye başladıklarını müşahede ettik. Aralarındaki çekişme uzayıp kızışınca bazıları hançerlerini çekip ötekilere saldırmaya kalkıştılar. Dillerini bilmediğimiz bu insanların ne konuştuklarını anlamadığımızdan korkmaya başladık. Bunların yol kesen Germiyanlılar olduğu kuşkusu ile bu şehrin onlara ait olduğu, malımıza ve canımıza kastettikleri kaygısına düştük. Sonra Allah bize Arapça bilen ve Hacca gitmiş olan bir adam gönderdi. Ondan bunların bizden ne istediklerini sordum. Dedi ki, bunlar Ahilerdir. Bizimle ilk karşılaşanlar Ahi Sinan'ın arkadaşları, sonradan gelenler ise Ahi Duman'ın kardeşleriymiş. Her iki taraf da bizim kendi yanlarında misafir olmamızı isterler. Bu yüzden çekişirlermiş. Onların göstermekte oldukları bu yüksek misafirperverliğe hayran olmamak elde değildi. Nihayet işi kur'a çekmek suretiyle halletmek yoluna gidip anlaştılar. Kim kazanırsa önce o tarafın tekkesine misafir olmamız kararlaştırıldı. Kur'a, Ahi Sinan takımına düştü. Adı geçen, bunu haber alınca gelip bizi karşıladı ve hep birlikte gidip onun tekkesine misafir olduk.
Ahi bizlere yemek ve çeşitli meyveler getirdi. Nadirattan olan birkaç kötü huylu insanların haricinde, her yerde Türk misafirperverliğiyle karşılaşmıştık. Cenab-ı Hak cömert ve hamiyet sahibi olan, yabancılara şefkat ve merhameti esirgemeyen, misafirlerine iyilikle muamele ederek muhabbet gösteren şu taifeyi daima hayırla mükâfatlandırsın. Allah bütün Ahilerden razı olsun. Bilinmelidir ki onlardan her hangi birinin zâviyesine adım atan bir yabancı, en sevdiği yakınının yanına gelmiş gibi mutlu, huzurlu ve güvende olur.”
Özellikle yabancılara, garibanlara, uzaktan gelmişlere yönelik bu misafirperverlik niteliğimiz eşe dosta ikrama dönüşse de aslının yolcuya ve yabancıya ikram olduğunu nakledilen anı ve hatıralardan anlıyoruz. Mesela bir gayri müslim diyor ki:
“İstanbul civarındaki gezintilerimde ben hep bu milletin lütufkârlığıyla misafirperverlik aşkına şahit oldum. Rastladığım hangi Türk’e yol sorsam, hemen bana rehberlik etme teklifinde bulunuyor, yiyecek ve içecek şeyler hususunda elinden gelen ikramda kusur etmemek suretiyle de hep aynı kibarlığı gösteriyordu.”
Geleneğimizde misafir kendisini hiç bir zaman yabancı hissetmez yabancı olsa da, bilakis gökten inmiş bir kutsal armağan olarak kabul edilir. Garip ve kimsesizlere dinimizde verilen özel önemden dolayı, garibe garipliğini sezdirmemek yüksek Anadolu ahlakının önemli bir parçasıdır. Ülkemize konan göçen her yabancı bunu yakînen hisseder, kendi vatanlarında dahi bulamayacakları bir yakınlık, samimiyete şahitlik ederler. Bu ali meziyetimiz kurumsallaşmış herhangi bir bedel ödemeden barınılacak, yenilip içilecek, günlerce konaklanabilecek hanlar ve zaviyeler inşa edilmiştir. Bu samimiyet ticaretimize bile yansımış, yabancı tüccarlara gösterilen serbestlikler yerli tüccarları dahi şaşırtacak boyuta ulaşmıştır.
Anadolu'da misafir ağırlamak herkesin sahip olamayacağı bir şandır. Ona evin en güzel odası ayrılır, en iyi yemekler ikram edilir. Aniden gelen misafir “Tanrı misafiri” veya “Allah misafiri” olarak tanımlanır ve çok makbuldür. Ev sahibine evinin adeta bir çok ev arasından seçildiği hissini verir. Eve gelen misafir hangi şartla gelirse gelsin “eşikten geçmiş” olarak kabul edilir. "Bereketi ile geldiğine" inanıldığı için Allah tarafından gönderilmiş bir ihsan olarak görülür. Hatta misafiri taşıyan binekler dahi özel ihtimama tabi tutulur, ev sahibi hizmetkarı varsa bile bu işi bizzat üstlenir.
Yemek tabi olarak yer sofrasında, sofra bezi veya sini üzerinde ortak bir tabaktan yenir, sofrada çorba, hoşaf ve pilav için kullanılan kaşıklar dışında başka bir sofra gereci kullanılmazdı. Kaşık yerine bazen sulu yemekleri yerken, kalınca bir yufka “susak” denilen biçimde, kaşığa benzer şekilde katlanılarak kaşık yerine kullanılırdı. Çatalın Avrupa'da icat edildiği 18. yüzyıla kadar hem orda hem Anadolu da çatalın işlevini parmaklar görüyordu. Sağ elin üç parmağıyla yemek yemek görgü kuralları içinde sayılırdı, avuçla yemek ya da bütün eli kirletmek sünneti ihlal sayılıyordu. Yemekten önce ve sonra ellerin yıkanması elbette sofra adabının değişmez bir gerekliliğiydi. Sofra taşınabilir bir düzen içinde hazırlanır, evin herhangi bir odasına veya bahçeye kurulabilirdi.
Gelir düzeyi müsait olanların evlerinde evin en güzel odası veya köşesi misafirler için döşenir-süslenir, misafir ağılamada mekana da hususi bir özen gösterilirdi. Bazı evler, köylerden ya da memleketlerden akıp gelen herkesin konakladığı yerlere dönüşürdü. Herhangi bir yere ulaşım uzun süreler aldığından konaklama kaçınılmazdı ve insanlar kendi köylülerinin evlerinde kalmayı tercih ederlerdi. Hasılı bu evler özellikle pazar kurulan günlerde dolar taşar, her gelen tertemiz ve mis kokulu bembeyaz ve nakışlı çarşaflarda yatırılır, mis gibi yemeklerle gıdalandırılırdı.
Köylerimizde de misafir odaları bulunurdu, köye yolu şu ya da bu sebeple uğrayacak olanlar için. Bu misafir odası genellikle caminin yanında bulunurdu. Misafir eğer evde değil de köyün misafir odasında ağırlanacaksa köylüler, kime geldiğini dikkate almadan onu köyün misafiri kabul eder, kaldığı süre boyunca sırayla yemeklerini gönderir, ne kadar kaldığı kalacağı kesinlikle sorulmazdı. Kendilerine bile yetmeyecek olsa yiyeceklerini misafirlerine ikram eder, dinimizde isar dediğimiz yüksek ahlakı en mütevazi biçimiyle sergilerlerdi.
İtiraf etmek icap eder ki bu cömertlik ve ikram köylerimizde daha fazlaydı, hala öyledir. Mevlana der ki: “misafirperverlik köylüde, zarafet şehirlidedir”. İkisi de ölçülemez ve mukayese edilemez niteliklerdir ki Anadolu insanına pek yakışırlar.