Bir okçuluk kitabı olan “Kavsnâme”de Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen, “Kuvvetten murad ok atmaktır.” sözü ile başlar.
Allah (c.c.) yolunda ilk ok atma faziletinin sahibi, şanlı sahabi Sa’d bin Ebi Vakkas (r.a.)'ın da İslam tarihinde güzide bir yeri vardır ve okçuların pîri kabul edilmiştir. Her okçu kirişi her gerişinde kendi yerinde Sa’d b. Ebi Vakkas varmış gibi düşünür. Attığı oku bırakırken dilinden dökülen “Ya Hak!” nidası onu Rabbine biraz daha yaklaştırır. Her oku bırakış bir ibadet gibidir.
İslam’ın gelişme sürecinin önemli savaşlarından biri olan Uhud Gazasının ölüm kalım mücadelesi verildiği en tehlikeli anlarında, Peygamberimiz (SAS.), Hz. Sa’d’a elindeki okları verip: “At, ya Sa’d at! Anam babam sana feda olsun” buyurarak, ona büyük iltifatta bulunduğu o an her kemankeşin dimağındaki en canlı tarih sahnesidir.
İslami kaynaklara göre ok ve yay, ilk defa Hz. Âdem’e verilmiştir. Ancak özellikle okçuluk, güreş, ata binme vb. savaş sporlarını destekleyen Peygamber Hz. Muhammed (SAS.) olmuştur. Ok ve yayın dini nitelikleri ve ok atmanın faziletlerini anlatan 40 kadar hadisin mevcudiyeti bilinmektedir.
Ok, Türklerin ise pek eski zamanlardan beri kullandıkları bir silahtır. Okun Türk icadı olduğu görüşünü savunanlar bile vardır. Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a kadar uzanan coğrafya içinde, kendi savaş kültürüne ait olan ok ve yay özelliklerine, karşılaştığı kültürlerin ok ve yay özelliklerini de katarak savaşlarda kullanmışlardır.
IX. yüzyılda yaşamış olan İslam müellifi Cahız, Türklerin ok atmada ve binicilikteki maharetlerini şöyle dile getirir: “Türk’ün silahı, atı ve koşum takımları ile ilgili her şeyi yanında bulunur. Türk, hızla koşan at üzerinde dört yana ok atar. Türk’ün ömrünün yarısından fazlası atın üzerinde geçer. Türk hem çoban, hem veteriner, hem süvari hem de cengâverdir. Hülâsa “Bir Türk, başlı başına bir millettir.”
Ok atmada Türklerin ustalığını Selçuklu Sultanı Sancar 1141 yılında vuku bulan Katvan savaşından önce şu sözlerle vurgulamıştır; “Bizim ordumuzda öyle yiğitler vardır ki her birisi ok ile kılı ikiye ayırır.” Zira sultanından askerine Selçuklular, İbn Bîbî’nin ifadesiyle süt emmeden kesildikleri andan itibaren ok ve gürz kullanmakla meşgul olurlardı.
Komnena, ecdadımız hakkında şu ifadeleri kaydetmiştir: “Düşmanı tam bir çember içine alıp ona ok atarlar ve kendilerini uzaktan savunurlar. Kovalamaya geçmişlerse, düşmanını ok atmakla haklar; kendisi kovalanıyorsa, okları sayesinde üstün gelirler. Bir ok fırlatır ve ok uçarak ya ata ya da atlıya saplanır; ok, [yayın] çok güçlü bir elle [gerilmesinden sonra] atılmışsa, gövdeyi bir yandan ötekine delip geçer; onlar [Türkler] gerçekten çok usta okçulardır.” Muharebelerde, daha önce zikredildiği gibi Türklere has başparmak çekişi ile üst üste süratle atılan oklar düşmanın üzerine kesintisiz ok yağmuru şeklinde düşerdi.
Osmanlı Devleti’nde savaşlara orduyu hazırlamak adına günümüz ismi ile stadyum, o dönemki adı ile menziller bulunmaktaydı. Bu menzillerin şeyhleri (Başkan, Eğitmen) ve müritleri (Sporcular) vardı ve bugünkü karşılığı ile federasyon işlevi gören tekkeler, bu şeyh ve müritlere barınma, yeme, içme imkânınlarının yanında özellikle bir okçuda bulunması gereken nitelikleri kazandıracak terbiyeyi ve dini eğitimi veren kuruluşlar olarak çalışırlardı.
Okçuluğun geliştirilebilmesi ve ok talimlerinin muntazaman yapılabilmesi için kurulan okçular tekkesi (spor kulübü)’nin başında “Şeyhü’l-meydan- Okçular şeyhi” denilen bir vazifeli bulunur ve her iş usulüne göre icra edilirdi.
Okçulara "Tirendaz, Tirzen, Kemankeş, Kavvas, Tirkeş" denilirdi. Kemankeşler her gün "Alelade idman" yaparlardı. Önemli yarışmalardan önce "Muhkem İdman" ağır ve zorlu çalışma dönemine girerlerdi. Okçuluk yapmak isteyen kişiler önce tekke şeyhinden izin alırlar ve namaz kılarak çalışmalara başlarlardı. "Şakirt" denilen acemi okçular önce tekkede yapılan ilk bölüm çalışmalarına katılırlardı. Bu acemi okçulara önce yayla idman yaptırılırdı. Bu idmanda ustasından "Kepaze kabzasının" nasıl tutulacağını öğrenen okçu, bu çalışmada vücudun kepaze ile uyum kazanmasını sağlardı. İlk dönemlerde 66 kez kepaze çekilirdi. Bu çalışma ustaların yönetiminde günde bine kadar çıkarılırdı. Bu arada " Şakirtler" her sabah on kez den başlayarak her defasında arttırmak üzere avuçlarını bir mermere vurulardı. Okçuluk hem kuvvet hem de yetenek gerektiren bir beden sporu olduğu için uzun bir hazırlık dönemini zorunlu kılardı. Bu çalışmalar toplam dört ya da beş ay sürerdi.
Kemankeşlik eğitimi ve sonrasında yapılan antrenmanlara genel olarak “meşk” denir. Meşklerde asıl amaç vücudun sınırlarını zorlamak ve bu sınırların nerede bittiğini bilebilmektir.
Deyimlerimiz arasına girmiş olan kepaze kelimesi, aslında okçuluk eğitiminde kullanılan talim yayı demektir. Bu yaylarla ok atılmaz, sadece boş çekiş yapılır. Kepaze yayları ok atmak için kullanılan yaylardan çok daha zayıf ve kötü görünüşlü yaylardır. Yayın iki ucunu birbirine bağlayan ipe “çile” denilir. Okçuluk talimlerine yeni başlayan “kepazekeş” öğrenci, bitmek bilmez “çile çekme” idmanlarını tamamlamadan, eğitiminin bir sonraki aşamasına geçemez. Okçuluk eğitiminin çok sıkıcı ve zor olabilen bu safhasına çile çekmek de denilir. Tasavvufta da “çile çekme” kavramı vardır.
Günümüzde ağzından lâf alınamayan kimseler hakkında söylenen “Kemankeş Sırrı” tabiri, aslında kişinin, kendi hünerini Hakk’ın inayetiyle birleştirmesinin zaruretini anlatmak için kullanılır. Kemankeş namzedi, kabzayı ustasının elinden alırken, ustası, bu işe talip olanın kulağına: “Ey bu işe talib olan! Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.”(Enfal/17) ayetini okur. Böylece, namzedin sporculuk hayatı boyunca kazanacağı başarılardan dolayı gurura kapılarak kulluk sınırını tecavüz etmemesi gerektiğinin şuuru telkin edilir.
“Kemankeşlerin”in yalnızca iyi birer atıcı olması yetmez, her türlü rekabetin üstünde saygı ve sevgiye dayanan bir kardeşlik havasının olmasına da dikkat edilirdi. Kıdemli atıcılara ve eğitmenlere saygıda kusur edilmez, atışta hileye sapanlara, yolsuzluk ve serkeşlik edenlere müsamaha gösterilmezdi. Kabza talibinin önce kendisine bir üstat edinmesi, onun nezaretinde gerekli eğitimi görmesi, atış usullerini kaidelerine uygun olarak öğrenmesi ve idmana ara vermemesi gerekir. Talib ayrıca kendisine kabza sahibi kemankeşlerden birini yol kardeşi olarak seçmesi gerekir, ondan tekke ve meydan törelerini öğrenirdi. Usul ve adaba aykırı hareket edip bunda ısrar eden kemankeşler, yolsuz addolunur ve şeyh tarafından “Bizimle oturma!” denilerek tekkeye alınmazlar.
Uzun mesafe atışlarında rüzgârın istikametine göre (Yıldız, Lodos, Gündoğusu) atış yerleri vardı. Yarışacak kemankeş, ayak taşı denilen yere abdest alarak gelir ve orada bulunan diğer kemankeşlerin, hep bir ağızdan, kendilerine has bir söyleyişle: “Ne hava vü ne keman-ü kemankeş; Ancak erdiren menziline nidayı ya Hak!” diye seslenmelerinin ardından okunu atardı. Bir atıcının atmaya muvaffak olduğu en uzun mesafe bir rekor teşkil eder ve okun düştüğü yere atıcının adı ve tarihini belirten ve adına “menzil taşı” denilen mermerden abidevi bir sütun dikilirdi.
Rekoru kıran kemankeş, abidenin altına para serper ve büyük bir ziyafet tertip ederek tekke şeyhi ve yardımcılarına hediyeler verirdi.
Daima büyük değer verilerek tutulan yaya, ilahi bir anlam da yüklenir: Yayın üst kolu “iyiliği, temizliği, doğruluğu, güzelliği”, alt kolu da “kötülüğü, bayağılığı, düşüklüğü” simgeler. Yani bir tarafta “ulvîlik”, bir tarafta da “suflîlik” vardır. Kâinatta ve insanın tabiatında bulunan bu iki zıt mefhumu ise kabza birleştirir. Kabzanın ortasına yerleştirilen kemikten bir parça, bütün mevcudatın ortak özünü, yani “vahdet-i vücûdu” sembolize eder.
Derler ki:
“At dorudur, diğerleri renktir
Ok akkavaktır, diğerleri çöptür
Şehir Anadolu’dur, diğerleri köydür
Türk binicidir, diğerleri yükdür.”