Ecdadı mümtaz kılan ondaki dini yaşamada fevkalade azim yahut sebattan ziyade onu bütün unsurları ile yaşanılır kılmadaki başarısıdır. Gayretleri neticesinde bütün bir halka sirayet etmiş Anadolu ahlakının asırlarca bu topraklarda yaşamasını sağlamışlardır.
Çok bilinen bir konudur selamlaşma ama öğrenmenin en iyi yolu da tekrardan geçer, bir kez daha tekrarlayalım. Zira eskilerde en gözde adetimiz gelen geçene, karşılaştığımıza, gördüğümüze göreceğimize selam vermek ve yollamaktı. Özellikle İstanbul ahalisi sokakta karşılaştıkları tanıdık tanımadık herkese selam verirdi. Esasen tanışma faslı selâmlaşmakla başlardı. Selâm verme alışkanlığı olmayanlara ise genelde "yoz” veya “ham” olarak bakılırdı. Hatta birbirlerine dargınlığı olanlar bile karşılaştıklarında mutlaka selâmlaşırlardı. selâmlaşmak, Müslüman’ın yapması gereken zorunlu bir ibadet olarak bile algılanırdı. Şimdi ise eskaza birine selam verdiğinizde çoğunluk kendinize kendiniz mukabele etmek durumunda kalıyorsunuz.
Dinimize göre selâm vermek sünnet, selâm almak ise selâm verenin muhatabı üzerindeki bir hakkıdır. Muhatabın selamı verenden daha güzel biçimde alması Kur’an'ın emri, Resulullah Efendimiz'den gelen usûlü ve erkanıdır.
“Size selâm verildiği vakit, ondan daha güzeliyle veya aynı selâmla karşılık veriniz. Şüphesiz Allah her şeyin hesabını gereği gibi yapar” (Nisâ Suresi, 4/86).
İnsanlar birbirleriyle karşılaştıklarında kimisi “Selâmü Aleyküm” derdi, kimisi “Selâmün Aleyküm” derdi, kimisi “Selâmı aleyküm” derdi, kimisi “Selâmın aleyküm” derdi, kimisi “Selâm aliküm” derdi ve hatta “Selâmlı aliküm” diyenler bile vardı. Ancak hepsi de aynı kapıya çıkardı ve hepsinden maksat “Allah’ın selâmı üzerine olsun” demekti. Köy odalarındaki selâmlaşma adabı ise ayrıydı. Köy odasına girenler mutlaka saygı ve edep içinde selâmını verir ve gösterilen yere oturduktan sonra odada bulunan herkes yeni gelene bu kez “Merhaba” derdi. Merhabadan murat: "burada eminsin, burada sana kötülük gelmez, ben senin dostunum" idi. Aynı davranış selâm verip eve gelen misafirlere karşı da sergilenirdi.
Selamlaşma sadece sözle yapılmaz beden dili de kullanılırdı. Dil selamı telkin ve teklif ederken el ‘’muhabbetin yüreğimde ‘’ anlamında göğse götürülür sonra ‘’yâdın dilimde’’ anlamında dudağa değdirilir ve en son ‘’başımın üstünde yerin var’’ anlamında başa konulurmuş.
Eski kültürümüzde selamlaşma, hal hatır sorma ve vedalaşma son derece ince ayrıntılarına kadar belirlenmiş, her biri ayrı manaya gelen hikmet dolu sözlerle yapılırdı.
İslam adabı gereği selamı küçük büyüğe, az çoğa verir. Hatırı ise büyük küçüğe sorar. Küçük büyüğe hatır sorarken "Allah ömürler versin" der. Tasavvufta ise şeyh hatır sorarsa, "aşk u niyaz eyleriz" denirdi. Küçüğe selam, büyüğe saygı, hürmet gönderilirdi. Büyükler küçüklerin gözlerinden öper, küçükler büyüklerin ellerinden.
Konuşmada küçük büyüğe "arz eder". Büyüğün sözlerine "buyurduğunuz gibi" denir. Sizden çok küçük olmadığı halde, tevazu gereği "efendim arz etmiştim" diye cümleye başlayan birine hemen "estağfirullah" diye cevap verilir. Eski insanlar kendilerinden "bendeniz", "kulunuz", "fakir", "abd-i aciz" gibi kelimelerle bahsederler. Büyüğe "bir emriniz var mı?" diye sorulur, büyük ise tevazu gereği cevap olarak "estağfirullah ricam olabilir" derdi. Yolda bir iş yapan görüldüğünde "kolay gelsin", yemek yiyene "bereketli olsun", balıkçıya "rast gele", abdest alana "hayrını gör", namaz kılmış olana "Allah kabul etsin" diyerek hayır dua edilir, dil boş sözden ve hayırsız lakırdıdan uzak tutulurdu.
Evlerin kapı tokmakları, penceredeki çiçeklerin gösterdiği mânâdan geri değildi. Kapı tokmakları çift halkadan müteşekkildi. Bunlardan, aslan başı motifli ve büyük olanı kalın, çiçek motifli ve küçük olanı da ince ses çıkartırdı. Eğer eve bir erkek misafir gelmiş ise, kalın sesli tokmağı tıklatır, içerdeki ev sahibi gelenin bir beyefendi olduğunu anlar, kapıyı evin beyi açardı. Bey yoksa mahremiyete uygun olarak kapı açılırdı. İnce sesli tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanımefendi olduğu anlaşılır, kapıyı evin hanımı açardı.
Bir eve girerken destur alınır. Bir yere girildiğinde kalkılırken mutlaka izin istenirdi. Çünkü gelmek irade, gitmek icazetledir. Müsaade isteyip kalkılır ve cevaben "estağfirullah, ayağınıza sağlık, yine bekleriz" şeklinde mukabele edilirdi. Yemekte ev sahibine söylenen "ellerinize sağlık, kesenize bereket, Allah ziyade etsin" gibi sözlere, "beğendiyseniz bir daha yapalım, beğenmediyseniz beğendirene kadar yapalım" sözleri ile karşılık verilirdi.
Vedalaşırken "Allahaısmarladık, Allah'a emanet olunuz, sağlıcakla kalınız, hoşça kalınız" denilirdi. Cevaben de "yolunuz açık olsun, güle güle, selametle, uğurlar olsun" şeklinde karşılık verilirdi. Özellikle İstanbul Türkçesi'nde "devletle!" şeklinde yolcu edilip, kapıda gidenin arkasından "hayırlara karşı" denilirdi.
Tasavvuf ehlinin büyüklerle vedalaşırken "fakiri gönülden çıkarmayınız" sözüne, büyükler "gönüldesiniz efendim, gönülden çıkarmayız" şeklinde cevap verirlerdi.
İşte böyle edep, erkan bilenlere "çelebi adam, efendi adam" denilir, tersi olanlardan da "yol yordam bilmez nadanın biri" diye bahsedilirdi.