Bizim kültürümüzde temizlik bir fıtrat-ı tabiiyye halinde mevcuttur. Esasında tarih kitaplarında veya anılarda anlatılan ecdadımıza mahsus temizlik özelliğini günümüzde onlardan bize miras kalan belki de en iyi muhafaza ettiğimiz bir özellik olarak kabul edebiliriz. Zira insanımız hala dünya halkını şaşırtacak derecede başka her tür niteliğinden önce temizliği ile meşhur, elhamdulilllah. Farklı biçim ve ölçülerde olsa bile temizlik yurdumuzdaki her hanede başköşeye yerleşmiştir.
“Temizlik îmânın yarısıdır!” (Müslim, Tahâret, 1) hadîs-i şerîfini hüsn-i hatlarla yazarak evlerinin ve ibadethânelerin duvarlarına asan atalarımız, gönül, zihin hatta genlerine kazıdıkları bu düsturu büyük bir maharetle nesilden nesile taşımayı başarmışlardır.
Suyla haşır neşir olunmuş dış temizlik aslında batıni temizliğin de bir parçasıdır. Çünkü temizlik, ibadetlerimizi yerine getirebilmemizin ilk şartıdır. Bu sebeple ecdadımız onu günlük hayatımızın esası haline getirmiş, beden temizliğinin günlük ve haftalık rutinlerini bir tertibe yerleştirmiş, insanlar arasında temizlik bir müsabaka şeklini almıştır.
Hele kadınlarımızın dere kenarlarında veya çeşme başlarında yıkadıkları çamaşırların beyazlığını yarıştırmaları temizliğin bir sonraki estetik aşamasına ulaşıldığını gösteren bir durumdur. Elbette akan su kenarında yıkanan çamaşırlar su ve sabun israfına yol açmasın diye başka tedbirler de üretmişlerdir. Mesela evlilik çağına gelen kızların önüne bir tepe halinde çamaşırları yığar, yeter miktar su ve bir kalıp sabunla ne kadar temiz yıkayacağını ölçerlermiş. Elbette bu su ve sabun israfının önüne geçmek için bir tedbir olarak öğretilirmiş
Eşyalarını sadece görünen kirden arındırmakla kalmamışlar, beyazların rengini açan ve başka hiçbir millette bulunmayan küllü suyu keşfetmişlerdir. Yine başka kimsede göremeyeceğiniz bir şart-şurt özeni vardır bizim insanımızda. Sadece necaset bulaşan eşyaları üç kere temizlemek değil ki Anadolu ona “paklamak” der, ihtimali dahi söz konusu olan mahalin “kırklanmasını” gerektirir. Bilen bilir şartı-şurtu bilmeyenin kadınlar arasında esamesi bulunmaz, pişirdiği dahi şüphe altında kalır.
Çamaşırların arasına saklanacak güzel koku, hususiyetle lavanta torbaları sadece işlevleri ile değil zarif biçimleri ile de meşhur olmuş, yaşını almış hanım teyzelerin çantalarında dahi taşıdığı zarif aksesuarlara dönüşmüştür.
Bizim evlerimiz, son derece temizdir. Ayakkabılarla aslâ içeri girilmez, hatta evin eşiğinden geçilmez. Her yer, namaz kılınabilecek derecede pırıl pırıldır.
Osmanlı’da temizlik anlayışını İskoçyalı bir seyyah Türkler adlı kitabında: "Osmanlı sadece yeryüzünün en kibar milleti değil, aynı zamanda en temizidir de. Gerçek şu ki, temizliğin dışında nezaket hiçbir şey ifade etmez. Temizlik onlar için sadece sıhhat amacıyla uyulan bir şey değildir. Onu samimi olarak dinî görevlerinden biri sayarlar. Durulamak, temizliğin temelidir. Daha ötesi, Türklere göre evler de insanlar gibi tertemiz ve kirlenmemiş olarak tutulmalıdır. Her Türk evinin eşiğinin üstünde ısmarlama pirinç harflerle “Pis hiç bir şey bu eşiklere değmesin” yazılmaktadır. Bundan dolayıdır ki hiçbir moda veya özenti, Türkleri ayakkabılarını kapı dışında çıkarmaktan alıkoyamamıştır. Onun evi temizliğin mabedidir." sözleriyle ifade eder.
Meşhur yazar Edmondo de Amicis yıllarca ceddimizle iç içe yaşadıktan sonra, Paris’te yayınladığı “Constantinople” isimli eserinde şunları yazıyor: “Türkler çok temizdir... Yüzler, eller, ayaklar tertemiz, yamalı kıyafet pek az ve hele kirlisi hemen hiç yoktur.”
Bunca temizliğin nihayeti ecdad umûmiyetle gürbüz yapılı, kuvvetli kimseler olarak tebârüz etmiştir.
Onlar için “Türkler sıhhatli yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiçbiri onlarda yoktur. İsimlerini dahî bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Türkler’in bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık yıkanmaları ve yiyip içmedeki îtidalleridir. Onlar, gâyet az yerler. Yedikleri de, hristiyanlarınki gibi karma karışık şeyler değildir.” der.
Çok tabi biçimde Allah Resulüne ittiba etmenin icabı üzere ecdadımız yemekten önce ve sonra ellerini yıkamayı bir adet haline getirmiştir. Buna hayret eden bir seyyah: “Yemeklerden evvel ve sonra elleri yıkamak, Türkler arasında vazgeçilmeyecek derecede umûmî bir âdet hükmünü almıştır.” der.
Bir başkası daha detaylı bilgi verir: “Türkiye’de sofradan kalkılır kalkılmaz mutlakâ ellerle ağızlar yıkanır. Önünüze sıcak suyla sabun getirilir. Büyüklerin konaklarında ya gül suyu veya güzel kokulu başka bir su da ikrâm edilir. Bunlarla da mendilinizin bir ucunu ıslatırsınız.” der.
Osmanlı’da temizlik o kadar önemlidir ki sanayimizin ilk ürünü sabun olmuştur. Başlıca sabun isimlerini sıralayalım: trablus sabunu, hünkari sabun kara sabun, kokulu sabun, kandiye sabunu, girit sabunu, arap sabunu gibi. Edirne’nin meyve sabunları özellikle 19. yüzyılda şehrin en önemli ticaret geliriydi. Bu sabunlar piyasada satılmaz, büyük kısmı padişahın isteği üzerine İstanbul’a Topkapı Sarayı’na gönderilirdi. Çok değerli bir süs eşyası olan bu sabunları özellikle padişah kızları ve cariyeleri çeyizlerine, odalarına koyarlardı. Sonraları yaygınlık kazanan bu güzel kokulu sabunlar hemen her evde bulunur hale gelmiştir.
Güzel koku hem teskin edici özelliği hem de ruha verdiği etki sebebiyle başta gül kokusu olmak üzere nezafetin bir işareti olarak yer etmiştir, halkımız arasında. Az konuşmayı ahlak edinmiş ecdadın nazarında güzel kokunun bazı sembolik anlamları da vardır. Mesela Osmanlı'da kız görmeye gittiğinde hanımlar yanlarında zambak kokusu götürürlerdi ev sahibi anlasın diye. Bu 'Kızınıza talibiz' demektir. Cevaben ikram edilen şerbetler karanfilli geliyorsa 'buyurun gelin, kızımızı isteyin' anlamını taşıyordu. Şerbetler sade geliyorsa 'verecek kızımız yok' anlamını taşırdı.
Hem havadaki bakterileri yok etmek hem de evin güzel kokması için sobalı evlerde kışın sobanın üzerinde portakal, mandalina, bergamot kabukları yakılırdı.
Güzel kokulu yağları saçlarına, sakallarına sürerler, hatta kolye şeklinde hazırlanan katı parfümleri üzerlerinde taşırlardı. Banyolardan sonra güzel kokulu parfümler ve sular kullanırlar, evler güzel kokularla tütsüler, yemekler güzel kokulu otlarla lezzetlendirilirdi.
Ecdadımız evlerine gelen misafirlerine de güzel kokulu sular; gül suyu ve buhur suyu ikram ederlerdi. Misafire kahve, şerbet ikramından sonra muhakkak güzel kokulu suları özel şişelerde misafirlerin ellerine dökerler sonra odada buhur ( güzel kokulu bitki tütsüsü) yakarak oda kokulandırılırdı.
Bir başka seyyah Osmanlının bedensel temizliği ile ilgili şunları söyler: “Osmanlı, yıkanıp temizlenmeyi hiçbir zaman ihmâl etmez. Tâkatten düşse bile çocukları, uşakları veya hanımı vasıtasıyla yıkanıp temizlenir. Öldüğü zaman da cenâzesi bile şerîat ahkâmına göre yıkanıp temizlendikten sonra tabuta konulur. Oysa Avrupalılar, hastalandıklarında veya tâkatten düştüklerinde temizlik kaygısını umûmiyetle unutuverirler. Ölünce de evde bulunabilen en kötü beze sarılıp dikildikten sonra tabuta konulurlar. Âilesi cesedinin en sathî bir şekilde temizlenmesini aklından bile geçirmez.” demektedir.
Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın yanında kalan ve bu süre içinde kölelikten hekimliğe yükselen İspanyol Pedro’nun kaleme aldığı, “Kânunî Devrinde İstanbul” isimli kitapta şöyle anlatılır:
“İspanya’da ömrü boyunca iki kere yıkanmış hiçbir kadın ve erkek göremezsiniz. Türkler ise neredeyse her gün yıkanır. Türk hamamlarında bol su harcanır. Dünyada İstanbul kadar çeşmesi olan hiçbir şehir yoktur, her sokakta muhakkak bir çeşmeye rastlanır.”