Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Semi'tüMuhammede'bne'l-Haseni'l-Bağdâdiyyeyekûlu: HaddesenâAhmedü'bnüMuhammedi'bniSâlih, haddesenâMuhammedü'bnüAbdûne, haddesenâAbdülkuddîsi'bni'l-Kâsım, kâle: Semi'tüSeriyyeyekûl.
Başka bir zât Seriyy-i Sakatî hazretlerinden rivayet etmiş, diyor ki;
Yekûl. Söyleyen Seriyy-i Sakatî, şöyle buyurmuş:
Küllü'd-dünyâfudûlün. "Dünyalığın, dünyanın hepsi boştur." İllâ hamsuhisâlin. "Ancak beş tanesi müstesna. Onlar boş değildir, lüzumsuz, kıymetsiz değildir."
Bunlar ed-dünyâ dedikleri zaman, geçen derslerde de söylemiştim, her zaman söylüyorum: Dünya demek, "yer küresi" demek değil. Yani "arz" demek değil. Bunlar dünya dedikleri zaman "dünyalık" dediğimiz şeyi kastediyorlar. Yani "para pul, mal mülk, varlık" vesaire gibi şeyleri kastediyorlar.
Küllü'd-dünyâfudûlün. "Mal varlığı, mülk varlığı, bütün bunların hepsi boştur, fazladır, lüzumsuzdur, değersizdir."
"Ancak beş tanesi müstesna…"
Onları sayıyor:
Hubzunyuşbiuhû ve mâunyurvîhi ve sevbunyesturuhû ve beytünyükinnuhû ve ilmunyesta'miluhû.
Dünyalık, şu dünya hayatında uğraştığımız, elde etmek için savaştığımız, elde tuttuğumuz, sahip olduğumuz her şey boşmuş, lüzumsuzmuş, beş tanesi müstesna.
Birisi; hubzunyüşbiuhû. "İnsanı doyuran bir ekmek."
"Katık" demiyor, sadece hubz yani "ekmek" diyor. Bu boş değil, tabii bu lazım. İnsanoğlu gıdasız yapamadığı için böyle bir şeyi olacak. Hubz lazım.
Ve mâunyurvîhi. "Susuzluğunu kandıracak bir su da lazım."
Tabii susuz da yaşanamıyor, vücut için o da gerekli. Ekmek de lazım, su da lazım. Ekmek ve su.
Ve sevbunyesturuhû. "Avretini örtecek, vücudun çıplaklığını kapatacak bir elbise."
Bu da lazım. Bu da dünyalık değil.
Ve beytünyukinnuhû. "Kendisini içinde saklayacak, barındıracak bir evin de olması lazım."
Bu da normal. Bir evceğizi de olması lazım.
Ve ilmunyesta'miluhû. "Ve bir de kullandığı bir bilgisinin olması lazım."
Bu tabii bir bilgi, bir ilim. Bu ilim, bir meslek ilmi de olabilir, bir sanat, hirfet dediğimiz demircilik, berberlik, terzilik gibi bir şeyi kastetmiş olabilir. Böyle bir hüner bilgi olması lazım ki bununla helalinden gerekli malzemeyi kazansın. Tabii elbise, yemek, içmek, ev bir şeyle sağlanacak, böyle bir bilgisi olması lazım. Dünyalık olarak saydığı için buradaki bu ilim kelimesi böyle anlaşılabilir. Veyahut da; bu dünya hayatında nasıl davranması gerektiğini, neyin sevaplı olduğunu, neyin günahlı olduğunu, neyi yapması, neyi yapmaması gerektiğini kendisine gösterecek bir bilgi öğrenmesi de lazım. Buradaki ilim böyle bir bilgiye, bu mânaya da olabilir. "Dindarlığını sürdürebilmesi için gerekli [bilgi" veya] "hayatını sürdürebilmesi için gerekli kazanç hüneri" mânasına da olabilir. Belli olmuyor, hangisi olduğu anlaşılmıyor. Karanlık kalmış oluyor. Ama herhalde bir sanat ve meslek kastedilmiş olmalı ki "dünyalık" diyor. Eğer öteki olsaydı âhiretlik olurdu. Ulûm-u dîniyye âhirete ait bir şeydir, o önemli bir şeydir. Herhalde bu dünyalık meslek bilgisi kastedilmiş olsa gerek.
Bu mübarek şahıslar, bu zevât-ı muhtereme kafa yapısı itibariyle bizden tamamen farklı insanlardır. Biz de müslümanız, onlar da müslüman; ama biz onlardan çok farklılaşmış, çok uzak noktalara, tehlikeli noktalara açılmış müslümanlarız. Biz parada, pulda, zevkte, sefada, eğlencede, her türlü dünyalığın içindeyiz. Onlar hepsini boş görmüşler; beş tanesi müstesna: su, ekmek, ev, elbise, bir bilgi
Meslek. Her birinin de bir mesleği olmuş; kimisi terzi, kimisi sakatatçı, kimisi dülger, kimisi attar, kimisi bakkal, kimisi bezzaz… Helalinden kazanmak, kimseye muhtaç olmamak için böyle bir şey yapmışlar. Fazlasına aldırmamışlar, âhirete çalışmışlar veya var güçleriyle ilme, irfâna ve İslâm'ı yaymaya çalışmışlar.
Bu adamları ekseriyetle üstlerine gölge düşürülmek istendiği gibi yanlış tanıtmaya çalışıyorlar veya yanlış bildikleri için bunların hakkında suizan ediyorlar. Bunlar bir köşeye çekilip de miskin miskin oturan insanlar değildir. Bu şahısların hayatları incelenirse bunlar kılıçları almışlardır, savaşlara gitmişlerdir, çarpışmışlardır. Böyle insanlar… Ama az yemişler, mal edinmemişler. Bir abam var, atarım; nerede olursa yatarım. Ev telaşı yok, yiyecek telaşı yok; var güçleriyle "Allah'ın rızasını nerede daha iyi kazanabilirim?" diye onun peşine koşmuşlar. Anadolu'da savaş var, cihat sevaptır, murâbıtlık sevaptır; yallah Anadolu'ya gelmişler. Anadolu fethedilmiş. Balkanlar'da savaş var; yallah Balkanlar'a gitmişler. Yani canlarını feda edecek çalışmalardan hiç geri durmamışlar. Mesela hayatını okumuş olduğumuz İbrahim b. Edhem hazretleri gündüz çalışırmış, akşam çalıştığıyla yiyecek alıp getirip medresede, kaldıkları rıbattaki arkadaşlarına yedirirmiş. Çalışmaktan geri durmamışlar, cihattan geri durmamışlar. Pasif, miskin müslüman değiller. Böyle gösterilmek isteniyor. Hatta deniliyor ki;
"İslâm âleminin gerilemesi dervişler yüzündendir."
Öyle olsaydı hiç ilerlememesi lazımdı! Çünkü ilerlediği zamanlarda en hâkim olanlar dervişlerdi. İlerlemişse o zaman demek ki dervişlik ilerlemeye mâni değil, çünkü en ilerledikleri zaman, dervişliğin en kuvvetli olduğu zaman
Mesela Kitâbü-z zühdü ve'r- Rekaik yazarı Abdullah b. Mübârek hazretleri, bir sene ticarete gidermiş. Ne kadar hoşuma gidiyor! O da ticaret helal olduğundan, Efendimiz'in mesleği olduğundan ve doğru dürüst tüccarın peygamberlerle, şehitlerle beraber sayılmasından dolayı... Kazancı sevdiğinden dolayı da değil; ticaret de sevap olduğundan, el-Kâsibu Habîbullahhadîs-i şerîfi olduğundan... Bir sene cihada gidermiş, bir sene hacca gelirmiş. Bir hac, bir sene ticaret, bir sene cihat; hep kazançlı iş. Hac kazançlı, cihat kazançlı, ticaret de mânevî bakımdan onlar için kazançlı tabii. Kimseye muhtaç olmuyor, kazanıyor, yediriyor. Hiç boş durmamışlar.
Ve bihikâle. Yine aynı senette isimleri geçen şahıslar… En son şahıs Abdulkuddûs İbni'l-Kâsım'dı. Dımaşklı bir şahısmış bu.
Ve kâleSeriyyü. Onlardan rivayet edildiğine göre böyle demiş, şu sözü söylemiş Seriyy-i Sakatî hazretleri:
et-Tevekkülü el-inhilâumine'l-havli ve'l-kuvveti.
Tevekkül ne demek?
Fe-tevekkel ala'llâh. "Allah'a tevekkül eyle."
Evrâdımızın içinde bir günde tevekkülle ilgili âyet-i kerîmeler var. Tevekkül Allah tarafından emrediliyor. Bizlere de emredilmiş, bizden önceki ümmetlere de. Musa aleyhisselâm'ın ümmetine, daha önceki ümmetlere de emredilmiş: "Allah'a tevekkül edin."
Ne demek bu tevekkül?
Kelime olarak vekalet kelimesinden geliyor. Tevekkeltüala'llâh. Yani, "Allah'ı kendime vekil edindim. İşimi O'na havale eyledim, ısmarladım. Ne yaparsa O yapsın diye teslimiyet gösterdim, rıza gösterdim." diye.
Bu nedir?
Tabii tevekkül Kur'an'da emredildiği için dervişler yapmaya çalışmış. Ana fikirleri hep Kur'an'ın emirlerini tutmak. Kur'an'ı açıp okuyorlar; uygulamak için okuyorlar. Böyle bir âyet-i kerimeyi okuduğu zaman soracak.
Fe-tevekkel ala'llâhinnekeale'l-hakkı'l-mübîn.
Fe-tevekkel ala'llâh ve kefâ billâhi vekîlâ.
Çok âyet-i kerîmeler var…
"Peki nasıl yapayım bu işi?"
Birbirlerine sormuşlar, büyüklerine danışmışlar:
"Nasıl tevekkül edeyim?"
Mesela Peygamber Efendimiz'e soruyor:
"Ne yapayım; devemi salıp mı Allah'a güveneyim ya Resûlallah? Allah'a tevekkül öyle midir?"
"Hayır."
Kayyıd ve tevekkel. "Bağla, ondan sonra tevekkül et."
Hz. Ömer birilerini görüyor, kenarda oturmuşlar. Bakıyor, o adamlar hoşuna gitmiyor. Tembel tembel gölgede oturmuşlar.
"Hayrola, ne oturuyorsunuz burada?" diyor.
"Biz kanaat ihtiyar eylemiş mütevekkilleriz. Biz kanaat ehli insanlarız, Allah'a tevekkül ediyoruz. Mütevekkil kuluz." demişler.
Başını sallamış, herhalde sopasını, kamçısını da sallamıştır. Diyor ki;
"Siz mütevekkil değil, müteekkilsiniz!"
Müteekkil "yiyici" demek, ekilden geliyor. Çünkü çalışmayınca, oturup böyle tembel tembel durunca buradan da mideye bir şey gitmesi lazım; ekmek lazım, su lazım, libas
elbise lazım... O zaman ne olacak?
"Mütevekkil o kimsedir ki…" buyurmuş Hz. Ömer…
Nasıldır mesela tevekkül? Mesela ziraatçinin tevekkülü nasıl olacak?
Tarlayı sürer, hazırlar, tohumu atar, kendisinin yapabileceği her türlü ön çalışmaları yapar, ondan sonra Allah'a tevekkül eder. "Yâ Rabbi! İşte vazifelerimi yaptım. Sen bana hayırlı bir mahsul ver, çoluk çocuğumu doyurayım." Çünkü eskiden herkes ektiğini biçiyordu, yiyordu, yediriyordu; kapalı bir ekonomi, bolluk ve bereket her köyde her evde herkesin çalışması kadardı, öyleydi. O zaman tevekkül ediyordu. Tarlaya gitme, tarlayı sürme, tohumu ekme, ondan sonra; "Tevekkül ediyorum." O doğru değil. Allah'ın öbür emirlerine aykırı.
Başkasına yük olmak günah. Başkasından istifade etmek, onu sömürmek çok büyük bir [günah.] Hele dinini, dindarlığını yem olarak öne koyup da öyle sömürmek daha kötü bir şey. Çalışıp kazanmak sevap. Başkalarına iyilik yapmak, o yolla kazancını ona vermek sevap. Tabii onun için çalışmak lazım.
Demek ki elinden geleni yapacak, ondan sonra tevekkül edecek. "Yâ Rabbi! Ben âciz bir kulum, sana tevekkül ettim!" diye hâlini arz [edecek.]
et-Tevekkülü el-inhilâumine'l-havli ve'l-kuvveti diyor.
"İnsanın kuvvetten, herhangi bir tesirden kendisini sıyırıp ondan dışa çıkmasıdır." Tevekkül budur. Sanıyorum ki şunu anlatmak istiyor olabilir, Allahu âlem: Bazı insan tevekkül eder ama adeta biraz da itimadı yoktur. Acabası içinde kıvranır durur. "Tevekkül ediyorum ama, Allah tevekkül edenlere vekil olarak yetermiş ama, ya olursa ya olmazsa… Hadi yine de biraz yapmaya çalışayım, şöyle yapayım böyle yapayım…" Bu itimatsızlık olmayacak. Sağlam bir bağlanışla Allah'a tam bağlanacak, tam teslimiyet olacak gibi kendisinin o itimatsızlıktan doğan gayret etme endişesinden sıyrılması gibi bir mânayı kastetmiş olabilir. Çünkü bu büyükler, bu mübarek eski şahıslar duygularının samimiyetine de dikkat ederler. Kendilerini kontrol ederler; "Benim bu duygum ne derecede sağlam? Ne derecede samimiyim?" Bunu da çok iyi takip ederler; kendi kendilerini çok iyi takip ederler.
Mesela anlatmışımdır, hoşuma giden bir olaydır; herkes de bilsin, başkalarına da anlatsın:
Bâyezid-i Bistâmî hazretleri yaya olarak hacca gidiyor. Muazzam bir sevap. Her adımına 700 Mekke hasenesi veriliyor ki 70 milyon hasene eder, başka yere göre. Her adımına o kadar [sevap veriliyor.] Yaya hacca gidiyor. 30 sene hacca gitmiş. Her günde bir hatim indirirmiş. Yani hiç boş vakit geçirmiyor, dili boyuna hatimle meşgul. Kur'an en yüksek zikir olduğundan dâimî zikir hâlinde, devamlı hac yolunda bir gayret içinde… Çok sevaplı [ameller…] Arafat'a gelmiş, orada içinden bir duygu, düşünce diyor ki;
"30 sene yaya olarak haccettim ve her günde bir hatim indirdim. Her hatmin şu kadar sevabı vardır. Herhalde işim iştir, tamamımdır. Ben herhalde öbür tarafı garantilemişimdir." gibi içinden böyle bir duygu…
Tabii bu duygu Rahmânî bir duygu değil. En aşağı nefsânî, belki de şeytânî, şeytandan gelen bir [duygu…] Bâyezid-i Bistâmî bu işlerin üstadı, büyüğümüz, üstatların üstadı. İçinden böyle bir ses gelince bu kendisine yabancı bir ses, yani şeytandan gelen bir ses, onu 'şıp' diye anlıyor. Bu neyi gösteriyor?
Kendi ameline güvenmeyi gösteriyor.
"Haccetmişim, tamam ya…"
Hatta bunu alelen bana söyleyen bir kimseyi hatırlıyorum, Allah taksirâtını affetsin. "Ya 'sakal sünnettir' dediler, bıraktık; şu dediler, yaptık; daha ne varsa söyleyin, onu da yapalım... Hepsini yaptık işte. Allah bizi cennete sokmayacak da kimi sokacak?" gibi böyle bir edâ içinde bu [sözleri] söyleyenler vardı, biliyorum.
Bu duygunun iyi bir duygu olmadığını Bâyezid-i Bistâmî anlayan bir insan tabii. Bâyezid-i Bistâmî:
"Vay! Seni mel'un seni! Sen haccına güveniyorsun, hatmine güveniyorsun. Ama bilip bilmediğim nice kusurlarım vardır! Beni gevşetmeye çalışıyorsun, aldatmaya çalışıyorsun!"
Diyor ki alenî olarak:
"Ey ahâli! 30 sene yaya haccım var. Bu haclarda her gün hatim indirmişim. Bunların sevabının hepsini veriyorum. Satıyorum; var mı alan?"
Herkes birbirlerine bakışıyor. İbadetin şakası yoktur, alış verişte şaka yoktur; satarsan satılır, alırsan alınır. Sevabını bağışlarsan gider, bu böyledir. Herkes tabii sevap peşinde, Bâyezid-i Bistâmî'yi de tanıyanlar, onun ne kadar mübarek insan olduğunu bilenler vardır. Bir tanesi diyor ki;
"Ben alırım. Ne istiyorsun?"
"Neyin var?"
"Çörekçiyim, burada çöreklerim var."
Oradaki hacılara yesinler diye hazırlanmış, satılacak çörek… Tamam, üç tane çöreğe satıyor. Bu kadar haccı, bu kadar hatmi satıyor. "Sattım." "Aldım." Tamam. Üç tane çöreği alıyor. Ondan sonra da çörekleri aldıktan sonra kendisi yemiyor, oradaki bir köpeğe atıyor. Köpek çörekleri yiyor. Şimdi kaldı mı cascavlak ortada?
Üryan kaldı, 30 yıllık ibadet gitti, hatimlerin sevabı gitti, köpek de çörekleri yuttu, hiçbir şey kalmadı!
"Ey benim mel'un nefsim! Ey benim zalim nefsim! Hadi bakalım, nereye dayanacaksan şimdi dayan bakalım! Dayanacağın bir yer kaldı mı?"
Ne yapacak o zaman insan? Bu durumda olan bir insan ne yapacak? Hiçbir şeyi yok; sıfıra sıfır, elde var sıfır. Ne yapacak? Ümitsizliğe düşmek var mı?
Yok! Ümitsizliğe düşmek haram.
Lâ taknatûminrahmetillâh. "Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe düşmeyin."
Ümitsizliğe düşmek yok. Ama ne yapacak?
Diyecek ki;
"Yâ Rabbi! Çok mahcubum. Hiçbir şeyim yok; sıfır. Sana arz edecek, "Şunu yaptım." diyebilecek hiçbir şeyim yok yâ Rabbi! Bomboşum, sıfırım. Ama sen erhamü'r-râhimînsinyâ Rabbi! Senin lütfun çok yâ Rabbi! Ben fakirim, ben muhtâcım, ben bîkesim, ben bîçareyim, ben düşmüşüm; tut elimden kaldır. Ben çaresizim, sen çaremi bul. Ben bîkesim, sen bana yardım et. Hiçbir şeyim yok; ama sen cömertlerin cömerdisin, Ekremü'l-ekremînsin, Erhamü'r-râhimînsin!" der.
Bu duygu en samimi duygu işte… Allah'ın büyüklüğünü bilmek, kendisinin kusurunu bilmek, hiçliğini tam anlamak; en güzel duygu bu!
İşte burada Seriyy-i Sakatî hazretlerinin "Tevekkül havl u kuvvetten tamamen sıyrılmaktır." dediği de belki Allah'a tevekkül böyle bir şey olsa gerek diye düşünüyorum şahsen. Belki de düz, ilk okuyunca hemen herkesin derin derin düşünmeye lüzum kalmadan anla[yacağı], en sade, en basit, tevilsiz anlayış ne olabilir?
Hiç kuvvet, hiç tedbir, hiçbir şey yapmadan Allah bir şeyi vermeye kâdir mi?
Kâdir. Tamam. "Yâ Rabbi! Ben sana tevekkül ettim. Hiçbir şeyim de yok. İşte sen bana bu akşam şu işimi gör veyahut şu makamda şu işimi geçir, şu dertten beni şöyle kurtar." Tevekkül işte bu duyguyla olacak, onu anlatmak istiyor belki.İkisi arasında çok büyük bir farkta yok. Bi taraftan kendisine itimadı olursa Allah u Teala hz itimadı tam olmaz.Tevekkülde bir gediklilik olur.
Allah kusurlarımız varsa affeylesin. Muhakkak vardır…
Ve bihîisnâdihîkâle: Semi'tü's-Seriyyeyekûl. Yine aynı rivayet zinciriyle o râvi yine demiş ki; "Seriyy-i Sakatî hazretlerinin şöyle dediğini duydum:"
Erbaunminahlâkı'l-ebdâl; istiksâu'l-vera' ve tashîhu'l-irâde ve selâmetü's-sadrili'l-halki ve nasîhatü lehüm.
Erbaunminahlâkı'l-ebdâl. "Dört şey vardır ki bunlar yüksek evliyânın huylarıdır..."
Abdâl demek; "sayıları mâlum miktarda olan üçler, yediler, kırklar; birisi vefat edince makamı aşağıdan birisiyle doldurulup da böylece onun yerine bedeli getirilen yüksek rütbeli evliyâ" demek. Ebdâl da derler bedîl ve bedel kelimesinden çoğul olarak, büdelâ da derler. Biz bu iki kelimeyi aptal ve budala yapmışız .Ama tasavvufta ebdâl ve büdelâ "yüksek evliyâ" demek.
Niye öyle?
Bu evliyâullahın halleri biraz acayiptir. Sen tabii kaba saba basit bir müslüman olduğun için o insanların ince törelerini bilemezsin. Sana göre acayiptir ama işin doğrusu o öyledir.
Onlar bir kere dış görünüşe önem vermezler. Giyimi senin benim gibi süslü püslü değildir, bir. Saçı başı dağınık olabilir, iki. Gösterişi sevmediklerinden hiç kendi faziletlerini göstermek istemezler, aksine saklamak isterler. "Allah bilsin, yeter." derler. Senin de bir ferasetin yoksa, görüp de anlayacak bir davranışın yoksa anlayamazsın. Öteki insanlar sakalının uzunluğu ile, sarığının kocamanlığıyla, cübbesinin yakasının şatafatıyla ölçer. Altın sırmalı cübbe, kocaman sadrazam kavuğu gibi kavuk, üstünde şöyle şerit, böyle arma, sakalı bembeyaz, aman şu kadar uzun, yüzü pırıl pırıl… Bunların hepsi dış şekil, bunlar zâhir. Acaba içi ona uygun mu?
Bir gün baktım, bir büyük mübarek camide oturuyoruz, sabah namazı vakti... Adamın birisi geldi, labbadalubbada deve gibi herkesi çiğnedi çiğnedi çiğnedi, en ön sırada imamın yanındaki adamlara şöyle bir işaret etti, oraya oturdu. En sevaplı yer ama erken gidersen en sevaplı, böyle yaparsan en sevaplı değil ki! Onun o hâline herkes şöyle baktı, ben de baktım. Ondan sonra adamcağızın birisi ön saftan geriye çekiliverdi. Sıkıştırdı çünkü. Yavaşça geriye çekildi. Şimdi kaldı mı bunun ilk saftan sevap alması? Belki ötekisine gitti o sevap, o fedakârlık gösterdi, geri gitti. Sakalı böyle göbeğine kadar uzun; ama tavırları dervişâne değil, kaba saba. O tavır kaba bir tavırdır.
Hele cuma gününde Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfi var, biliyorum ki;
"Kim cuma gününde camiye sonradan gelir de ön safın sevabı fazla diye insanların omuzlarını köprü edinip, atlayıp atlayıp -köprüden atlar gibi, vadiden atlar gibi- öne geçen kimse cehenneme köprü edinmiş olur."
"Çünkü onları üzmüş oluyor." diye hadîs-i şerîf olduğundan uygun bir şey değil. Babayiğitsen uykunu terk et, erken gel, en öne otur. Camiye erken gelmenin sevabı çok. En sonra gel, öyle en öndeki safın sevabı çoktur diye patır kütür başkalarını taciz ederek öne geç... Sonra "yahu" dedim kendi kendime, sakal da beyaz, ben de dış şeklinden bayağı bir [adam] sanmıştım; ama tavrı güzel değil. Sordum mesleğini, anladım ki yontulmamış… Hangi meslekten olduğunu söylemiyorum kimse alınmasın diye ama o yontulmamış bir insan...
Ebdâl görünüşü itibariyle anlaşılmaz. Onun için bizim eskiler demişler ki;
"Her gördüğünü Hızır, her geceni kadir bil."
Karşındaki adamı dilenci kılıklı diye anlamıyor gibi görüp de öyle sanma.
"Defter ü divâna sığmaz söz gelir divaneden."
Birisini divâne diye tımarhaneye tıkmışlar, birisi de onu ziyarete gidiyor. İyi adammış, namaz niyaz ehliymiş diye ziyarete gidiyor.
"Selâmunaleyküm."
"Aleyküm selâm."
"Canın bir şey istiyor mu? Tatlı ister misin?" diyor.
O "divâne" dedikleri adam bir cevap veriyor ki... Şair öyle yazmış:
"Defter ü divâna sığmaz söz gelir divâneden."
O "Tatlı isterim ama ben maddî tatlı istemem, Allah'ın mânevî [ilminden,] ilm-i ledünden tatlı isterim." diye söylemiş…
Dış görünüşü divâne görünebilir, mecnun görünebilir, dilenci gibi görünebilir, fakir gibi görünebilir. Hadîs-i şerîfte var:
Rubbeeş'aseağbere… "Nice saçı başı dağınık, üstü başı tozlu insan vardır ki söz söylese kimse dinlemez, kız istese kimse kızını vermeye yanaşmaz, kaybolsa 'Nereye gitti bu adamcağız?' diye kimse aramaz."
Ama bir beyfendi kaybolsa herkes evini arar, telefon eder; itibarlı, eşraftandır diye…
"Bunu kimse aramaz ama Allah'ın sevgili kulu olabilir. Yemin etse bir şeye, Allah onun yemini doğru çıksın diye onu yapar."
Levaksemaala'llâhi le-eberrehû. "Allah yeminini boşa çıkarttırmaz."
"Şu dağ şu tarafa kayacak vallahi!" dese; normal olarak kaymayacaktı ama Allah "O kulum öyle istedi, yemin etti, yemini boşa çıkmasın." diye o dağı öyle kaydırır.
Onun için, dış görünüşüyle anlaşılmadığından, bizim eskiler de bu işi bildiklerinden, o çeşit insanlara karşı hor hakir görmemişler, uyanık davranmışlar. Her gördüğünü Hızır bilmeye gayret etmişler, karşısındaki her insan hürmet etmeye çalışmışlar.
Onun için biraz da böyle fakirlere oradan "Ebdâl mı acaba bu? Dilenci gibi görünüyor ama ebdâldan mı acaba? Üçlerden mi, yedilerden mi, kırklardan mı veya büdelâdan mı?" diye bakılmış. Böylece zamanla kelimenin mânasında bu gibi düşüncelerle kayma olup bu kelime aptal ve budala yani "aklı olmayan insan" mânasına gelmiş. Ama aslı öyle değil.
Kelimelerin lisanların içinde bir tarihi vardır. Bunu birkaç defa daha söyledim. Biz burada metni Arapça okuyup da izah ettiğimiz için bunu da söylüyoruz. Kelimelerin lisan içinde doğuşları vardır, gelişmeleri vardır, gençlikleri, ihtiyarlıkları, yaşlılıkları vardır. Şimdiki zamandaki mânasıyla o eski zamandaki manası arasında fark vardır..
"Dört şey vardır ki bunlar çok yüksek rütbeli evliyâullahınebdâlı öyle tercüme edelim- ahlâkıdır:"
Bir; istiksâu'l-vera'. "Veraın dibine kadar, ta kökünü, aslını, esasını, tamamını yapmaya çalışmak."
Evliyâullahın âdetlerinden birisi budur.
Takvâ diye bir kelime var; günahlardan, haramlardan sakınmak, korunmak. Vera' bunun daha ilerisi; yani "şüpheliye bile yaklaşmamak, çok ihtiyatlı gitmek, çok sağlam yoldan gitmek" demek. Böyle bir insana müteverri' veya sadece veri' derler. İstiksâu'l-vera' demek; "Takvânın en son noktasına kadar onu yapmaya çalışmak."
Bir tasavvuf kitabında vardı: Evliyâullahtan birisi geçiyor, genç bir mübarek de -o da sonradan büyük bir evliyâullah oluyor- "Evimize buyurun, bir şey ikram edeyim size." diyor. İçeri giriyor, sunulan yemeği yiyemiyor, çıkıp gidiyor. Çok kıymetli bir şey, yememiş, çıkmış gitmiş. Veya yedikten sonra, ağzına aldıktan sonra çıkartıp çekip gitmiş, aç olduğu halde… Ama o şüpheli bir yerden gelmiş. Ondan sonra ertesi günlerde bir kere daha evin önünden geçerken; "Soframızda pek bir şey yok, ama buyurun, yine bir şeyler ikrâm edeyim." deyince kendi malından bir şey ikrâm ediyor. "Hah! Bize bir şey ikrâm edeceğin zaman böyle temiz gıda ikrâm et" diyor. Ötekisi yüksek makamlı birilerinden hediye gelmiş. O evliyâullah onu ağzına almıyor. Taâmdaki, kaynaktaki bulanıklıktan, şüphelilikten, günahlılıktan dolayı yemiyor; onu içi almıyor. Ama ötekisinin helal malını tuz ekmek bile olsa "Hah! Bize böyle hediye, böyle ikrâmda bulun. Ötekisini nereden çıkarttın geçen gün karşımıza…" diyor.
"Takvânın son noktasına kadar dikkat ederler. Hiç böyle günahlı bir şeye yanaşmazlar. Çok titiz bir şekilde haramdan, günahtan kaçınırlar." demek. Birinci vasıfları budur.
İkincisi; ve tashîhu'l-irâde. "İradesini düzeltmek."
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.