es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!
Allah'ın lütfu, ihsânı, ikrâmı hepinizin üzerine olsun! Rabbim Tebâreke ve Teâlâ hazretleri sizleri ve bizleri sevdiği kullar eylesin. İki cihanın saadetine nâil eylesin. Dünyada da âhirette de aziz ve bahtiyar eylesin.
Tefsir sohbetlerimizde Bakara sûre-i şerîfesinin 28. ve 29. âyetlerine geldik. 28. âyet-i kerîme şöyle:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Keyfe tekfurûne billâhi ve küntüm emvâten fe-ahyâküm sümme yümîtüküm sümme yuhyîküm sümme ileyhi turceûn.
29. âyet-i kerîme de şöyle:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Hüve'llezî haleka leküm mâ fi'l-ardı cemîan sümme'stevâ ile's-semâi fe-sevvâhünne seb'a semâvât ve hüve bi-külli şey'in alîm.
Bu iki âyet-i kerîmeyi sohbetimin konusu yapmak istiyorum. Sıra ile gidiyoruz, buraya geldik. Önce âyet-i kerîmelerin kısaca meâlini vereyim, ondan sonra kelimeleri üzerine açıklamaları yapayım.
Keyfe tekfurûne billâhi. "Sizler nasıl olur da Allah'a kâfir olursunuz, nankörlük edersiniz? Nasıl olur da Allah'ı inkâr edersiniz?" Ve küntüm emvâten fe-ahyâküm. "Halbuki siz ölüler idiniz, O sizi diriltti." Sümme yümîtüküm. "Sonra öldürecek." Sümme yuhyîküm. "Sonra yine diriltecek." Sümme ileyhi turceûn. "Sonra hepiniz O'na döndürüleceksiniz."
Ondan sonraki âyet-i kerîmede de;
Hüve'llezî. "O ki, o Allah ki..." Haleka leküm. "Sizin için yarattı." Mâ fi'l-ardı cemîâ. "Yerde ne varsa hepsini toplu olarak sizin için yarattı." Sümme'stevâ ile's-semâ'. "Sonra semaya yöneldi, istivâ eyledi, teveccüh eyledi, inâyet eyledi." Fe-sevvâhünne seb'a semâvât. "Onları yedi sema hâlinde nizama koydu, düzenledi, tesviye eyledi." Ve hüve bi-külli şey'in alîm. "O her şeyi hakkıyla en iyi, tam bilicidir, bilendir."
28. âyet-i kerîme keyfe soru edatıyla başlıyor. Keyfe, "Nasıl?' demek. Soru edatı bu. Keyfe tekfurûn? "Sizler nasıl kâfir olursunuz, nasıl Allah'a nankörlük edersiniz, nasıl Allah'ı inkâr edersiniz? Allah'a karşı inkâr yoluna nasıl saparsınız?" Keyfe kelimesini "Keyfim yerinde, getir bakalım bir keyif kahvesi, içelim." gibi Türkçe'deki "keyif" mânasıyla anlamamak lazım. Keyfe, soru edatı. Bir de sonuna -iyyet getirildiği zaman, sun'î bir mastar mânası meydana geldiğinden, mastar-ı ca'li diyorlar, "keyfiyet" diyoruz, yani bir şeyin nasıllığı, nasıl olduğu mânasına..."Bu işin keyfiyeti nedir?" Yani nasıllığı, nasıl olduğunu merak ettiği zaman... [İşte] keyfiyet o.
Keyfe tekfurûne billâhi. "Nasıl Allah'a küfür edersiniz?" Küfür etmek, "ağızlarından sövüp saymak, sebbetmek" mânasına değil; "Nasıl kâfir olursunuz, nankörlük edersiniz, inkâr yoluna nasıl saparsınız?" mânasına. Bu bir soru edatı; ama azarlamak için. Olmaması gerektiğini ifade etmek için sorulan soru şekli. Buna istifhâm-ı inkârî veya istifhâm-ı istinkâri derler. "Sen bunu nasıl yaparsın?" Yani "Yapmaman lazım." mânasına.
"Siz nasıl olur da..." Tabii "siz" diye hitap ediyor; ama mü'minlere değil. Kimler kâfir oluyorsa, kimler inkâr ediyorsa, hitap onlara... "Sizi gidiler sizi!.. Sizi mendeburlar sizi!.. Nasıl olur da kâfir olursunuz? Nasıl olur da Allah'ın varlığına birliğine iman getirmezsiniz? Öyle şey olmaz!" demek. Yani soru bu makamda kullanılmış.
Ve küntüm emvâten fe-ahyâküm. "Siz emvât idiniz..." Emvât, meyyit kelimesinin çoğulu, "Ölüler idiniz." Fe-ahyâküm. "O Allah size hayat verdi, [sizi] diriltti." Bu 'ölüler'den maksat [nedir?] Hayata gelmeden önce insanların durumu neydi? Sen, ben, o, bütün insanlar; acaba doğmadan evvel durumları neydi?
Yoktu. Şu andaki durumuna göre adem, yokluk içindeydi. Belki bu âlemi, o evvelki hâli bilmediğimiz için tam "yok" sözü de yakışmıyor. Çünkü bir çeşit varlık ama hayata gelmeden önceki bir varlık... Onun için âyet-i kerîme "ölüler" diyor, yani "Siz yoktunuz." demiyor. Ama nasıl ölü de karşımızda vardır ama ruhu gitmiştir; ruhu gidince cesedin kıymeti yok, ona meyyit diyoruz, "ölü" diyoruz. İnsanlar hayata gelmeden önce onların hayata gelmesini sağlayacak şartlarla beraber bir şeyler var. O insanı hazırlayan bir şeyler var ama ruh yok... O hayatı verdikten sonraki heyet bir araya gelmiş değil. Başka bir şey. Ama o hayatı hazırlayan emâreler de var. Onun için emvâten diye buyurulmuş. Yani "Ruhsuz ceset gibiydiniz. Maddeniz vardı ama ruhunuz yoktu."
Fe-ahyâküm "Allahu Teâlâ hazretleri sizi diriltti." Ölüyken, maddeler perakende, parça parça iken birleştirdi, terkib eyledi ve sizi insan hâline getirdi, hayat verdi, doğdunuz, hayata geldiniz." Tabii bu "Ölüydünüz, size hayat verdi." ibaresi, "Nasıl olur da kâfir olursunuz?"un arkasından geliyor. "Ey kâfirler, ey münafıklar, ey fâsıklar, fâcirler! Siz Allah'a inanmıyorsunuz, nankörlük ediyorsunuz, kâfirlik ediyorsunuz; ama söyleyin bakalım, kendi kendinizi siz mi yarattınız?" denmiş oluyor.
Bir bebek; daha etrafını görmüyor, konuşamıyor, gözleri kapalı, kıpırdayamıyor. Kendisine yarayan hiçbir şeyi yok. Onun kendisini yaratması mümkün mü?
Değil. "Annesinden babasından oldu." diyoruz; ama geriye doğru gidelim bakalım... Bir insanın yaratılması kendisinden değil. Yaratıcı sen misin?
Değilsin, yaratılmışsın, kesin olarak ortada... Kişinin, insanın yaratılmış mahluk olduğu, yaratılmış olduğu ortada. O halde, bu hayat nasıl meydana geldi?
Bu muazzam bir olay... Bir sürü çeşitli malzemeyi bir araya getir, depo olur, bir süpermarket gibi olur. Her şey var; ama onların böyle bir canlı mahluk hâline gelmesi, etin, sinirin, kemiğin vesairenin oluşması çok muazzam bir şey. İnsan bir muazzam yaratık, muhteşem yaratık, muhteşem bir terkib... İçinde birbirinden haberli habersiz bir sürü ayrı küçük canlı olan, o küçük canlılar da birtakım cansız maddelerden meydana gelmiş olan, bir muazzam terkib ki muhteşem bir şey...
"Bunun yapılması bizden olmadığına göre, senden olmadığına göre; ey kâfir, ey fâsık, ey zalim, sen nasıl olur da Allah'a kâfir olursun? Bu hayatı düşünsene!" diye tevbih, azarlama sorusu ile başlıyor. Hemen ölümü hatırlatıyor; sen hayatı kendi kendine vermedin, verilmiş hayatı bile kendin koruyamıyorsun. Bir zaman geliyor, ne oluyor?
İnsan ölüyor.
Sümme yümîtüküm. "Sonra bak, Allah sizi öldürecek." Şu anda yaşıyorsanız bile öldürüyor. Çevrenizdeki yakınları, akrabaları, dostları, insanları, başka canlıları görüyorsunuz; öldürüyor işte... Yümîtüküm. "Sizi de öyle öldürür, öldürecek."
Hayat bir mühim olay, çok muhteşem bir olay, çok büyük bir olay, çok büyük bir mucize, çok şâhâne bir olay! Ondan sonra da ölüm var. Yani insanlar tekrar ölecek. O da kesin. Çünkü etrafımızda yaşayanların birer birer öldüğünü görünce sıranın bir gün kendisine de geleceğini herkes biliyor. Hiç münakaşa edilmesi mümkün olmayan kesin olaylardan, hakikatlardan birisi de ölüm. Çok kesin bir hakikat; herkes ölecek.
O halde ey kâfirler, fâsıklar, fâcirler; şimdi nasıl hayatta olduğunuzu da düşünün, bir zaman gelip öleceğinizi de düşünün! Öleceksiniz. Öldürülüyor, bakın etrafınızdaki insanların hayatları ellerinden alınıyor, toprağa gömülüyor, canları kayboluyor. Canlar bedenleri terkediyor, ruhlar gidiyor. Bu ölüm de çok mühim bir olay... O öldürme işi de sizin işiniz değil... Yaşatmak için var gücünüzle masraf ediyorsunuz, doktorlar toplanıyor, cihanın tabipleri, doktorları, hekimleri toplanıyor da istedikleri bir insanı bir müddet daha yaşatmaya güçleri yetmiyor; "Maalesef elimizden gelmedi, bizim yapabileceğimiz bu kadar..." diye gönderiyorlar.
Ürdün kralını ne yaptılar?
Kral, melik, hükümdar Amerika'ya gitti. Tedavi gördü, tedavi gördü, tedavi gördü... Para var, her türlü imkân var, devlet imkânı var, kendisinin kişisel zenginliği var. Ama gönderdiler; "Bizim yapacağımız bir şey yok." dediler. Uçaktan indi. İnişini televizyondan seyrettim, inişindeki yüzünün hâli canlı cenaze... Böyle bir tebessümü var, korkunç acı bir tebessüm... Öldü.
Kral da olsa, o kadar ihtimam da gösterseler, herkes ölüyor, ölecek. Bu da çok mühim bir olay. Bunu da yapan Allah... Bunu da siz yapmadığınıza göre sizin dışınızda bir olay. Hayatı size bahşeden Allah, bir zaman sonra alıyor, alacak; bu da kesin... Çünkü aldığını da gözünüzün önünde görüyorsunuz. "Alamaz, almıyor, yapamaz!" da diyemezsiniz. İşte oluyor. Diriltme de çevrenizde görülüyor. Her an, her yerde tabiatta, bağda, bahçede, evde, her yerde görülüyor. Yeni bir oluşum, yeni bir doğuş, yeni bir hayat, her zaman hayretler içinde müşahede ettiğimiz bir şey... Çocukları düğün dernek evlendiriyorusunuz, bir sene sonra kucağında bebekle geliyor.
Bizim burada, Avustralya'da bir kardeşimiz yarın Türkiye'ye gidecek.
"Niye gidiyorsun?" dedim.
"Hacca gideceğim ama önce Türkiye'ye gideceğim."
"Niye?"
"Çünkü Hocam, biz Avustralya'ya iki kişi geldik hanımla beraber, şimdi yedi kişi olduk..."
Yani beş çocukları olmuş. Ne olacak?
Tabii onları anneleri, babaları, dedeler, nineler görmek istedikleri için Türkiye'ye gidiyorlar. İşte bak, muhteşem bir olay... Yedi kişiyle birden görmek. Beş sene görmeyip, altı sene görmeyip, şu kadar sene görmeyip de o kadar kalabalık görmek... İşte bu hayatı veren Allah.
Ondan sonra da canlıların bir kısmını vadesi yetince öldürüyor. Hikmetini kendisi bilir, ne sebeple olursa, kimisini yaşatıyor yıllarca; torunları ölüyor, dede sağ kalıyor. Sırayla da değil... Pehlivanlar ölüyor, doktorlar ölüyor, hastalar sağ kalıyor, cılızlar sağ kalıyor. Allah'ın hikmeti... Yani akla sığan bir şey değil. Hayat Allah'ın bir nimeti. Şairin sözü ne kadar güzel:
Vücûd cûd-u ilâhi, hayât bahş-i kadîm.
"Vücut yani varlık, insanın var oluşu Allah'ın bir cömertliğinin eseri."
Her türlü nimeti toplamış, terkip etmiş. Vücut yani varlık, kişinin varlığı ve etrafındaki kâinâtın varlığı meydana gelmiş.
"Hayat da kadîm olan Allah'ın bahşı, ya da Allah'ın kadîm zamanda takdiri eseri olarak lütfettiği bir olay."
Şimdi bu hayat verme olayı... Doğumlar varken, oluşumlar varken, tohum koca ağaç oluyorken, iki kişi evlenip de ondan sonra sekiz-dokuz çocuk sahibi oluyorken, çevremizde binlerce olay görüyoruz. Bir kısmını da doktorların anlatmasıyla, kitaplardan nasıl olduğunu da hayretler içinde öğreniyoruz, hayran kalıyoruz; muazzam olaylar...
"Siz nasıl inkâr edersiniz Allah'ı? Nasıl kâfir olursunuz? Nasıl imana gelmezsiniz?"
Sümme yuhyîküm. Bir sümme daha var arkasından... Evet, öldürecek, tamam, şu anda yaşıyorsunuz; sonra öleceksiniz.
"Beni tehdit etme!"
Tehdit filan değil, gerçek bu; herkes ölecek! Ondan sonra, sümme yuhyîküm tekrar Allah diriltecek.
Sümme ileyhi turceûn. "Sonra hepiniz O'na yani Allah'a döndürüleceksiniz."
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Bu iki defa diriltmek, öldürmek olayları, varlığa gelmek, ondan evvel insanların ölü gibi olması, yani Cenâb-ı Hakk'ın ilminde, kudretinde var ama henüz meydana gelmemiş, sonra hayata geliyor. Bir ölüm, bir hayat... Ondan sonra ölüyor. İnsanın eceli geldiği zaman bu dünyayı terketmesi, irtihal etmesi ikinci ölüm. Ondan sonra tekrar dirilecek. Ve'l-ba'sü ba'de'l-mevti hakkun. "Öldükten sonra dirilmek haktır." Bu da çok önemli...
Bunu bilip duran insan Allah'ı nasıl inkâr eder? Niye titremez? Niye ödü patlamaz? O ileride tekrar dirilecek, Allah'ın huzuruna çıkacak; utanmaz mı, utanmayacak mı, mahcup olmayacak mı, pişman olmayacak mı, perişan olmayacak mı, mahvolmayacak mı, hüsrana düşmeyecek mi, hâib ve hâsir olmayacak mı?
Olacak.
İşte o tekrar dirilme, o da olacak ve herkes Allah'ın huzuruna, Allah'a döndürülecek, O'na varacak. Dünyada yaşıyor, istediği yere gidiyor, istediği işi yapıyor, istediği günahı işliyor, zevk sürüyor, safa sürüyor, kan içiyor, zulmediyor; ama ölecek.
Bazı müfessirler bu sümme yuhyîküm, öldükten sonra dirilmeyi kabir hayatı diye açıklamışlar. Kabirde de hani insanlar dirilecek, sorgu sual olacak. Kabirde bir hayat var. Mesela, Peygamber Efendimiz ziyaret ediliyor, selam verilince selâmı iade ediyor, selamları tebellüğ ediyor. Bazı alimler kabir hayatı diye açıklamış, o kanaati ileri sürmüş.
Bazıları da; "İsrafil aleyhisselâm'ın sûra üfürmesinden sonra ölülerin kabirden kalkıp mahşer yerine toplanması" diyesümme yuhyîküm "Sonra sizi diriltecek." ibaresini izah etmişler.
Demek ki, Sümme ileyhi turceûn. "Hepiniz sonuç itibariyle, istese de istemese de, diretse de, ayak diretse de, sevdiği kul olarak da olsa, sevmediği kul olarak da olsa Allah'a döndürüleceksiniz."
Dönünce ne olacak?
Fe-men ya'mel miskâle zerretin hayran yerahû. "Bir toz zerresinin ağırlığı kadar iyilik işlemiş olan, hayır işlemiş olan onun mükâfatını görecek."
Ve men ya'mel miskâle zerretin şerran yerahû. "Bir toz ağırlığı kadar şer işlemiş olan da onun hesabını verecek, cezasını çekecek."
Tabii mükâfatı alanlar, âhirette ebedî saadete erenler "elhamdülillah" diyecekler.
Ve kâlü'l-hamdü lillâhi'llezî ezhebe anne'l-hazen inne rabbenâ le-ğafûrun şekûr.
Vesîka'llezîne't-tekav rabbehüm ilel-cenneti zümerâ hattâ izâ câûhâ ve fütihat ebvâbühâ ve kâle lehüm hazenetühâ selâmun aleyküm tıbtüm fedhulûhâ hâlidîn.
Ve kâlü'l-hamdü lillâhi'llezi sadakanâ va'dehû.
Bu âyet-i kerîmeleri niçin okuyorum?
Hamd edecekler, şükredecekler, "elhamdülillah diyecekler, o korkulardan kurtulup, cennete girecekler. İşte akıllı insan bu uzak istikbali görüp ona göre tedbir alır.
Bu âyet-i kerîme muhteşem; gözümüzün önünden gitmemesi gereken, güzel levhasını yazıp karşımıza koymamız, kartların üstüne basıp herkese göndermemiz gereken bir âyet-i kerîme.
Keyfe tekfurûne billâhi ve küntüm emvâten fe-ahyâküm. "Size hayat vermiş olan o Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?! Sonra O sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek, O'nun huzuruna varacaksınız."
"Orada onun hesabını veremezseniz, cehennemlik olursanız ne kadar üzüleceksiniz. Sevdiği kul olarak yaşar da huzuruna sevdiği kimse olarak varırsanız ne kadar mükâfatlara erecek öyle insanlar... Onları kaçırmak işinize gelir mi? Niye böyle yapıyorsunuz?" diye çok çok heyecanlandırıcı bir âyet-i kerîme.
Sonra Allahu Teâlâ hazretleri inkâr edenlere, fâsıklara, fâcirlere, kâfirlere ondan sonraki 29 numaralı âyet-i kerîmede yine hitab ediyor. Bu âyet-i kerîmenin sonunda ayn harfi var, yani aşır tamam oluyor. Veyahut o ayn harfi aşır değil de rükû' aynıdır. Yani namazda okuyorsa buraya geldiği zaman rükû edebilir işareti.
Hüve, "o" demek, zamir.
Kim?
Allah.
Hüve. "O." Ellezî. "O Zât-ı Celîl'dir ki..."
Bu ellezî, "ki" mânasına. Tekil müzekker olursa ellezî deniliyor, müennes olursa elletî deniliyor. Çoğul olursa ellezîne, "onlar ki" demek oluyor. Böyle müennes olduğuna, müzekker olduğuna göre değişiklikler gösteren "ki" zamiri, ism-i mevsul dedikleri.
"O ki..."
Haleka leküm mâ fi'l-ardı cemîâ. Bakın, bu âyet-i kerîme ne demek:
Haleka. "Yarattı."
"O ki yarattı..."
Leküm. "Sizin için." Küm, "siz" demek, zamir-i muttasıl. Li'de "için" mânasına gelen bir harf-i cer. Leküm "Sizin için" demek oluyor. Ama li esreliyken burada bu zamirlere bağlanırken üstünlü olarak bağlanıyor. Haleka mâ fi'l-ardı cemîâ dese, "O Allah ki yerdekilerin hepsini yarattı." demek olacak. Ama burada bir güzel câr mea'l-mecrûr var; haleka leküm. "Bütün bunların hepsini sizin için yarattım." buyuruluyor. Yani muhatap olan insanlar. Herkes için, özellikle de; "Ey kâfirler, münafıklar, inançsızlar, imana eremeyenler! Bakın, Allah'ın bu büyük lütfunu nasıl düşünmüyorsunuz? Bakın, ne varsa yeryüzünde, her şeyi sizin için yarattığını Allah bildiriyor."
Yerde ne var?
Taş, toprak, su, madenler, dağlar, dereler, ovalar, sahralar, ormanlar, ırmaklar, pınarlar... Otlar, ağaçlar, çiçekler, meyveler... Hayvanlar, çeşit çeşit kuşlar...
Bunların hepsi bizim için yaratılmış. Yani bizim hayatımız için, biz yaşayalım diye, insanoğlu için yaratılmış. Bu öyle bir selâhiyet veriyor ki insana... Ben onun için bütün yumuşak kalpliliğime rağmen kurbanı kesiyorum.
Neden?
Allah bizim için yarattı. Ferman buyurmuş, müsaade buyurmuş; hepsi bizim. Balığı onun için tutuyoruz, tavuğu onun için yiyebiliyoruz, meyveyi onun için koparabiliyoruz... Bütün bu çevremizdeki yaratıkların istifadesini bize vermiş, bize müsahhar kılmış. Önümüze açmış, "Buyurun kullarım!" demiş.
Nasıl inkâr edersiniz? Niye şükretmezsiniz? Şükretmeniz gerekirken, müteşekkir olmanız gerekirken, secde i Rahmân'a kapanıp 'Çok şükür yâ Rabbi!' demek gerekirken bu olur mu?!
Hepsini sizin için yarattı.
Bu çok mühim bir âyet-i kerîmedir. Bütün mahlukâtın, yerin göğün, yerdeki bütün mahlukâtın insanlara verildiği, faydalanmasının insanlara verildiğini tescil eden belge bu... Ehliyetnâme, ruhsatnâme, kullanma ruhsatnâmesi... İbâha-i asliye, yani her şeyin bizim kullanmamız için mübah olduğunu gösteren bir muazzam belge...
"Niye sen meyveyi kopardın, yedin? Ağacın niye odununu kestin, yaktın? Hayvanı niye kestin, etini yedin? Niye sütünü sağdın? Arının binbir zahmetle topladığı balı niye sen aldın, yedin?"
Kim sorarsa bu soruları; "Allah benim için yaratmış, benim emrime vermiş. "İşte yâ Rabbi, işte belgem, işte ruhsatnâmem!" diyecek.
Çok muazzam bir âyet-i kerîme, bunu da yazmak lazım! Bir duvara da bu âyet-i kerîmeyi koymak lazım!
Hüve'llezî haleka leküm mâ fi'l-ardı cemîâ. Yerde ne varsa her şeyi insana helal kılmış, meşru kılmış. Ama ne hariç?
Tabii başka insanların haklarına tecavüz yok. Öyle olmamak şartıyla, başkasının hürriyetine mâni olmamak şartıyla, istifadesine mâni olmamak şartıyla, onun yaşamına son vermemek şartıyla... Ortadaki şeyler serbest, ötekiler serbest değil.
Buradan görüyoruz, anlıyoruz ki insanlar hür yaratılmış ve mahlukât insanların emrine verilmiş. İnsanlar insanlar için yaratılmamış. Yani birileri tepelerine çıksın, emir versin, ötekiler de köle olarak, kırbaç altında inlesin... Böyle bir şey yok! İnsanların birbirlerine canları haram; birisi ötekisinin canına kıyamaz. Irzı, malı haram; başkasının malına tecavüz edemez. Ancak kendi rızası dairesinde, kendisi razı olursa, o malın sahibi verirse, rıza yoluyla, takas veya hibe veya hediye şekliyle, o zaman oluyor. Başka türlü olmuyor. Demek ki insan, insan için yaratılmamış. İnsan köle değil, insan başkasının hizmetçisi değil... İnsan Allah'a kulluk için yaratılmıştır. Bu âyet-i kerîme onu gösteriyor ve her mahlukun da aziz mahluk olan, en şerefli mahluk olan insanlar için yaratıldığını burada Cenâb-ı Hak bildiriyor. Yeri göğü yaratan Mevlâmız, ne sebeple yarattığını, kim için yarattığını burada bildiriyor.
İnsanın; "Çok şükür yâ Rabbi! Sonsuz hamd ü senâlar olsun yâ Rabbi! Demek bütün bunları, bizim için mi yarattın yâ Rabbi? Ben bütün ömrümü sana şükürle, sana ibadetle geçiririm, candan ibadet ederim! Neyim varsa canımı bile vermeye razı olurum!" demesi lazım! Allah'a kulluğunu öyle güzel yapması, yapmaya razı olması lazım. Severek yapması lazım. İsteyerek, Peygamber Efendimiz'in namaza "Gözümün bebeği namaz." dediği gibi yapması lazım.
Bazılarının tembel tembel kıldığı namaza Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz;
Kurretü aynî fi's-salâti. "Gözümün şenliği namazda..." diyor. Yani "gözümün bebeği namaz" demek istiyor, çok sevdiğini beyan ediyor.
Demek ki başkalarının hayat hakkına tecavüz yok, hürriyetlerini kısıtlamaya bir müsaade yok. Hiç kimsenin malına, canına, ırzına, namusuna tecavüz, müdahale hakkı yok. Bütün insanlar hür... Bütün mahlukâtı Allah bu eşref-i mahlukât olan insan için yaratmış. İnsanlar bundan Allah'ın emri üzere, müsadesi vechi ile, yani suret-i isti'mâli nasıl olacaksa, tarifnâmesi nasılsa, hani prospektüsü oluyor, -bunları kullanmak istemiyorum ama belki eskileri bazıları bilmez diye söylüyorum- Allahu Teâlâ hazretleri'nin verdiği emir yolunda onları kullanması lazım. Aksini yaparsa, bunlara tecavüz ederse hepsi kebâirden oluyor. Mala tecavüz, onu çalmak, hırsızlık, gasp vesaire büyük günah. Namusa tecavüz büyük günah. Cana tecavüz, adam öldürmek büyük günah. Yani en büyük günahlardan oluyor.
İslâm ne kadar güzel! İnsanı ne kadar güzel koruyor. İnsanın hürriyetlerini ve malını ne kadar güzel koruyor. Ve zavallı müslümanlar da İslâm'dan ne kadar habersiz, Kur'an'dan ne kadar habersiz; Allah'ın kendisine neler verdiğini bilmiyor! Kula kul olmakla ömrünü geçiriyor. Kuldan menfaat bekleyerek ömrünü geçiriyor. Yalan yanlış yollarda ömrünü geçiriyor.
"Yerde ne varsa Allah hepsini insanoğlu için yarattı."
Sümme'stevâ ile's-semâ'. "Sonra yukarıya doğru yöneldi, düzeldi."
İstevâ, "seviye" yani "düzleşmek" mânasına bir kelimeden geliyor. Dünyayı ortasından böyle eşit olarak düz bölen ekvatora "hatt-ı istivâ" diyoruz. Ekvator da herhalde ekov kelimesiyle ilgili, "dünyayı iki eşit parçaya ayıran çizgi" demek oluyor. İstevâ-yestevî-istivâ.
"Allah sonra semaya istivâ eyledi." Bu istivâ fiili, tabii kökü böyle ama ne mânaya geliyor? Yerdeki her şeyi insanlar için yarattı, sonra semaya istivâ eyledi. Nasıl bir şey?
Tabii Allah'ın zâtını bilemediğimiz gibi onunla ilgili fiillerin de nasıl bir fiil olduğunu, ne demek olduğunu insan bilemez. Çünkü insanların o fiili yapışı gibi de değildir. Mesela, Allah her şeyi görüyor. İnsan nasıl görüyor?
Gözle görüyor. Ama Allahu Teâlâ hazretlerinin görmesi insanın görüşü gibi değil. Allah her şeyi işitiyor. İnsan kulakla işitiyor. Kulağı sağır olabiliyor, kulak zarı patlarsa duymuyor. Cenâb-ı Hakk'ın öyle bir şekilde işitmediği muhakkak. O halde hiçbir şeye benzemiyor.
"Semaya istivâ eyledi."
Fe-sevvâhünne seb'a semâvât. "Ve onu yedi kat sema olarak düzenledi. Semaya teveccüh buyurdu, iradesini semaya, yukarıya yöneltti."
Sema, aslında "yukarısı" demek.
"Yaratma iradesini semaya tevcih eyledi."
Fe-sevvâhünne. "Bu gökteki varlıkları, tabakaları..." Seb'a semâvât. "Yedi kat sema olarak düzenledi. Gökyüzünü böyle tesviye eyledi."
Tesviye, "düzlemek" demek. "Düzenlemek" de oradan biraz onun karşılığı gibi oluyor. İkisi de "düz" mânasıyla ilgili kelimeler olması dolayısıyla Türkçe'ye benziyor biraz.
Tabii burada yedi kat semavâttan bahsediliyor. Yedi kat sema. İki mâna var, iki türlü izah etmişler. Eski müfessirlerin izahlarına bakıyorum. Çeşitli devirlerde insanların ilmi ne kadarsa, yer ilmi, gök ilmi, yıldız bilimleri, tıp ilmi, fizik ilmi, kimya ilmi; o bilgileri nisbetinde bir şeyler anlamaya çalışıyor ve herkes bilgisi kadar bir şeyler anlıyor. Şimdi biz tabii fizik okuyoruz, kimya okuyoruz.Gök bilim yani astronomi okutuyorlar. Lisenin son sınıfında bize okutmuşlardı. Tabii üniversitelerde daha geniş olarak okutuluyor. Bu yedi kat semayı eskiler nasıl [izah etmişler?]
Birisi arzdan itibaren işte gezegenlere doğru... Çünkü insana en yakın olan gezegenler. Gökyüzüne [baktığın] zaman onlar daha parlak görülüyor. "İşte şu gezegen, bu gezegen..." diye onları daha rahat görebiliyor. Ve her akşam da biraz bu tarafa gittiğini gördüğü için öteki yıldızlar gibi birbirlerine göre duruşları aynı kalmadığından, pozisyonları, durumları değiştiğinden "seyyâre" demişler. Yani "gezegen, yıldız" demişler. Gezegen, "gezen" demek.
İşte birisi arzdan Zühre'ye kadar, birisi Zühre'den Utarit'e kadar... Tabii bu Zühre, Utarit, Merih vesaire, bunların Yunanca adları Venüs, Merkür, Mars vesaire diye geçiyor. Bir zamanlar bunları böyle biliyorduk. Şimdi tabii bütün ilim tabirleri değişmeye başladı. Başka isimlerle isimlendiriliyor. Böyle yıldızların arasındaki tabakalar olarak düşünmüşler. Bu bir. Alimlerin bir anlayışı. Ama bunu daha ziyade, o devirlerin gök bilimcilerin sözlerine bakarak bilim adamları söylemişler.
Asıl müfessirlerimizin yani Kur'an'ı iyi bilen büyük müfessirlerin izahları böyle değil. Onlar diyorlar ki;
"Gökteki bütün yıldızların süslemiş olduğu tabaka, yıldızların olduğu tabaka birinci semadır."
Neden?
Çünkü âyet-i kerîmede buyuruluyor ki;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
İnnâ zeyyenne's-semâe'd-dünyâ bi-zînetini'l-kevâkib. "Biz en yakın semayı ziynetlerle süsledik."
Yıldızları bir süs, ziynet olarak söylüyor. Tebâreke sûresinden de hepiniz bilirsiniz. Orada da buna benzer bir ifade geçer:
Ve lekad zeyyenne's-semâe'd-dünyâ bi-mesâbîha ve cealnâhâ rucûmen li'ş-şeyâtîn. "Biz en yakın semayı..."
es-Semâe'd-dünyâ demek, "dünya seması" demek değil. Dünya, burada "en yakın" demek, ism-i tafdilin müennesi. Bazıları onları bilmedikleri için -bakıyorum meâllere- yanlış tercüme ediyorlar. Öyle değil, burada "en yakın" mânasına. Çünkü zaten bizim "dünya" dediğimiz şeye Kur'ân-ı Kerîm'de "dünya" denmez, "arz" denir. "Dünya" sözü bugünkü Türkçe'de kullanılan bir tabir. Kur'an'da öyle geçmez. es-Semâe'd-dünyâ demek, "En yakın semayı misbahlarla yani kandillerle donattık." demek. Yine orada misbahlardan, mesâbihten maksat, yıldızlar. Yıldızların olduğu sema en yakın sema olunca, o zaman yedi kat semanın diğer altı katı, bu yıldızlardan ötedeki başka tabakalar olduğu anlaşılıyor. Kur'ân-ı Kerîm'in öbür âyetlerini de düşündüğümüz zaman ortaya çıkan mâna bu. Ve müfessirlerin büyükleri böyle ifade etmişler.
Tabii o eski gök bilimcilerin, böyle gezegenlerin arasını birer tabaka saymasından çok daha yerli yerinde, bilime uygun, güzel anlatım. Müfessirler için büyük şeref... O kendi zamanlarının kısa ilimlerine takılmayıp da Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini karşılaştırıp bu mânayı bulmaları çok güzel bir şey...
Demek ki bu gördüğümüz yıldızların bazılarının ışıkları bize milyonlarca senede geliyor. Demek ki semanın derinliği ne kadar fazla... Bu derinliğin içinde bu yıldızları gördüğümüz mıntıka sadece birinci sema... Ondan sonra yıldızların bittiği yerden itibaren altı tabaka daha var. Ondan sonra:
Vesia kürsiyyühü's-semâvâti ve'l-ard. "Allahu Teâlâ hazretlerinin Kürsüsü bütün bu semavâtı ve arzı kuşatmıştır."
Ondan sonra Cenâb-ı Mevlâ'nın Arş-ı Âzâm'ı geliyor. Semavâtı kuşatan Kürsü, Arş-ı Âzâm'ın yanında küçücük bir tane gibi kalıyor. Yani Arş-ı Âzâm o kadar muazzam...
Cenâb-ı Hak yeryüzünü insanlar için tezyin eyleyip, hazırlayıp, yaşamına uygun hâle getirince semavâta yönelip onu yedi kat sema yaptıktan sonra da, daha başka âyet-i kerîmelerde; Sümme'stevâ ale'l-arş. "Sonra Arş üzerine istivâ eyledi." diye bildiriliyor. Burada da yine istivâ kelimesiyle karşılaşıyoruz. Arş da "oturulan koltuk ve taht" demek. "Arş üzerine istivâ eyledi." "Semavâta istivâ eyledikten sonra Arş üzerine istivâ eyledi." buyuruluyor. "Cenâb-ı Mevlâ oraya teveccüh buyurdu, öyle irade buyurdu. Orada mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Mevlâ yer aldı." diye söylenecek kelime bulunmuyor. "Orada istivâ eyledi, Arş'ta istivâ eyledi." buyuruluyor.
Demek ki yedi kat semavâtın birincisi yıldızların olduğu sema, ondan sonra öteki semalar... Bu şimdiki gök bilime çok uygun bir ifade. Gök bilimcilerin ifadesi de aynı şekilde. Hakîkaten semanın boyutları, derinliği çok muhteşem... Galaksiler, galaksilerden öteki âlemler vesaire...
Biz bu semanın dibini niye göremiyoruz?
Çünkü milyonlarca senede bir ışık gelip milyonlarca senede ilk çıktığı yerden gözümüze geldiği zaman görüyoruz. Henüz daha ışığı gelmemiş olanı görmüyoruz. Gelmiş olanı da beş milyon sene önceki hâlinin ışığı olduğundan şimdi orada olduğunu söyleyemeyiz. Belki orası değişti. Yani ışıktan, ışığın gelmesinden veya gelmemesinden bir görme ve bir perdelenme durumu oluyor.
Mirâcı anlatan ifadelerde geçiyor ki; Cenâb-ı Mevlâ'nın 70 bin nurdan, 70 bin zulmetten, yani nur olmayan karanlıktan perdelerin arkasında olduğu, Cenâb-ı Resûl-i Kibriyâ Muhammed-i Mustafâ Efendimiz hazretleri de mirâca çıkarken bu perdelerin kendisine kaldırıldığı, açıldığı Mevlid'de anlatılıyor.
Ref' olup ol şâha yetmiş bin hicâb,
Nur-u tevhîd açtı vechinden nikâb.
Süleyman Çelebi rahmetullâhi aleyh şâhâne anlatımlarla o eşsiz hâdiseyi çok tatlı bir şekilde tasvir buyuruyor:
Nurdan ve zulmetten perdelerle etrafımız kapalı olduğundan, gerçekten bilimsel olarak semanın dibini ne aletle, ne gözle göremiyoruz. Birinci sema yıldızlarla donanmış durumda. İşte yeri insanlar için üstündeki nimetlerle yaratan Cenâb-ı Hak göğü de böylece tanzim buyurduktan sonra Arş-ı Âzâm'a istivâ eylemiş olduğunu Kur'ân-ı Kerîm bildiriyor. Her yerde hâzır ve nâzır; lütfediyor, inâyet ediyor, hak O'nun, tasarruf O'nun, mülk O'nun, egemenlik O'nun... Bir şeyin olmasını dileyince, Kün "Ol!" diye buyuruyor, oluyor.
Lehû mülkü's-semâvâti ve'l-ard. [Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur."
Bi-yedihî melekûtü külli şey'. [Her şeyin mülkü kendi elindedir.]
Lehû mekâlîdü's-semâvâti ve'l-ard. [Göklerin ve yerin anahtarları, mutlak hükümranlığı O'nundur.] Her şey O'nun lütfuyla, iradesiyle oluyor ve olmuş.
Bu 29. âyet-i kerîme Ve hüve bi-külli şey'in alîm diye bitiyor. Buradaki hüve de, yani "o" zamiri de Allah'a râci. "Ve o Allah, her şeyi sonsuz ve tam mânasıyla bilicidir."
Alîm, âlim sözünün mübalağalı şekli, siygasıdır. Âlim; alime-ya'lemu'dan ism-i fâil siygası, "bilen" demek. Alîm ne demek?
"Her şeyi çok bilen" demek.
"Allahu Teâlâ hazretleri âlimdir yani her şeyi bilir."
Yetmez, böyle bir tercüme olmaz.
Ve hüve bi-külli şey'in âlim demiyor ki, ifade öyle değil ki... Alîm, mübalağa-i ism-i fâil siygası. O mübalağa mânasını tercümede duyurmak lazım. Her şeyi tam biliyor. Yani bilmediği hiçbir şey yok. Her şeyi biliyor, her yönüyle biliyor ve rubûbiyyetinin şânına lâyık bir şekilde biliyor. İnsanlar bir şeyi bilir, binbir şeyi bilmez. Milyonlarca, milyarlarca şeyi bilmez. En alim insanın bilgisi bile, en alimin ilmi bile bir noktadır, asıl bilinecek şeylerin yanında...
Allahu Teâlâ'nın her şeyi bildiğini söyleyerek âyet-i kerîme konuyu tamamlıyor: "Ey kâfirler, ey münkirler, ey nankörler, ey imansızlar! Siz nasıl iman etmezsiniz? Bak, bu hayatı veren o Allah sizi yarattı. Bazıları ölüyor. Bak işte, bu ölümü takdir buyuran, emir buyuran o Allah... Sonra tekrar ba'sü ba'de'l-mevt olacak, âhiret hayatı olacak; tekrar diriltecek olan o Allah... O'nun huzuruna gideceksiniz. Niye iman etmiyorsunuz bakalım? Nasıl iman etmezsiniz siz, nasıl kâfir olursunuz?" diyerek tevbih ediyor. Sonra da;
"O ki sizin için yeryüzündeki her şeyi yarattı; şükretmeniz gerekmez mi, ibadet etmeniz gerekmez mi? Bunları siz mi yarattınız, siz mi geliştiriyorsunuz, siz mi büyütüyorsunuz? Bu meyveleri siz mi olduruyorsunuz? Bu tatları siz mi veriyorsunuz? Bu mahlukâtı böyle siz mi çalıştırıyorsunuz? Arıya siz mi bal toplattırıyorsunuz? İşte bütün bunlar sizin için; şükretmeniz gerekmez mi?" diye, Cenâb-ı Hak burada da nimetlerini anlatıp, hatırlatıp inkâr edenlerin imana gelmesinin bir [gerekçesini] daha beyan ediyor.
Ondan sonra da, gökleri kendisinin lütfedip, tanzim edip, inâyet buyurup yedi kat sema olarak hazırladığını beyan ediyor. Biz âyetlerden biliyoruz ki birinci kat sema yıldızlarla donatılmış, mâverâsında ondan sonra daha nice nice tabakalar var, varlıklar var. Ve bütün bunlar tabii beşerin, mahlukun yapacağı şey değil... Buradan çıkan sonuç: "Allahu Teâlâ hazretleri her şeyi biliyor da, her şeye kâdir de Rab olduğu için yapıyor; bunları böyle görüyorsunuz, o halde imana gelin!" demek oluyor. Bütün bunların da sonsuz bir bilgiyle yapılabildiğinin belgesi oluyor. Bu semavât nasıl yaratılmış? Bu semanın kanunları, fizik, kimya, hayat, yaşam kanunları kim tarafından konulmuş?
Allah tarafından. Ne muazzam bilgi... İnsanlar anlasın diye söylüyorum, bu kelimeleri kullanmak da belki doğru değil ama; ne mühendislik, ne bilgi, ne profesörlük, ne üstadlık, ne maharet, ne sanat, ne kudret, ne hikmet... Ne kadar güzel! Her şeyi bilen Mevlâ, yerin göğün her şeyini O düzenlemiş. Yani dizaynını O çizmiş, O hazırlamış. Bu bulutların bu yağmuru yağdırması, bu dünyanın bu güneş etrafında dönmesi, o güneşin sönmeyip dünyayı ısıtması, faydalandırması, dünyadaki her şeyin hayatına katkıda bulunması... O havanın terkibi, oksijeni, hidrojeni; bu suyun halleri, halden hâle geçişi... Hangi fizik olayına, hangi kimya olayına, hangi biyoloji -yani "hayat ilmi" demek- olayına baksak, nereye baksak her yerden hayranlıkla gözümüz ayrılacak veya temâşasında, güzelliği karşısında mest olup bayılacağız. Her şeyi bilen Mevlâmız kâinâtı, yeri göğü ne güzel donatmış, süslemiş, bezemiş, bizim istifademize sunmuş. O halde bizim O'na iyi kulluk etmemiz lazım!
"Ey kâfirler! Siz hangi akla uyup da kâfir kalıyorsunuz? Bunca delilden, bunca olaydan, çevrenizdeki bunca insan tarafından yapılmamış varlıktan sonra bunu yapanı hiç merak etmiyor musunuz? Onu yaratan Allah'ın kulu olduğunuzu, yaratılmış bir varlık olduğunuzu anlayıp da yaratanınızı aramıyor musunuz? O'na kulluk etmeyi düşünmüyor musunuz?" diye, ne kadar güzel âyet-i kerîmeler...
Cenâb-ı Hak kendisine güzel kulluk etmeyi cümlemize nasip eylesin. Ömrümüzü rızasına uygun geçirip sevaplı, hayırlı işler işleyip huzuruna sevdiği razı olduğu kul olarak varmayı nasip eylesin.
Tabii insanlar neden iyi kul olmazlar, niye kâfir olurlar, niye zalim olurlar muhterem kardeşlerim?
Şu basit dünya hayatının küçük menfaatleri dolayısıyla insanlar birbirlerini aç kurtlar gibi saldırıp yiyorlar. Şunlar şunlara, bunlar bunlara saldırıyor.
Allahu Teâlâ hazretleri her şeyin hayırlısını nasip eylesin. Her türlü şerden, fitneden, fesattan cümlemizi korusun. Şu fâni dünya hayatının Allah tarafından verildiğini bilerek O'na güzel kulluk etmemizi nasip eylesin. Bir gün gelip hayatımızın biteceğini, öleceğimizi, sonra tekrar dirilip Allah'ın huzurunda hesap vereceğimizi unutmayıp ona, o mahkeme-i kübrâya güzel hazırlanmayı, sevaplı işler işlemeyi, hayatımızı hayırlı, verimli geçirip huzuruna sevdiği razı olduğu kul olarak varmayı nasip eylesin. Cennetiyle cemâliyle cümlemizi müşerref eylesin
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!