es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Bugünkü sohbetimizin mevzuu olan âyet-i kerîme Bakara sûresinin 30. âyet-i kerîmesi. Bir âyet-i kerîme...
Allahu Teâlâ hazretleri Bakara sûre-i şerîfesinin 30. âyet-i kerîmesinde buyuruyor ki;
Bismillâhirrahmânirrahim.
Ve iz kâle rabbüke li'l-melâiketi innî câilun fi'l-ardı halîfeten kâlû e tec'alü fîhâ men yufsidü fîhâ ve yesfikü'd-dimâe ve nahnu nüsebbihu bi-hamdike ve nukaddisü leke kâle innî a'lemu mâ lâ ta'lemûn.
Bu âyet-i kerîme, insanoğlunun yaratılmasından önce Allahu Teâlâ hazretlerinin insanları yaratacağını meleklere bildirmesi üzerine meleklerin de; "Yeryüzünde böyle bir mahluk yaratacaksın yâ Rabbi; onlar yeryüzünde fesat çıkartacaklar, kanlar dökecekler. Halbuki biz seni tesbih ediyoruz, seni takdis ediyoruz." demeleri; Allahu Teâlâ hazretlerinin de; "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." buyurması konusunda.
Âyet-i kerîme bu. Şimdi izahına geçelim.
Ve iz kâle rabbüke li'l-melâiketi.
İz, Arapça'da bir edattır, zaman bildirir. İzâ da zaman bildirir. İz'den sonra bir elif de gelip izâ olursa "o vakit ki" mânasına gelir. Mesela;
İzâ câe nasrullâhi. "O vakit ki Allah'ın nusreti [yardımı] geldi, geldiği zaman."
İngilizcesi when gibi, "o vakit ki" mânasına gelir. İz olunca da, "Hani o vakit var ya, [hatırla], an o zamanı ki..." mânasına gelir. Eski, mâzide olmuş bir olayın yâdı, hatırlatılması bahis konusu olduğu zaman kullanılan bir edat.
Ve iz kâle. "Hani hatırla o zamanı ki..." Rabbüke. "Senin Rabbin ey Muhammed-i Mustafâ, ey benim Resûlüm..."
Rabbüke'de ke zamiri geldiği için, "senin Rabbin" diye hitabın Peygamber Efendimiz'e olduğu aşikâr oluyor.
Li'l-melâiketi. "Meleklere Rabbin demişti ki:"
İnnî câilun fîl-ardı halîfeten. "Ben yeryüzünde bir halife yapacağım!"
Bu iz, "İşte o zamanı hatırla, o zaman var ya..." mânasına gelen bir edat. Birçok âyet-i kerîmelerin başında, böyle mâzide olan bir şeyi yâd etmek, hatırlatmak bahis konusu olduğu zaman geçer. Mesela:
Ve iz yerfeu İbrâhîmü'l-kavâide mine'l-beyti ve İsmâîl. "Hani, yâd eyle, [hatırla] o zamanı ki İbrahim Beytullah'ın temellerini yükseltiyordu ve İsmail de ona yardım ediyordu."
Böyle birçok âyet-i kerîmelerde geçiyor.
Kâle "dedi" demek. Ama biz "Allahu Teâlâ hazretleri dedi." demiyoruz, edeben "buyurdu" diyoruz. Çünkü "dedi" sözü sıradan insanların birbirleriyle konuşmasında çok kullanılan bir kelime. Onun için biz Allahu Teâlâ hazretleri kâle fiilini kullandığı zaman hürmeten "buyurdu ki" diyoruz. Buyurmak aslında "emretmek" demek. Onun her sözü bir emir, başımızın tacı olduğu için öyle bir edeble söylüyoruz, tercümeyi öyle yapıyoruz.
Rabbüke. "Ey Resûlüm, senin Rabbin..." Peygamber Efendimiz'e Allahu Teâlâ hazretleri "Ben Azîmüşşân" demiyor, "Senin Rabbin" diye bildiriyor. Kendisinin böyle dediğini bu ifadeyle bildiriyor. Böyle kullanma azamet ifade eden bir kullanma. "Ben böyle söyledim." demeyip de "Senin Rabbin hani demişti ki..." diye söylemek Arapça'da bir saygı ve azamet ifade eden kullanım şekli.
Melâiketi, "melek" kelimesinin çoğulu. Emlâk diye de çoğulu gelir. Ama emlâk "mülk" kelimesinin de çoğulu olduğundan biz onu pek kullanmıyoruz. Fakat hadîs-i şerîflerde ve başka ibarelerde bazen emlâk sözü de geçer. Emlâk ve melâike, "melekler" demek. Allahu Teâlâ hazretlerinin yarattığı mübarek varlıklar. Melekler Allah'a hiç âsi olmayan, emrettiğini derhal yapan mutî varlıklar, itaatkâr varlıklar.
"Rabbin hani meleklere demişti ya, o zamanı hatırla..."
Tabii "hatırla" denmiyor, biz onu sözün gelişi olarak bu makamda söylendiğini ifade ediyoruz. Hatırla ve hatırlat... Yani "Kendin bil ve bunu da kavmine anlat ve onlar da bilsinler meseleyi, bu hususa muttali olsunlar." demek.
İnnî câilun. Câil, ceale fiilinden ism-i fâil. "Muhakkak ki ben yapıcıyım." Fi'l-ardı hâlifeten. "Yeryüzünde bir halife yapıcıyım." demek, "yapacağım" mânasına; isim cümlesinde ism-i fâil kullanıldığı zaman [anlamı bu şekilde olur.] İstikbalde böyle olacak, insan nesli daha yaratılmamış.
İnnî câilun fi'l-ardı hâlifeten. "Yeryüzünde bir halife yapıcıyım."
"Ben yapanım" sözü, "yapacağım" mânasında kullanıla[bilir,] o da Arapça'nın özelliklerinden; Arapça'da bazen istikbale ait bir şeyi yaparken böyle ifadeyle anlatılır. Tabii istikbal siygası da ayrıca var.
Ceale "kılmak, yapmak" mânasına geliyor. Ama "yaratmak" mânasına da kullanılır. Bir çok âyet-i kerîmelerde "yaratmak" mânasına da geçer.
Burada da; "'Yeryüzünde bir halife yaratacağım!' diye senin Rabbin meleklere demişti ya; işte o zamanı hatırla, hatırlat, yâd et!" mânasına geliyor. Allahu Teâlâ hazretleri[nin] bir halife yaratacağını meleklere bildirmiş olduğunu bu cümleden anlıyoruz.
Halîfe ne demek?
Halîfe, faîle vezninde bir kelime. Halefe-yahlufu-halefen fiilinden geliyor. "Bir kimsenin birisinin yerine ondan sonra o işi yapmaya geçmesi, devam etmesi, halef olması, arkasından gelmesi, onun yerine oturması, o işi yapması" mânasına bir fiil bu. Aslında half "arka" demek; yani "birisinin arkasından o işi yapmayı devam ettiren" mânasına geliyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz müslümanları yetiştirdi, İslâm'ı tebliğ etti, kendisine indirilmiş olan Kur'ân-ı Kerîm'i onlara öğrettikten sonra bir düzenli toplum meydana geldi ve bu bir devlet hâline geldi; Medine Devleti... Hatta Peygamber Efendimiz çarşı pazarın usullerini, kurallarını koydu. "Medine Anayasası" diye onun maddeleri Prof. Hamidullah Bey'in kitaplarında yazılıdır. Her şeyi düzenledi. Sonra kendisi civardaki devletlere elçiler gönderdi: "Ben Allah'ın Resûlüyüm. Allah bana Kur'ân-ı Kerîm'i indirdi. İslâm dinini öğrettirdi, yeryüzüne koydu. İslâm'ı hak din olarak razı olduğunu beyan etti, Allah indinde geçerli olan din İslâm'dır, siz de müslüman olun!" diye onun zamanında sağ olan, yaşamakta olan hükümdarlara İslâm'ı tebliğ etmek için elçiler gönderdi. Kendisine elçiler geldi. Bizans imparatoru Herakliyus'a elçi gönderdi. O zamanki Habeş imparatoru Necâşi müslüman oldu. Hatta vefat edince Peygamber Efendimiz gıyabında cenaze namazı kıldı. Mısır emirine mektup ve hediyeyle elçi gönderdi. O da birtakım hediyeler ile gönül alıcı şekilde elçileri geri gönderdi. İran'a elçi gönderdi. İran hükümdarı Peygamber Efendimiz'in mektubunu parçaladı ve elçisini şehit eyledi. O zaman Peygamber Efendimiz; "Benim mektubumu parçaladığı gibi onun da mülkü parça parça olsun! Allah dağıtsın, parçalasın!" diye beddua edince -Neler söylediğini şu anda teferruatıyla hatırlayamıyorum- oğlu o hükümdarı öldürdü. Böylece Allah onu cezalandırdı. Mülkü de hazineleriyle müslümanların eline geçti.
Yani Medine'de tam bir devlet düzeni kuruldu, onu anlatmak istiyoruz, asıl mesele [o.]
Ondan sonra da Peygamber Efendimiz'in arkasından bu düzenin, İslâmî yönetimin devam etmesi için müslümanlar başlarına birisini seçtiler. Bu ehli sünnetin inancına göre nass ile Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahu anh idi. Arkasından o makama geçtiği için ona; Halîfetü Resûlillâh "Allah'ın Resûlü'nün halifesi" denildi. Böylece halife sözü, "müslümanların yönetiminde en yüksek selâhiyete sahip, en büyük yönetici, başkan" mânasına o zamandan beri böyle kullanıldı.
Her ne kadar müslümanlar bir tek yöneticinin idaresinde olmayı devam ettiremediler ve parçalandılarsa da; Osmanlılar o hilafet müessesesini Abbasîlerden naklen kendilerine devraldılar ve uzun zaman, asırlarca bu hilafet Osmanlılar'da bulundu.
"Senin Rabbin meleklere; 'Yeryüzünde ben bir halife yapacağım, yaratacağım!' dedi."
Tabii biz halife kelimesini bildiğimiz için, hilafet müessesesini bildiğimiz zaman hemen bir devlet başkanı, bir yönetici hatırlıyoruz. Ama müfessirlerin ilk izahı böyle değil, ittifak ettikleri mâna bu değil. Şöyle tefsir ediyorlar:
Ey, edat-ı tefsirdir. Daha önceki ibarenin açıklaması olacağı zaman başına ey gelir. Biz ey'i hitap olarak kullanıyoruz. "Ey filanca..." diye Arapça'da o mâna da var. Fakat ey, "yani" mânasına gelir. "Yani" sözü de çekimli bir muzâri fiil olduğundan bazen ya'nî diye kullanılır. Yani gâib siygası, üçüncü tekil şahıs. Bazen de makamına göre a'nî diye kullanılır; "Ben diyorum ki" mânasına mütekellim siygası, yani birinci tekil şahıs. Onun için yaniden daha çok kullanılan ey, edat-ı tefsir.
Ey kavmen yahlüfü ba'duhüm ba'dan karnen ba'de karnin ve cîlen ba'de cîlin diye açıklamışlar. Halife sözünün sahih ciddi tefsir kitaplarında ilk açıklaması bu. Yani "Bir kavim yaratacağım ki ondan sonrası evvelkilere halef olacak; bir asırdan sonra gelen öteki asırdakiler evvelki asırdakilere halef olacak, sonraki nesiller önceki nesillere halef olacak." demek mânasını almışlar. Buna delil olarak da başka âyet-i kerîmeleri de gösteriyorlar. Mesela bir âyet-i kerîmede geçiyor ki;
Hüve'llezî cealeküm halâife fi'l-ardı. "Sizleri yeryüzünün halifeleri kılan O Allah'tır."
Yani bütün insanlar halife oluyor.
Ve yec'alüküm hulefâe'l-ardı. "Ve sizleri yeryüzünün halifeleri kıldı."
Başka bir âyette "bu iyi insanlar" diye birilerini anlattıktan sonra:
Fe-halefe min ba'dihim halfün edâu's-salâte ve'ttebeu'ş-şehevâti fe-sevfe yelkavne gayyâ. "Onların arkasından birtakım halef-selef meselesinde başkaları geldi, başka nesiller geldi. Onlar namazı bıraktılar, şehvetlerine tâbi oldular. Onlar cehenneme atılacaklar." [buyuruluyor].
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki; "Halife yaratacağım." [derken] halfun ba'de halfin, yani "Peş peşe nesiller boyu birbirlerine halef ola ola devam edecek birtakım varlıklar yaratacağım." mânasına demiş olduğunu ifade ediyorlar.
Tabii bu bir açıklama.
Halîfeten cins isim olarak gelmiş. İnnî câilun fi'l-ardı halîfete demiyor. Belirli bir kelime olarak, belirli bir şahsı kasteder şekilde olsaydı -Arapça'da- elif-lamlı gelecekti, mârife gelecekti. Halîfeten gelmiş. O zaman buradan anlaşılıyor ki böyle cins isim olarak gelmesi, özel isim olarak, belirli isim olarak gelmemesi; lem yürid âdeme aynen ilk insan, Ebu'l-beşer Hz. Âdem aleyhisselâm'ı kastetmediği anlaşılıyor.
Zaten melekler de; "Yeryüzünde fesat çıkartan ve kanlar döken bir varlık mı yaratacaksın?" diye söyledikleri için, Hz. Âdem de Allah'ın peygamberi olduğundan, peygamberler de büyük günahları işlemekten mâsum olduklarından, Âdem aleyhisselâm'ın kastedilmediği oradan da anlaşılıyor.
Yeryüzünde böyle bir varlık cinsi yaratılacağını, yaratacağını Allahu Teâlâ hazretleri bildirmiş oluyor.
Tabii melekler de; kâlû. "Dediler ki;"
"O olayı hatırlamaya devam et, bilmeye devam et, anlat bunları kavmine!" diye ifade devam ediyor.
E tec'alü fîhâ men yufsidü fîhâ ve yesfikü'd-dimâ'. Buradaki e, soru edatıdır. E tec'alü fîhâ. "Yaratıyor musun, yaratacak mısın yâ Rabbi? Men yufsidü fîhâ. "O kimseleri, o varlıkları ki orada ortalığı ifsat ediyorlar."
"İfsat eden, bozan, fesat çıkartan varlıkları mı yaratacaksın?"
Ve yesfikü'd-dimâ'. "Kanlar döken varlıkları mı yaratacaksın?"
Ve nahnu nüsebbihu bi-hamdike.
Bu ve ile başlayan cümle hal cümlesi. Nahnu, Arapça'da "biz" demek.
Nüsebbihu bi-hamdike. "Biz sana hamd ederek seni tesbih ediyoruz." Ve nukaddisü lek. "Seni takdis ediyoruz."
"Biz seni tesbih ederken, hamd ederek seni takdis ederken, bu vaziyetteyken, hal bu iken, durum böyleyken orada sen fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir varlık cinsi mi yaratacaksın?" dediler melekler...
Tabii meleklerin bu sözü itiraz değil, kesin olarak. Haset de değil, kıskanmak da değil.
Neden?
Çünkü meleklerin vasfında Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Lâ yesbikûnehû bi'l-kavli. Allah'ın razı gelmeyeceği, onlara müsaade etmediği bir sözü söyleyecek varlıklar değil onlar.
Onlar öyle nefsâniyete sahip varlıklar değil. Nefsi olan insan. Nefsinden dolayı nefsi kabarır, nefsine mağlub olur, itiraz eder; kızar, itiraz eder; kıskanır, haset eder, itiraz eder... Melekler böyle nefsâniyetten müberrâ olarak yaratılmış olduklarından onların böyle bir [durumu] yok.
Sonra:
Lâ ya'sûna'llâhe mâ emerahüm ve yef'alûne mâ yü'merûn. "Bu varlıklar ne emrederse onu yaparlar, Allah'a âsi gelmezler."
Onun için bu sözleri itiraz değildir, haset değildir. Tabii bu âyetleri okuyup yazan insanlardan elbette böyle söyleyenler çıkmıştır. Ama kesin olarak böyle olmadığı anlaşılıyor.
Peki ne oluyor?
Birkaç şey olabilir. Bir, bilgi öğrenmek için, meselenin hikmetini anlamak için olabilir. Buna isti'lâm derler, yani "bilgi almak". Ve istikşâf derler, yani "işin mahiyeti, esrarının perdesi kaldırılsın da görülsün" mânasına. Öğrenmek [için] olabilir, hikmetini anlamak için izah istemek olabilir. Bu soru; e tec'alü fîhâ "Öyle bir varlık mı yaratacaksın yâ Rabbi?" sözünün mânası...
Üçüncüsü de ne olur?
Taaccüb olur, şaşırma olur. Çünkü Allahu Teâlâ hazretlerinin en sevmediği şey fitne ve fesat çıkartmaktır. Âyet-i kerîme var:
Vallâhu lâ yuhibbu'l-fesâd. "Allah fesadı sevmez."
"Fitneyi, fesadı, karışıklığı, bozgunculuğu Allah sevmez."
Allah'ın sevmediği işi yapacak, kendisine âsi gelecek, zulmedecek... Kan dökmek de çok büyük zulümdür. Allahu Teâlâ hazretleri âyet-i kerîmelerde fitnenin kan dökmekten daha şiddetli olduğunu beyan etmiştir. Şaşırıyorlar. "Böyle bir varlığı Rabbimiz niye yaratıyor?!" diye taaccüb ettiklerinden, bu soruyu sormuş oluyorlar. Onların bu mahiyetini anlamak için, ya da esrarını, hikmetini, işin iç yüzünü öğrenmek için; ya da şaşkınlıklarından... Tabii şaşırıp da taaccüb ettiklerinden yine bu şeyi soruyorlar.
Sorularına karşılık... Kâle. "Allahu Teâlâ hazretleri buyurdu ki;"
İnnî a'lemu mâ lâ ta'lemûn. "Ben sizin bilmediğinizi bilirim."
İnnî. "Hiç şüphe yok ki, muhakkak ki..." A'lemu. "Ben bilirim."
Alime-ya'lemu'dan mütekellim siygası.
Mâ lâ ta'lemûn. "Şol şeyi ki siz onu bilemiyorsunuz..."
"Bilemeyeceğiniz, bilmediğiniz şeyleri ben bilirim!"
"Bunun yaratılışında nice nice hikmetler var ki siz onları bilemezsiniz, bilmeniz mümkün değil. Ben her şeyi bildiğim için bunu yaratmayı murad eyledim." diye buyurmuş.
Tabii Allahu Teâlâ hazretleri meleklerine daha yaratılmamış bir varlıktan bahsediyor, anlatıyor. Onlar da o yaratılmamış mahlukun yeryüzünde, istikbalde yapacağı fesat çıkartmak, kanlar dökmek meselesini söylüyorlar ve bu şeye taaccüb ediyorlar.
Neden?
Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri onlara bazı şeyleri bildirdi. O yaratılmışların istikbalde yapacağı şeyleri meleklere bildirdiği için, melekler de o bildirme üzerine bildikleri kadarıyla hayretlerini ifade ettiler. Hikmetini anlamak için böyle bir söz söylediler. Ama tabii Allahu Teâlâ bildirmediği şeyleri beyan etti. "Ben sizin bilmediklerinizi de biliyorum." Çok hikmetler var bu [anlatılanlarda...] Nedir onlar, onları biraz sonra açıklayacağız.
Ve nahnu nüsebbihu bi-hamdike ve nukaddisü leke. "Biz seni hamd ederek sana tesbih ediyoruz, seni takdis ediyoruz."
Bu kelimeleri izah edelim. Fesat çıkartmak ve kan dökmek meseleleri hakkında bir iki izah daha var. Onu da sonra, sözümün arkasından söyleyeceğim.
Tesbih etmek, sübhânallah demek, hamd ile tesbih etmek. Nüsebbihu bi-hamdike. Melekler; "Yâ Rabbi! Biz senin hamdinle seni tesbih ediyoruz." diyor. Hamd ile tesbih etmek ne demek?
Hamdin ne olduğu, Fâtiha sûresinin ilk âyetinde açıklaması yapılmıştı. Kısaca "övmek" diyelim. "Allahu Teâlâ hazretlerinin şânını ifade eden sıfatlarını beyan ederek tesbih etmek, Allahu Teâlâ hazretlerini yâd etmek." demek oluyor.
Tesbih, "noksanlardan, eksikliklerden münezzeh olduğunu ifade etmek" demek. İnsan mesela bir elmayı görse... Anlaşılsın diye misal bulmaya çalışıyorum, misal veriyorum. Elma, rengi filan çok güzel... Alıyor, ısırıyor; ama daha tam olmamış. "Ya bu biraz daha tadını bulmamış, ağacında 10 gün daha kalsaydı daha iyi olurdu." diyoruz. Yani tadında bir eksiklik var. Veyahut evin her şeyi güzel de bahçesi tanzim edilmemiş. Diyoruz ki; "Ya ev çok güzel ama bu eve bu bahçe yakışmamış." Bir şeyi eksik olduğu zaman kemâline noksan geliyor, insan ondan rahatsız oluyor.
Tesbih ne demek?
"Allahu Teâlâ hazretlerinin her işinin, her sıfatının tam, kâmil, mükemmel olduğunu ifade etmek" demek. "Hiçbir noksanının, eksikliğinin olmadığını ifade etmek" demek. Sübhânallah demek o... Yani, "Yâ Rabbi! Senin hiçbir eksiğin, noksanın yok!" denmiş oluyor. Bu da çok kıymetli bir söz. Allahu Teâlâ hazretlerini düşünürken O'nun hiçbir acizliği, hiçbir güçsüzlüğü, hiçbir bilgisizliği; daha başka bir insanların üzerinde, varlıkların üzerinde gördüğümüz zaman rahatsız olduğumuz, beğenmediğimiz hiçbir eksik sıfatı yok... "Her türlü noksandan müberrâsın, münezzehsin; her türlü kemâl sıfatları ile muttasıfsın!" diye överek melekler Allahu Teâlâ hazretlerine tesbih edip duruyorlar.
Takdis ne demek?
Takdis aslında "tathir; temizlemek, pâk eylemek" demek. Yani Allahu Teâlâ hazretlerinin sıfatlarının tertemiz olduğunu, müşriklerin ifade ettiği, O'na yamadıkları, O'nun hakkında söyledikleri abuk sabuk sözlerden münezzeh olduğunu, Allah'ı düşünürken kafalarında teşekkül etmiş olan abuk sabuk sıfatlardan münezzeh olduğunu ifade etmek, temizlemek.
Onun için mesela Kudüs ve çevresine el-Ardu'l-mukaddese deniliyor.Kudüs sözü de zaten "temiz belde" demek. Yani mukaddes topraklar. Ne demek?
"Temiz topraklar" demek, yani mutahhara mânasına. Mekke-i Mükerreme diyoruz, Medine-i Münevvere diyoruz. Peygamber Efendimiz'in türbesine de Ravzâ-i Mutahhara diyoruz, "temiz" mânasına. İşte takdis etmek de böyle; "pis, eksik, kötü, yakıştırma kelimeler, sıfatlardan tertemiz, pâk, yüce olduğunu ifade etmek" demek.
Tabii meleklerin işi Cenâb-ı Hakk'a tesbih etmek, hamd etmek, takdis etmek... Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem mirâca çıktığı zaman meleklerin Rabbü'l-âlemîn'i hangi kelimelerle tesbih ve takdis ettiğini hadîs-i şerîflerde okuyoruz. -Onu okuyacaktım ama şimdi satırların arasında bulamadım.- İşleri tesbih etmek, hamd etmek, takdis etmek. Cenâb-ı Hakk'a övgülerle, şânına lâyık sıfatlarlarıyla O'nu yâd etmek...
Meleklerin işleri bu iken... Allah'a hiç âsi olma durumları yok, daima itaat hâlindeler; daima hamd, tesbih ve takdis hâlindeler. Bütün bunlara rağmen Allahu Teâlâ hazretleri yeryüzünde insan neslini yaratıyor. Tabii bunun çeşitli hikmetleri var.
İnnî a'lemu mâ lâ ta'lemûn. "Ben sizin bilmediğinizi bilirim!" ne demek?
Onun izahında yazılanları biraz okuyalım.
Evet, insanların bir kısmı kan dökecek, fesat çıkartacak; ama Allah onların içinden sıddîkler, peygamberler, mübarek kullar çıkartacak. Sıddîkler çıkacak, canını Allah yoluna veren şehitler olacak, salih kullar olacak, âbitler olacak, zâhitler olacak... İbadetle ömrünü geçiren, dünya menfaatlerine takılıp âhiretini ihmal etmeyen, aksine dünya menfaatlerini eliyle itebilip âhiret için çalışan Allah'ın evliyâsı olacak; ebrâr olacak, ahyâr olacak, mukarrebûn olacak, Allah'a yakın kullar olacak... İlmiyle âmil, ilmini uygulayan, bildiğini tatbik eden alimler olacak... Allahu Teâlâ hazretlerine huşûyla ibadet eden kullar olacak. Allahu Teâlâ hazretlerinin âşık-ı sâdıkları olacak. Resûlüne en güzel tarzda ittibâ eden insanlar olacak. Onlar da güzel. İnsan itaatli olduğu zaman çok yüksek derece kazanıyor. Çünkü umumi kâide olarak biliyoruz; bir işte zahmet meşakkat ne kadar çok olursa onun mükâfatı, sevabı, ecri de o kadar fazla oluyor.
Allahu Teâlâ hazretleri meleklere nefis vermemiş, onlar zikr ü tesbih ile meşguller. İnsanoğluna ise imtihan için nefis vermiş. Tam da karşısında adüvvün mübîn "açık bir düşman olarak şeytan" da var. O da onu kandırmaya uğraşıyor. Âdem atamızı cennetten çıkartacak aldatmacalar yaptığını Kur'ân-ı Kerîm'den biliyoruz. Âdem aleyhisselâm'ın neslini de kandırmak için uğraşıp duruyor. Hatta Âdem aleyhisselâm'ın bir oğlunu haset duygusuyla katil yapmış, öteki kardeşini öldürttürmüş, kandırmış... Bütün bunları biliyoruz.
İnsanoğlunun müşkilâtı çok. İyi bir kul olması için karşısına çıkan mâniler çok. Nefsi bir mâni, şeytan bir büyük mâni, büyük bir bela... Dünyanın güzellikleri, nimetleri var. Nefsini onlardan çekebilip Allah'a güzel ibadet etmesi lazım. Çeşitli mâniler varken eğer Allah'a güzel kulluk edebiliyorsa, o zaman birçok müşkili atlayıp imtihanları geçip de iyi kulluğu yaptığı için onun mükâfatı çok olacak.
İnnî a'lemu mâ lâ ta'lemûn. "Ben sizin bilmediğini nice nice şeyleri, bilmediklerinizi bilirim."
Bu hususta bir izah daha olduğunu söyleyecektim. İbn Abbas radıyallahu anh rivayet etmiş ki... O da tabii Peygamber Efendimiz'in sağlığında Peygamber Efendimiz'in sevdiği alim gençlerden birisiydi. Amcazâdesi, Kur'ân-ı Kerîm'i çok iyi bilen bir kimse. O konuştuğu zaman herhalde bir yere, bir belgeye, bir bilgiye dayanarak konuşur. Ondan, yani Hz. Abbas'ın oğlu Abdullah'tan rivayet olunmuş ki;
İnne evvele men sekene'l-arda el-cin. "Allah dünyayı yarattığı zaman yeryüzüne ilk önce cinleri, cin tâifesini iskân etmiş."
Cin ne demekti?
"Görünmeyen varlıklar."
Bu görünmeyen varlıkların çeşitleri var tabii. Cinlerin mü'minleri var, kâfirleri var.
"O cinler..."
Fe-efsedû fîhâ. "Yeryüzünde bozgunculuk, fesat çıkarttılar." Ve sefekû fîhe'd-dimâ'. "Yeryüzünde kanlar döktüler." Ve katele ba'duhüm ba'dâ. "Birbirlerini öldürdüler."
Demek ki bu ifadeden anlıyoruz ki; yeryüzüne insanların iskânından evvel görünmez cin tâifesi iskân edilmiş. Ama onların kâfir olanları birtakım böyle itaatsizlik, isyan, zulüm, günah olan işler yaptıklarından Allahu Teâlâ hazretleri buyurmuş oluyor ki; İnnî a'lemu mâ lâ ta'lemûn. "Ey melekler! Siz, 'Biz hep tesbih ediyoruz, tenzih ediyoruz.' diyorsunuz ama ben sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum."
Kâne mine'l-cinni ve feseka an emri rabbihî. "İblis de cinlerden, cin tâifesinden bir çeşit idi. Ama Allah'ın emrine âsi oldu."
"Bak, hepiniz itaatli değilsiniz. İçinizden sizin tâifenizden böyleleri var. Sonra o yeryüzüne gönderilmiş olanlar da böyle fesatlar çıkarttılar. Onun için, başkaları fesat yapmış olduğu için, ifadeniz gerçeği tamamiyle ifade etmiyor."
Allahu Teâlâ hazretleri; İnnî a'lemu mâ lâ ta'lemûn. "Sizin bilmediğiniz şeyleri ben biliyorum." buyuruyor.
Rivayetler arasında Ebu'l-Âliye'den şöyle bir nakil var:
Haleka'llâhu'l-melâikete yevme'l-erbiâu ve haleka'l-cinne yevme'l-hamîsi ve haleka'l-âdeme yevme'l-cumuati ve kefera kavmün mine'l-cinni fe-kâneti'l-melâiketü tuhbitu ileyhim fi'l-ardı fe-tukâtilühüm bi-bağyihim.
Gün olarak söyleniyor ama devir kastediliyor:
"Allahu Teâlâ hazretleri önce melekleri yarattı, sonra cinleri yarattı, sonra Âdem aleyhisselâm'ı yarattı. Cinler yeryüzünde fitne fesat çıkart[ıp] kanlar dökünce melekler onları tedib için inip cezalandırdılar. Bu yaratılan insanlar da öyle yapar diye, bunun için; e tec'alü fîhâ men yufsidü fîhâ ve yesfikü'd-dimâe. 'Böyle fesat çıkartacak, kanlar dökecek yeni bir mahluk mu yaratacaksın?' dediler." mânasını da bazılar tefsirlerde yazmışlar.
Allahu Teâlâ hazretleri İnnî a'lemu mâ lâ ta'lemûn. "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." [buyurdu.]
Bilgisinin haddi hududu, hikmetinin sonu, nihayeti, sınırı olmadığından insanoğlunu yaratmakta nice nice hikmetleri vardır, faydalar vardır. Çok şükür ki, elhamdülillah, hamdü senâlar olsun. Tabi her şeyi hikmetlidir. Binlerce, milyonlarca, milyarlarca, sınırsız, sayısız, hadsiz hikmetleri vardır. Âdemoğlunu meleklerden ayrı bir varlık olarak yarattı. Onları yeryüzüne indirdi, yeryüzünü onlara mesken eyledi.
Tabii bu âyet-i kerîmelerin üzerinde düşünen müfessirler başka konular üzerine de yönelmişler ve onlar üzerinde konuşmuşlar. İmam Kurtubî, el-Câmi' li-Ahkâmi'l-Kur'ân tefsirini yazan zât; "Yeryüzünde insanların bir halife nasbetmesi lazım." diye bu âyet-i kerîmeden delil çıkartmış. Çünkü buradaki halife kelimesini, "Yeryüzünde bir halife yaratacağım." sözünü o bizim anladığımız mânada "halife" olarak anlayan müfessirler ve öyle izah eden izahçılar da var. Diyorlar ki;
İnnî câilun fi'l-ardı halîfeten minnî. "Benim nâmıma hilafet yapacak varlık yaratacağım." Yahlufinî fi'l-hükmi bi'l-adli beyne halkî. "Benim emrim üzerine, muradım üzerine adaletle hükmedecekler. Vekâleten, verdiğim selâhiyetle hilâfeten mahlukâtım arasında adaletle hükmedecekler." mânasına gelir.
Âdem aleyhisselam da bu mânada halifesi olmuş oluyor. O fesat çıkartmıyor, kan dökmüyor. Onlar Allah'ın iyi kulları ve Âdem aleyhisselâm'ın yolunda yürüyen ötekiler, iyiler de aynı şekilde Allah'a itaat yolunda yaşamışlar ve kulları arasında Allah'ın emrettiği adaletle hükmetmişlerdir.
Tabii Âdem aleyhisselâm'dan sonra da zaten nice nice peygamberlerin her kavme, her topluma Allah'ın görevlendirdiği bir kimsenin görevlendirilmesinden anlaşılıyor ki onları irşat edecek, onları doğru yola sevk edecek, Hakk'ın emirlerini onlara öğretecek, adaletle hükmedecek, fitneyi fesadı engelleyecek kişiler lazım. Bu bakımdan bu âyet-i kerîmeden müslümanların, insanların bir halife nasbetmesi, seçmesi, başa geçirmesi gerektiği mânasını çıkartıyorlar.
Peki ne yapacak, vazifesi ne?
İhtilaf ettikleri noktada bu devletin başındaki olan kişi ihtilafı çözsün, mazlumuna yardım etsin, zalimi engellesin. Allah'ın emirlerini uygulasın, hudûd-u şer'iyye dediğimiz şer'î cezaları tatbik etsin. Nasıl şimdi afyon ticareti, satımı vesaire yasaksa onun gibi kötü işleri yapmaya yönelmeyi kısıtlasın, engellesin. Buna benzer şeyleri, mühim işleri yapması lazım. İnsanların darmadağın yaşamaması lazım. Böyle bir şekilde bu işleri yürütecek bir kişiyi seçmeleri lazım.
Tabii bu seçme nasıl olabilir?
Peygamber Efendimiz'in işareti üzere Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz'in seçildiği gibi olabilir. Veyahut da Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz'in Hz. Ömer radıyallahu anh'ı arkasına halef seçmesi gibi, selâhiyetli kişinin kendisinden sonrakini seçmesi tarzında olabilir. Veyahut Hz. Ömer kendisinden sonra bu konuda karar vermeyi salih insanlardan bir heyete, meclise yani meşverete havale etti; şûrâya havale olabilir. Bu işi kararlaştıracak yüksek şahsiyetlerden kurulu bir heyetin bu işi kararlaştırması şeklinde olabilir. Ya da bir toplumdaki salih, aklı başında insanların ki bunlara ehlü'l-halli vel-akd deniliyor, onların kararlarıyla başlarına birisini geçirmesiyle olabilir. Başlarına birisini seçip de başkan olarak ona bey'at etmekle olur. Ya da fiilen kişilerden bir tanesinin insanların başına zor kullanarak kendi pazusunun gücüyle geçmesi, ondan sonra nizamı tesis etmesiyle olmuştur.
Aslında o seçilecek kimsenin nasıl olması lazım?
Halife olacak şahsın olması gereken şartlarını müfessirler beyan ediyorlar:
Yecibu en yekûne zekeren. "Erkek olacak."
Neden hanım değil de erkek olacak?
Çünkü hanımların yaratılışları, duygusallıkları, erkeklerde olmayan bir takım özel rahatsızlıkları, doğum gibi ve sâir mazeretleri olabiliyor. Daha başka hikmetleri olabilir. Onun için zekeren, er kişi olacak, erkek olacak.
Hürren. "Hür bir kimse olacak." Esir olup başkasının baskısı altında, tesiri altında güdümlü bir kimse olmayacak. Hür olacak, köle olmayacak.
Bâliğan. "Büluğa ermiş bir kimse olacak." Öyle küçük olmayacak.
Âkılen. "Aklı başında olacak." Yani deli olmayacak.
Müslimen. "Mü'min olacak, müslüman olacak." Adlen. "Adaleti çok iyi yapacak."
Okuduğum İbn Kesîr tefsirinde âdilen demedi de adlen ifadesini kullandı. Adl, yani adalette çok ileri olmaktan dolayı buna "mastarla tesmiye" derler. Âdil deseydi; "adaleti zaman zaman yapıyor" [mânası olurdu.] Öyle değil. Adlen; tamamen âdil olacak.
Müctehiden. "Çalışkan olacak." Basîren. "Basiretli olacak."
Selime'l-a'dâi. "Uzuvları sâlim olacak." Kör, topal, çolak olmayacak.
Habîren bi'l-hurub. "Siyaseti, harbi, darbı iyi bilen bir kimse olacak." Vel-ârâi. "Siyasette, harpte vesairede çeşitli fikirleri usulleri bilen bir kimse olacak."
Bazıları Kureyşiyyen demişler, hadîs-i şerîflerde Peygamber Efendimiz öyle olmasını ifade etti diye. Bazıları da Hâşimî olması şartını koşmuşlar. Ama bu şart değildir diye, yani "Hâşimî olmasa da Kureyş'in başka kabilesinden de olsa olur." mânasına…
Bazıları; "Mâsum yani günahlardan korunmuş bir kimse olması lazım." diyorlar. Mesela İranlılar'ın kanaati böyle. Tabii "Ehli sünnette böyle bir şart yoktur." diye beyan etmişler. Çünkü beşer, hataları olabilir. Tabii küfre açıkça delâlet eden durumu olursa azledilebilir.
Ama; "Kendi kendisini azledebilir mi?" sorusunu sormuşlar. Bu da ihtilaflı bir konu. Mesela Hz. Hasan Efendimiz kendisi halife seçilince bazı insanlar tarafından Muaviye'nin karşısında kendi kendisinin hilafetinden vazgeçti. Ama şartlar dolayısıyla özrü olduğu için böyle oldu. Ve bu davranışından dolayı da methedildi.
Bir de; "Bir zamanda bir halifeden başka birkaç tane halife olabilir mi?" meselesi üzerinde kâdeler var, bu hilafet konusu buraya girmiş olduğu için. Ekseriyet icma etmiş ki bir tane olacak. "En büyük sultan ve bütün müslümanların başkanı tek kişi olması lazım. Çünkü farklı düşüncelerden ümmetin bütün meselelerinde birlik olmayabilir. Bir tane olması lazım." demişler. Bazı alimler de, eğer mesafeler çok uzunsa, ayrıysa, çeşitli kıtalar, uzun mesafeler, ulaşım imkânları, iletişim imkânları olmadığı o zamana göre hüküm vermişler. "O zaman iki veya daha fazla salih yönetici câiz olabilir." diye, bu şekildeki kanaatlerini beyan etmişler. "Muhakkak ki müslümanların kendilerini hakka, hayra sevk edecek, İslâm'ın menfaatlerini birinci dereceden düşünecek, İslâm için çalışacak bir teşkilatlarının olması, onun da bir başkanının olması mutlaka gerekli." diye icmâ vâkî olmuş.
Allahu Teâlâ hazretleri müslümanların yardımcısı olsun.
Ben diyar diyar gezerken görüyorum, bakıyorum, yönetimlere bakıyorum, toplumların düzenine bakıyorum; -aziz ve sevgili dinleyiciler- üzülüyorum. Şimdi geldiğim ülkede bakıyorum; gümrük muameleleri, pasaport işlemleri nasıl, insanların davranışları nasıl? Mukayese ediyorum. Sonra bu memlekete kim hakim? Yönetim kimde, ticaret kimde, kazanç kimde, söz kimde? Bakıyorum ki maalesef Ümmet-i Muhammed'in çok eksiklikleri var, çok büyük eğitim ihtiyaçları, açıklıkları var. İşleri muntazam yapma konusunda çok eğitime ihtiyaçları var. İyi, evsaflı insan yetiştirmeye çok dikkat etmeleri lazım!
Kendimizi iyi yetiştirmeye gayret edelim. Evlatlarımızı da çok çok iyi yetiştirmeye gayret edelim. Tabii bu devirde, bu asırda İslâm'ın sahibi yok... Kim müslümanların haklarını düşünecek ve sırf onun için var gücüyle çalışacak?
İşte Bosna'da nice insan öldü. İşte Afganistan'da nice insan öldü. Bunlar haksız hücumlarla, tecavüzlerle oldu. Hakları gasbedildi. Bir yerde müslümanlar ekseriyetteyse orada müslümanların hâkim olması lazım. Ama yine mağdur... Ekalliyette ise yine mağdur...
Allah hepimizin yardımcısı olsun. Rızasına uygun yaşamayı nasip eylesin. Hem dünyada hem âhirette aziz ve bahtiyar eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!