Aziz ve sevgili Akradyo dinleyicileri,
Bakara sûre-i şerîfesinin 37, 38 ve 39. âyet-i kerîmelerini, sohbetimin konusu yapmak istiyorum.
Bakara sûresi'nin 37. âyet-i kerîmesi şöyle:
Bismillâhirrahmânirrahîm:
Fetelekkâ âdemü min rabbihî kelimâtin fe-tâbe aleyh, innehû hüve't-tevvâbü'r-rahîm. Bu âyet-i kerîmede Rabbimiz buyuruyor ki;
Fetelekkâ âdemü min rabbihî kelimâtin. "Âdem Rabbinden kelimeler aldı, telakkî etti." Fe-tâbe aleyhi. "Allah da ona teveccüh buyurdu, tevbesini kabul buyurdu." İnnehû hüve't-tevvâbü'r-rahîm. "Çünkü o tevbeleri çok kabul edicidir, çok merhamet edicidir."
Bu tabi siyaki ve sibaki ile daha iyi anlaşılır. Daha önceki âyet-i kerîmelerin gelişi nasıl, gidişi nasıl?
Daha önceki âyet-i kerîmeler, Allahu Teâlâ hazretlerinin Âdem Atamız aleyhisselam'ı yarattığını, sonra zevcesini yarattığını ve cennette onlara; "Nasıl isterseniz, nimetler içinde yaşayın." dediğini ve "Şu ağaca yaklaşmayın!" buyurduğunu, bir ağaca yaklaşmaktan yasakladığını; fakat şeytanın onları bir yoldan ikna ederek, kandırarak o ağaca yanaştırdığını ve ondan yedirttiğini; bunun üzerine onların, "İnin cennetten aşağıya!" denilerek cennetten çıkarıldığını, dünyaya gönderildiğini bildiriyordu
Âdem aleyhisselam, Havva Anamız ile beraber böyle indirilince -Tabi şeytan da çıkarıldı. Âdem Atamız ve Havva Anamız aleyhimesselam da cennetten çıkarıldılar.- çıkarılınca; "Rabbinden kendisine bir takım kelimeler verildi; o da o kelimeleri aldı. İlham olundu, öğretildi; o da o ilhamı aldı, anladı. Kendisine ilham olunan, verilen kelimeleri öğrendi ve onlarla Allahu Teâlâ hazretlerine tevbe etti. Çünkü, Allahu Teâlâ hazretleri tevbeleri kabul edicidir." diye bu 37. âyet-i kerîme bildiriyor.
Âdem aleyhisselam Rabbinden ilham yoluyla, nasihat yoluyla, işaret yoluyla, açıkça hangi kelimeleri aldı da Rabbine tevbe etti; Rabbi onun tevbesini kabul etti? Nasıl, hangi kelimeler olduğu hususunda İbn Kesir diyor ki; -Bu hususta âyet-i kerîme var. başka bir sûrede buyruluyor ki;-
Kâlâ. "Her ikisi de yeryüzüne indirilince, Âdem ile Havva aleyhisselam dediler ki." Rabbenâ. "Ey Rabbimiz!" Zâlemnâ enfüsenâ. "Biz günah işlemek sûretiyle kendi kendimize zulmettik, elimizden nimetleri kaçırdık, kendi kendimize zarar vermiş olduk, zulmetmiş olduk!" Ve in lem tağfirlenâ ve terhamnâ. "Eğer sen bizi afv u mağfiret etmez, mağfiretinle muamele eylemezsen, bize rahmeylemezsen, acımazsan." Lenekûnenne minel-hâsirîn. "Muhakkak ki hüsrana uğrayanlardan oluruz."
İşte öğrendiği kelimeler bunlardı. Çünkü başka âyet-i kerîmede böyle dedikleri belli olduğuna göre bunları Cenâb-ı Mevlâ onlara öğretti, verdi. "Onlar da bu sözleri söylediler." diyor. Bir rivayet bu.
Diğer bir rivayet:
Benî Temim'den, bir kabile -tabi bu bir kişi- İbn Abbas radıyallahu anh'e geldi. İbn Abbas, Abdullah b. Abbas Kur'ân-ı Kerîm ilimlerinde mahir, Kur'ân-ı Kerîm'i çok iyi bilen, alim, fâzıl, bir meşhur sahabi. Peygamber Efendimiz'in zamanında gençti. Ona geldi ve sordu. Dedi ki;
Mel-kelimâtü'lletî telekkâ Âdemü min rabbihî. "Kur'ân-ı Kerîm'de Âdem'in Rabbinden telakkî ettiği, aldığı, öğrendiği bildirilen kelimeler nelerdi?" diye İbn Abbas radıyallahu anh'e sordu. İbn Abbas radıyallahu anh buyurdu ki;
Kâle: Alleme şe'ne'l-hac. "-Allah Âdem ve Havva aleyhisselam'a haccın nasıl yapılacağını, hac meselesini öğretti."
Âdem aleyhisselam ile Havva Anamız haccın nasıl yapılacağını, Cenâb-ı Mevlâ'ya nasıl tazarrû ve niyaz edileceğini Allah öğretince demek ki o tarzda kendilerini affettirecek işlemlere girişmişler.
Hacı kardeşlerimiz bilsinler; hacca gitmiş olanlar da, buradaki hatıralarını hafızalarında canlandırsınlar.
Demek ki bizim Kâbe-i Müşerrefe'nin etrafında dönmemiz, Âdem Atamız'ın o işaret edilen mübarek yerde, "Allah celle celâlühû'nün kendilerini affetsin." diye dönmesi. Sonra Arafat'ta vakfeye durmamız, yalvarmamız, yakarmamız; hacıların Arafe gününde, Arafat meydanında dua ve niyaz etmeleri...
Demek ki Âdem Atamız oralara gelmiş, öyle tazarru ve niyaz eylemiş ve Allahu Teâlâ hazretleri onun tevbesini kabul eylemiş. Bir rivayet bu.
Süfyân-ı Sevrî ve daha başka alimlerin -Allah hepsini rahmetine erdirsin, büyük mükâfâtlarla mükâfatlandırsın- bu konuda bir başka rivayetleri şöyle:
Kâle Âdemü. "Âdem aleyhisselam -cennetten çıkarılıp da yeryüzüne indirilince- Mevlâsına sordu:" Yâ Rabbi, hatîeti'lletî ahta'tü şey'ün ketebtehû aleyye kable en tahlükanî ev şey'ün ibteda'tühû min kıbeli nefsî? "Yâ Rabbi, şu benim işlediğim hata; 'Ağaca yaklaşmayın.' dedin dayanamadık, yaklaştık. Şeytan bize, 'Bu ağaçtan yerseniz cennette ebedî kalırsınız, elden gitmeyecek bir devlet, nimet, şevket, saltanata nâil olursunuz.' dediği için tamah ettik. Ama yapmamamız lazımdı. İyi niyetle bunu yaptık. Yâ Rabbi, bizim bu hatamız, beni yaratmadan önce senin mukadderatımıza yazdığın bir şey mi, yoksa ben bunu kendi nefsimden, kendim mi ortaya koydum?"
Kâle: Bel şey'ün ketebtehû aleyke kable en ahlükake. "Hayır, sen bunu kendin yapmadın, ben mukadderat icâbı, seni yaratmadan evvel böyle yapacağını sana yazmıştım." diye buyurdu, Cenâb-ı Mevlâ. Âdem Atamız'ın sorusuna böyle cevap verdi.
Onun üzerine Âdem Atamız buyurmuş ki;
Kâle: Fe kemâ ketebtehû aleyye fa'ğfirlî. "Madem sen bunu mukadderatıma yazdın yâ Rabbi, bu meseleyi alnıma yazdın; o halde beni mağfiret eyle, bu hatamı bağışla!" dedi.
Kâle. "-Râvi bunu rivayet ettikten sonra bu âyet-i kerîmeyi hatırlatarak- demiş ki." Fe zâlike kavlühû teâlâ: Fetelekkâ âdemü min rabbihî kelimâtin fe-tâbe aleyh. "İşte Âdem'in Rabbinden, Mevlâsı'ndan bazı kelimeler, konuşmalar telakki edip mükaleme, konuşma olduktan sonra, soru cevap aldıktan sonra söylemeleridir. Bu âyet-i kerîmede kelimât sözünden murat budur." diye bir rivayet de bu.
Bu da bize Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sahih bir hadîs-i şerîfini hatırlatıyor: Mi'rac'da Mûsâ aleyhisselam, Âdem aleyhisselam ile karşılaşınca, Peygamber Efendimiz'in müşahede eylediği vech ile -Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten nakledilen rivayet:
"Allah seni kendi eliyle yaratmadı mı? Meleklerden üstün kılmadı mı? Esmâyı öğretmedi mi? Taltif etmedi mi? 'Cennette yaşa' demedi mi? Niye 'yaklaşma' dediği ağaca yaklaştın da, bizi cennetten çıkardın?" diye Mûsâ aleyhisselam,Âdem Atamız'a söyleyince; Âdem aleyhisselam da cevap olarak demiş ki:
"'Yâ Mûsâ, Allah'ın mukadderat kaleminin yazdığı, mürekkebinin kuruduğu bir husustan dolayı mı bana levm ediyosun, beni ayıplıyorsun, kınıyorsun?' dedi ve Mûsâ aleyhisselam'ı susturdu." diyor Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem.
Demek ki "Âdem Atamız haklıydı, mukadderatın bir cilvesiydi bu." demiş oluyor. Peygamber Efendimiz'in o hadîs-i şerîfinden de anladığımız bu.
Başka bir rivayet de şöyle. Bu rivayet İbn Abbas'tan. Âdem aleyhisselam demiş ki;
Yâ Rabbi, elem tahluknî biyedik. "Yâ Rabbi, sen beni müstesna bir şekilde elinle yaratmadın mı?" Kâle: Bel. "'Evet, yarattım.' buyurdu." Kâle: Ve nefahte fîhi min rûhike. "Benim cesedim daha ruha sahip değilken, cana sahip değilken, benim topraktan yarattığın cesedime ruhunu sen üfürmedin mi ey benim Rabbim?" Kîle lehû: Belâ. "'Evet' denildi." E raeyte in tübtü hel ente râciî ile'l-cenneh. Böyle cevaplar alınca, Âdem aleyhisselam adım adım arzusunu Mevlâsına arzediyor:
"Yâ Rabbi, eğer ben tevbe edersem, tekrar beni cennete sokar mısın, döndürür müsün? Cennete dönenlerden olur muyum? Dönücü olur muyum?" deyince Mevlâmız; Kâle: Neam. "'Evet.' buyurdu."
İşte bu konuşma, buradaki kelimât, "Rabbiyle bir takım mükâlemesi işte budur." diye, bir rivayet de böyle. Böyle sahih rivayetler var.
Bir de Übey b. Kâ'b radıyallahu anh'ten bir rivayet var. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuş ki;
Kâle Âdemü aleyhisselâm. "Âdem aleyhisselam dedi ki." Eraeyte yâ rabbi in tübtü ve raca'tü eâidî ile'l-cenneh. "Yâ Rabbi, eğer ben tevbe edersem ve dönersem beni cennete tekrar avdet ettirir misin? Cennete girenlerden olur muyum?" diye sordu. Kâle: Neam. "Fe-telekkâ Âdemü min rabbihî kelimâtin'deki kelimâtin budur, Âdem aleyhisselam'ın Rabbinden aldığı kelimeler bunlardır." diye, bu rivayeti de naklediyor İbn Kesir rahmetullahi aleyh. "
Sonra Ebûl-Âliye isimli zât-ı muhteremden rivayette şöyle deniliyor: "Âdem aleyhisselam bu kelimât'ı öğrendi ve Rabbi'ne tevbe etti."
İnne Âdeme lemmâ esâbel-hatîete kâle. "Âdem aleyhisselam, işte o ağaçtan yiyince dedi ki." Eraeyte in tübtü yâ rabbi ve aslahtü. "Yâ Rabbi, ben tevbe etsem, ıslah olsam, hâlimi düzeltsem nasıl olur?" Kala'llâh: İzen üdhilüke'l-cenneh. "O zaman ben de seni cennetime dâhil ederim." diye Mevlâ'dan cevap gelince, "İşte kelimeler budur." diye rivayet ediliyor.
Tabi hepsi birbirini tamamlayıcı şeyler.
Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ. "Yâ Rabbi, biz nefsimize, kendi kendimize kötülük ettik, zulmettik. Affetmezsen hâlimiz yaman olur. Bizi mağfiret eylemezsen bize rahmetmezsen çok ziyanlara uğrarız." sözü; "Böyle tevbe etsem kabul olur mu?" diye niyazı; bunların hepsi birbirini tamamlayıcı şeyler.
Bir de Ebû Nüceyh, Mücahid'den rahmetullahi aleyhim rivayet etmiş ki Âdem aleyhisselam'ın sözleri şu kelimelerdi:
Allâhümme lâ ilâhe illâ ente sübhâneke ve bihamdik rabbi innî zalemtü nefsî fa'ğfirlî inneke hayrü'l-gâfirîn.
Allâhümme lâ ilâhe illâ ente sübhâneke ve bi hamdik rabbi innî zalemtü nefsî fe'rhamnî inneke hayru'r-râhimîn.
Allâhümme lâ ilâhe illâ ente sübhâneke ve bihamdik, rabbi innî zalemtü nefsî fe-tüb aleyye inneke ente't-tevvâbü'r-rahîm.
Bu sözleri, Hocamız'ın (Mehmed Zahid Kotku) tertiplediği Evrâd-ı Şerîfe'mizi, Dua Kitabı'mızı okuyanlar hatırlayacaklar. Pazar günü tesbihatı arasında Âdem aleyhisselam'ın tesbihâtı olarak bunlar da var. İşte böyle kelimelerle niyaz etti. Tabi bunlar da yine Allah'ın ilhamıyla oluyor, gönlüne düşürmesiyle oluyor. "Böyle Cenâb-ı Mevlâ'dan affını istedi." diye de geçiyor.
Mehmed Zâhid Kotku Hocamız'a Allah rahmet etsin. Bize her gün okuyacağımız duaları hazırlamış. Her hafta bu Evrâd-ı Şerîfe'yi okuyunca, Âdem Atamız'ın afv u mağfiret olmasına sebep olan kelimeleri öğretmiş oluyor, pazar günleri de okumuş oluyoruz. Nur içinde yatsın, makamı yüksek olsun, daha âlâ olsun. Allah evliyâullah büyüklerimizin şefaatine erdirsin. Bu kelimelerin mânâsını şöyle hatırlayıverelim. Ezberlersek çok iyi olur ama mânâsını bilmemiz de lazım:
Allâhümme. "Ey benim Mevlâm, Rabbim." Lâ ilâhe illâ ente. "Senden başka ilâh yok, mâbud yok, ancak sen varsın!" Sübhâneke ve bi-hamdik. "Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Her türlü kemâle sahipsin. Hiç eksiğin, noksanın yok. Her şeyi bilirsin, görürsün. Her türlü kemâl sıfatıyla muttasıfsın. Her türlü noksanlıktan münezzehsin. Sana hamd-ü senâlar ederim." Rabbi innî zalemtü nefsî. "Yâ Rabbi, ben nefsime kendim kötülük ettim, zulmettim." Fa'ğfirlî. "Beni afv u mağfiret eyle." İnneke hayru'l-ğâfirîn. "Çünkü sen mağfiret edenlerin en hayırlısısın."
Birinci cümle bu. İkinci cümle yine onun gibi ama sonunda hafif bir değişiklik var:
Allâhümme lâ ilâhe illâ ente. "Yâ Rabbi, Mevlâm, Rabbim, Allah'ım, senden başka mabud ve ilâh yok, ancak sen varsın. Seni her türlü noksandan tenzih ederim, sana hamd ü senâlar ederim." Rabbi innî zalemtü nefsî."Yâ Rabbi, ben nefsime kötülük ettim, kendi kendime zulmettim. Fe'rhamnî. "Beni rahmetine erdir, bana rahmeyle, acı." İnneke hayru'r-râhimîn. "Çünkü sen merhamet edenlerin en hayırlısısın!"
Burada ikinci cümlede merhamet isteniyor. Birincide mağfiret isteniyor, ikincide merhamet, rahmet isteniyor. Üçüncü cümlede de:
Allâhümme lâ ilâhe illâ ente sübhâneke ve bi hamdik. "Allah'ım, Mevlâm, senden başka ilâh yok! Ancak sen varsın, tek mabud sensin, seni her türlü noksandan tenzih ederim. Zalimlerin, fasıkların, kâfirlerin, müşriklerin söylediği abuk sabuk yalan yanlış sözlerden tenzih ederim. Sana hamd ü senâlar ederim." Rabbi innî zalemtü nefsî. "Ben nefsime kötülük ettim, kendim zulmettim." Fe-tüb aleyye. "Bana tevbe nasip eyle, teveccüh eyle." İnneke ente't-tevvâbü'r-rahîm. "Çünkü sen çok teveccühkârsın; tevbeleri çok kabul edici, çok merhametlisin!" mânasına geliyor.
Âdem Atamız işte böyle dualarla dua etti, yalvardı, yakardı; sözleri bunlar. Mekanlar da demek ki bu haccın îfa edildiği mukaddes mıntıkalar; Mekke, Kâbe-i Müşerrefe'nin olduğu yerler... Oradaki Kâbe'nin olduğu yerde, meleklerin yaptığı nurdan şeyin etrafında tavaf etti. Arafat'da vakfeye durdu, yalvardı.
Fe-tâbe aleyh. "Allahu Teâlâ hazretleri de onun tevbesini kabul eyledi."
Böyle bir Arapça cümlenin içinde, yeni başlayan cümleciğin başına fe gelince, çeşitli mânalar ifade edebilir. Birisi; "Şöyle şöyle oldu, sonra da şöyle oldu." mânasına, peşpeşe birbirini takip eden olayları ifadede kullanılır. Bir de; "Şu şöyle oldu da ona mukabil bu şöyle oldu." gibi bir mânâ taşır. Failin değiştiğini gösterir.
Rabbinden kelimeler ilham olarak Âdem aleyhisselam'ın gönlüne geldi, veya doğrudan doğruya duyulur seslerle Rabbine sordu:
"Tevbe etsem kabul olur mu?" dedi. Allâhümme diyerek gözyaşlarıyla yalvararak, yakararak affını, mağfiretini istedi. Fe-tâbe aleyhi. "Allah da ona tevbesini kabul buyurdu, teveccüh etti." Fe-tâbe'nin faili, tâba'llâhu aleyh, tâba'llâhu alâ Âdeme. "Allah Âdem'e teveccüh etti."
Tâbe-yetûbu-tevbeten; "rücû etmek, dönmek" demek.
Kul ne yapıyor?
İsyandan döndüğü zaman; "Yâ Rabbi, ben yanlış yoldan, isyandan döndüm." deyince; tâbe kul tarafında, kulun fiili olarak mütalaa edildiği zaman; "Rabbine döndü, günahı bıraktı, itaate döndü. Rabbine teveccüh etti." mânasına geliyor. Tevbe bu mânâya; "yanlışını bırakmak, yanlışından dönmek" mânasına.
Allah tarafından, tâba'llâhu, "Allah tevbe etti." diye, Allah fail olarak kullanıldığı zaman, "Allah kuluna rahmetiyle teveccüh etti, rahmetiyle döndü. Gazabını döndürdü, rahmetini tevcih etti, öyle teveccüh etti." mânâsına geliyor.
Burada, "Âdem, Mevlâsına tevbe etti." mânasına da olabilir. Tabi hep zamir olarak kullanıldığı için; "O kelimeleri kullanıp öyle söyleyip yalvarıp yakarınca, 'Rabbi ona teveccüh buyurdu, onun tevbesini kabul etti.'" mânâsına da olabilir.
Tâbe'llâhu alâ Âdeme de olur, veya tâbe Âdemü de olur. Ama burada aleyhi ile kullanılması, tâbe'llâhu alâ Âdeme mânâsına geldiğini kesin olarak gösteriyor.
Demek ki o sözleri söyleyip, yalvarıp yakarınca, günahından dönünce; Mevlâsı onun tevbesini kabul etti. Bu hacca gelenler, umreye gelenler de aynı şekilde, hayatlarında o zamana kadar yapmış oldukları hataları, kusurları yâd ederek, tavaf ederek, gözyaşı dökerek; "Aman yâ Rabbi!" diyerek, hâlisâne, muhlisâne Cenâb-ı Mevlâ'dan afv u mağfiret isteyerek, Arafat'ta kulların arasında baş açık, yalın ayak, gözyaşlarıyla yalvarıp yakarınca; fe-tâbe aleyhim Cenâb-ı Mevlâ onlara da tevbe ediyor, onlara da yöneliyor, onları da affediyor. İşte tevbenin yolu bu.
Allahu Teâlâ hazretleri bu hac ibadetini, çok büyük bir tevbe fiili olarak nasip etmiş. Elhamdülillah, İslâm başlı başına her şeyiyle serâpâ bütün ahkâmıyla bir nimet. İçindeki ibadetler de çok büyük nimet, devlet ve saadet. Bu hac ibadeti de çok büyük, çok güzel bir ibadet. İşte böylece kullar afv u mağfiret oluyor. Âdem Atamız da böyle Mevlâsından aldığı işaretlerle, telkinlerle kendisi tevbe etmiş; Allah'ın tevbesine mazhar olmuş.
İnnehû. İnnehû'deki hû zamiri Allah'a râci, innallâhe demek. "Hiç şüphe yok ki Allah." Hüve't-tevvâbü'r-rahîm. "Tevvâb ve Rahîm'dir."
Kendisine teveccüh edenlere, çok daha fazla teveccüh eder. Kul Mevlâsına dönünce, Mevlâ da kuluna çok daha fazla teveccüh ediyor. Tevvâb, Allah'ın sıfatı olunca o mânâya geliyor. "Çok teveccühkâr, çok yönelen, kulunun duasını kabul eden; dönüşüne mukabil, o da kuluna rahmetiyle muamele eden; gazabını kaldıran, affeden, mağfiret eden; tevvâb, tevbeleri çok kabul edici."
Mübâlağa sîgası fa'âl olunca mübalağa oluyor. Cenâb-ı Mevlâ tevbeleri çok kabul edicidir. Tevbe eden kulunu çok sever ve çok sevinir; kulunun tevbesinden çok hoşnut ve razı olur. Bu hususta hadîs-i şerîfler kesin.
İnnehû hüve't-tevvâbü'r-rahîm. "Çok merhametlidir. Kullarına lütfediyor, azab etmek istemiyor; kullar tevbe etti mi tevbesini kabul ediyor, rahmediyor, lutfediyor."
Bu âyet-i kerîme, çeşitli güzel yönlerden bizi ümitlendiriyor. Yüzümüz ne kadar kara olsa, elimiz ne kadar boş olsa, suçumuz ne kadar çok olsa, Cenâb-ı Mevlâ Tevvâb'dır, Rahîm'dir, affeder, mağfiret eder, lütfeder, rahmeder, acır, sever, bağışlar, günahları siler. Ondan sonraki 38. âyet-i kerîmenin başındaki ilk kelime, Kulnâ. "Ben Azîmüşşân buyurdum ki." diye Cenâb-ı Mevlâ kendisi bildiriyor.
Kulnâ. "Biz buyurduk ki." İhbitû minhâ cemîâ. Arapça'da sülâsî emirlerin başındaki elifler, hemze-i vasıl, "geçilen elif" olduğundan, Kulne'hbitû deniliyor. Tek tek okunsa Kulnâ ihbitû denilecek.
Kulne'hbitû minhâ. "Ben âzimuşşân 'Oradan -ondan- ininiz.' buyurdum." Min, den takısı; hâ da, cennete gidiyor. "'Cennetten ininiz!' buyurdum." Cemîan. "Hep beraber."
Cemîan olunca kimler oluyor?
Âdem Atamız aleyhisselam, bir; Havva Anamız aleyhesselam, iki. Tabi iki kişiye olsa Arapçada iki kişiye emrin ayrı sîgası var; ihbitâ denilir; ihbitû denmiş.
Demek ki cemî olarak, murad zürriyeti olduğundan; "İnsan nesli yeryüzüne insin, yeryüzüne yerleşsin." mânasına. Onun için cemî olarak emredilmiş olabilir.
"Yahut da hem Âdem'le Havva aleyhimesselâm, hem de onları kandıran şeytan. 'Sen kandırdın, sizler de kandınız; haydi bakalım ininiz, cennetten çıkınız!'" denmiş.
Açıklayanlar; "Üç olduğundan, birisi de İblis olduğundan ihbitû diye cemi sîgasıyla söylenmiş olabilir." diyor. "Hep birden ininiz bakalım!"
Hubut; "bir yerden, yüksek bir yerden aşağıya inmek." Bu ihbitû kelimesi daha önceki âyet-i kerîmede de geçmişti. Orada da izah etmiştik. "İnmek" mânâsına geliyor.
Ve kulne'hbitû ba'duküm li ba'din aduvvün ve leküm fi'l-ardi müstekarrun ve metâun ilâhîn. 36. âyet-i kerimede geçiyor. Bir orada denmiş, bir de burada:
İhbitû minhâ cemîan. "Beraberce buradan ininiz!" buyurulmuş. Burada iki defa ihbitû denmesi te'kittir. Çünkü Araplar bir kelimeyi iki defa söylerler, mesela kum, kum derler ki kâme yekûmü'den emir. Kum "kalk" demek. "Kalk, kalk!" derler.
İhbitû minhâ, ihbitû minhâ. "İnin oradan, inin oradan!" diye te'kid olarak söylenmiş bir söz olabilir.
Bazıları da demişler ki; "Hayır, bu iki "in" emri başka başkadır. Bir; 'Cennetten semâya inin.' Ondan sonra iki; 'Buradaki semâdan yeryüzüne inin!' diye iki hubut kastedilmiştir. Bu ikisi arasında fark vardır."
İbn Kesir birincisini tercih ediyor. Bu te'kiddir.
İhbitû minhâ. "Haydi cennetten çıkın!" dedi yine. Tevbesini kabul ettiği halde yine, "İnin bakalım yeryüzüne!" diye buyurmuş oluyor Cenâb-ı Hak. Tabi bu işin mukadderattan olduğunu da gösteriyor. Bu olayların takdîr-i ilâhî ile olduğunu da gösteriyor.
Fe immâ ye'tiyenneküm minnî hüden. İmmâ, şart edatı; "Eğer şöyle olursa şöyle olur." mânâsına. "Eğer size benden bir hidayet gelirse." Ama ye'tiyenneküm denmiş, nun-u te'kid-i sakîle kullanılmış. "Muhakkak gelecek, kesin olarak gelecek." demek.
"Benden size bir hidayet geldiği zaman." Fe men tebia hüdâye. "Benden size gelen o hidayete kim tâbi olursa." Fe lâ havfün aleyhim. "Bu tâbi olanlara hiçbir korku yok." Ve lâ hüm yahzenûn. "Dünyada bir korku yok, âhirette de mahzun ve mahrum kalmayacaklar."
Bu hidayetten kasıt nedir?
el-Hüdâ'dan kast edilen, el-enbiyâü ve'r-rusül, "peygamberlerdir, enbiyâ ve mürselîndir." Ve'l-beyyinâtü. "Cenâb-ı Mevlâ'nın mucizeleridir." Ve'l-beyânü. "İlâhi kitaplar, âyet-i kerîmelerdir."
İşte böyle çeşitli vesilelerle Cenâb-ı Mevlâ kullarına hidayet gönderiyor, yol gösterici emirler, işaretler gönderiyor. Peygamberler insanları doğru yola çekiyor. İlâhî kitaplar insanlara güzel ahlâkı, doğru yolu, güzel şeyleri öğretmek için iniyor. Ahkâm-ı ilâhiyye insanların dünya ve âhiret saadetini sağlamak için gönderiliyor. Ama tabi insanların hepsi bu hidayeti, enbiyâ ve mürselîni, mukaddes vahiyleri ve açıklamaları anlayıp dinlemiyorlar.
Bazı alimler, "Buradaki hüdâ'dan maksat, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Muhammed-i Mustafâ Efendimiz'dir." demiş. Hasan-ı Basrî de: "Kur'ân-ı Kerîm'dir." demiş.
İbn Kesir diyor ki; Ve hazâni'l-kavlâni-sahîhâni. "Bu iki söz sahihtir." Âyet-i kerîmeler her ne kadar Âdem Atamız'ı anlatıyorsa da Peygamber Efendimiz'e inmiş olduğundan ve muhatap da Peygamber Efendimiz'den bu âyetleri dinleyecek olan o devrin insanları olduğundan, bu işaretler de sahihtir. Yani hidayet Peygamber Efendimiz'dir, hidayet Kur'ân-ı Kerîm'dir. O devrin insanlarının ona tâbi olması lazım! Tâbi olurlarsa;
Fe lâ havfün aleyhim. "İstikbalde, âhirette karşılaşacakları muamele iyi olacak, korkmayacaklar. Onlara îtâb olmayacak, îkâb olmayacak, cehennem olmayacak, azap olmayacak, onlar için bir korku olmayacak." Ve lâ hüm yahzenûn) "Mahzun da olmayacaklar."
Dünyadaki işlerinden, amellerinden dolayı, "Hay Allah, niye yaptık?" gibi bir mahzunluk da bahis konusu olmayacak. Çünkü dünyadayken Allah'a itaat etmişlerdi. Kur'ân-ı Kerîm'e, peygamberlere, ilâhi kitaplara uymuşlardı. Orada bir hüzün ve pişmanlık, perişanlık olmayacak. Tabi bu husustaki âyet-i kerîmeler, bu mânâyı ifade eden âyet-i kerîmeler, başka sûrelerde de karşımıza geliyor, okuyoruz, biliyoruz. Ve men a'rada an zikrî. "Kim benim hatırlatmamdan, uyarımdan, zikrimden yüz çevirirse; hatırlatılmasına rağmen, zikredilmesine rağmen, hakikatları dinlemez, sırtını çevirirse, dönerse, kabul etmezse." Fe inne lehû maîşeten dankâ. "Ona sıkışık bir yaşam, tatsız bir hayat vardır."
diye, önümüzdeki âyet-i kerîmelerde, bu mânâ gelecek.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlenizden, cümlemizden razı olsun.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!