Sükûnetin Sesi’ni hem nutk-u şerîfler, hem de nutk-u şerîf sahiplerinin biyografiyle, tarihi malûmatla, menakıplarla ve günümüze işaretlerle götüreceğiz. Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin Tasavvuf Manzumesinin ilk altı beytini okumuş, dinlemiştik. Şimdi yedinci beyitten bu programı götüreceğiz inşallah.
-Bu okunan şeyin bir adı manzume, edebiyatta böyle deniyor. Ama ehl-i tarik beyninde bunun adı nutk-u şerîftir. Bizi bizimle kullanıyoruz. Çünkü bu radyo umuma hitap eden bir vasıtadır. İçinde ehl-i tarik olanlar olur, olmayanlar olur. Herkes kendine göre alır, hem manzumedir, hem de efendim nutk-u şerîftir. Yedinci beyitten inşallah Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin tasavvuf hakkındaki izahatını hep birlikte takip edelim efendim. Besmele-i şerifle başlayalım.
Eyvallah hocam, Tasavvuf ten tılısmın isim miftâhıyla açmaktır diye başlıyoruz.
-Tasavvuf ten tılısmın isim miftâhıyla açmaktır, Haa, şimdi sırları yavaş yavaş ifşaya başladı. Ten tılısmı dediği işte şu bedenimiz. Sade bedenimiz değil, bedenimizde kan kemik vs. dedi ya, âb u kil dedi, bu bedenimiz. E bunun içinde de nefis var, bu da tene dâhil. “Ölürse tenler ölür / Canlar ölesi değil” diyor Yunus. Peki can ne? İşte o ruhumuz, aşkımız, gönlümüz. Ölü adamın, fizyolojik mânada ölmüş adamın nefsi var mı? bitmiş, Nefis de gitmiş. Ama ruhu var. Azabı da tadan, ikabı da tadan veya mükâfattan lezzet alan. Ruhumuzu bir yerde görüyoruz. Öbür taraftan haber veriyor. Şunu edin, bunu yapın. Yaptığınız zaman cevabı da geliyor. Hadi bakalım buyurun. Peki, nasıl olacak bu, kendi varlığımızı, psikolojimizi -psikolojim bozuldu diyor değil mi, moralim bozuk diyor - Bunu nasıl ıslah edeceksin, bu tılsımı, bu girift bilmeceyi –İnsan bu meçhul, diyor Alexis Carrel- “Bismillâhirrahmanirrahîm” açıyorsun, isim miftahıyla açmaktır. Bu hangi isim? Sadettin Bey, Aslan Bey değil. Bu isim mühim bir isim, Esmâ’ul Hüsna bu isim, Allah’ın isimleriyle. Her birinin bir tecelliyatı var. Her biri bir anahtarın dişi gibidir.
Efendi Baba bakar, şöyle bakar; zâhirini görür, evvelini görür, ahirini de görür. Niye? çünkü Allah’ın nazarıyla bakıyor. Ondan sonra 3 gr. şundan, 5 mg. bundan ilacı söyler. Kaldırıp, kaldıramayacağına bakar “Hadi aslanım breh breh ”der, hani halterci yükün altına giriyor ya. Antrenör iki şaplak vurdu mu, ikinciyi daha iyi kaldırır. Aynı onun gibidir, hiçbir farkı yok yâni. Ellerini de o toza buluyor, hadi Bismillah sürüyor aslanı yarışa. Artık ne çıkar bahtına. Bakar ağır geldi, geri alır. İki anahtar, iki diş geri al der. Böyle bir şey. İsim miftahıyla açmaktır.
Tasavvuf bu imâret küllî vîrân olmağa derler. İmaret ne? vücudumuz. Yakışıklı bir adam veya bir hanımefendi, genç kız bakmaya kıyamıyorsun. Sakın haa vücudunuz, o size emanet. Vücudunuz ile olan tefâhürü, vücudunuz ile olan övünmeyi bırak. Bu çağda Allah muhafaza yâni. Vücudu ve ona bağlı olan nefsini çok fazla besleme. Gereği kadar besle o sana hizmet etsin. Sen onun emrinde olma. Nasıl olacak bu iş? işte bu ten tılısmın isim miftahıyla açıyorsun. Ya “Bismillâhirrahmanirrahîm”. Anahtarı sok bir defa çevir. Eski filmlerde vardı. İşte üç defa çevir sesi dinleyin, beş defa bilmem neye bas, tuşlara bas aynı onun gibi yâni. Tıkır, tıkır, adım adım geliyor.
Tabi şunu hemen söyleyelim, belki zaman zaman da çok söyleyeceğiz. Bu yolun mûsikîsinde de aynı şeyler söyleniyor, efendim metinlerinde de söyleniyor. Varlık gösterene bu yol kapalıdır. ‘Ben güzelim’ sen ne yaptın da güzel oldun, bir şey yaptın da mı güzel oldun, peki, sana yaptıran kim? ‘Ben âlimim’ Sen ne yaptın da âlim oldun, sana o ilmi kazanma kabiliyetini veren kim? ‘Efendim benim sağlığım çok iyi’. Şimdi hastaneye gidin, genç yaşında, onbeş-yirmi yaşında bir sürü çocuk, hanımefendi, delikanlı çocuk inim inim inliyor. Bir yandan da şu aşağıya doğru inelim Çamlıca’dan sahile doğru. Genç kızlar, genç erkekler otomobillerde, efendim işte kafelerde vs. zevk-i safa ediyorlar. Kim bunları yaptıran, bunu veren? bunu öyle eden, bunu böyle eden? Ha bunu bilmek lâzım işte. Viran olmak işte onu bilmek.
Tasavvuf sûfî kâli hâle tebdil eylemektir bil / Dahî her söz ki, söyler âb-ı hayvan olmağa derler, sufi, ey tasavvuf yolunun yolcusu, laflarını hayra tebdil et. Burada da şu mâna da var ha yâni, hiç laf söylemesen de, işte ona vücut dili diyorlar. Senin hâlin ne, o da değil işte. Bir ehl-i tarik, bir tasavvuf ehli, bir âşık efendi, âşık hanımefendi ile otursan, hiçbir şey yapmasa, sadece baksa, hatta uyusa onun hâli, kalbinin hâli neşrolur. Alfa ışınlarıyla, beta ışınlarıyla, elektromanyetik dalgalarla. Hâl sâridir buyrulmuştur. Onun hâli neşrolur. Kâl’e gerek yok. Zaten ehl-i tarik, Allah dostları çok fazla konuşmazlar. Gerektiği kadar konuşurlar, sonra susarlar, şaka yaparlar, mizacına göre espri yaparlar. Yerler, içerler zâhir hayat yaşarlar. Ama hâl, her davranışlarında Allah’la beraber olmanın hâli, onlardan zâhir olur, görünür. Kime? görene.
Bir söz söyler ki âb-ı hayvan dediği; hayat veren söz, canlılık veren söz, dirilik veren söz. Bir söz söyler, ölü ruhları diriltir. Ne o? yâni size yeni bir kapı açar, hayatınızı nereye kullanacaksınız, nasıl bakacaksınız dünyaya, eşyaya, zamana, evlâd ü ıyâlinize, paraya, mansıba, ağaçlara, bahara, hayvanata, kuşlara nasıl bakacaksınız? bunu söyler size. Hayatınız yepyeni bir istikamette, yepyeni bir temelde mâna kazanır. İş te onun için diyor ki; Tasavvuf sûfî kâli hâle tebdil eylemektir bil / Dahî her söz ki, söyler âb-ı hayvan olmağa derler
Tasavvuf ilm-i ta’bîrât u te’vîlâtı bilmektir / Tasavvuf can evinde sırr-ı Sübhân olmağa derler, İyice açtı artık burada. Zâhire baktığınız zaman bir şeyler görüyorsunuz. Ama onun arkasında onun mânası var. Ta’birât ve te’vilat dediği o. Size bir mesaj, bir haber veriyor. Remizli bir haber. Onu nasıl bileceksin? eğer can evinde sırr-ı Subhan varsa, yâni Cenâb-ı Allah’ın tecelliyatı, esrarı, oraya gelmişse, siz artık istemeseniz de, mümkün değil ya istemeseniz de, önündekinin hemen arkasındakini, onun daha arkasındakini, onun arkasındakini görürsünüz. Görmek mecburiyetindesiniz. O zaman şu esen rüzgâr, efendim yağan yağmur, ayağınızı inciten taş, efendim bilmem nereye atılan bomba başka bir mânada görünür size. Ve dersiniz ki, ‘Haa bunun arkasında bir hikmet var’. O hikmete zaman zaman aklın erer, zaman zaman ermez. Ama o hikmetin karşısında ben mest ü hayran bîtab-ı, bîkes kalırım. “Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur” diyor, Cenâb-ı Yunus. Mümkün değil çünkü yâni. Efendim zâhirde, ‘olmadı, gitmedi, yetmedi, yetti, çok mutluyum, çok mutsuzum.’ bunlar hep söylenir. Bunu tasavvuf ehli de söyler, onun söylemesi bundandır. Buraya inmez o. O çünkü zâhire riayettir. Bir vazife. Fark yoktur.
Ancak siz bir ehl-i tarikle, tasavvuf ehliyle, gönül ehliyle beraberseniz, bakarsınız o da ilkbahar geldi romatizmadan, sonbahar geldi ülserden şikâyetçidir yâni. Ama iki cümle sonra görürsünüz ki; onun bacaklarının ağrısı veya ülserden şikâyeti alelâde insan gibi değildir. Onda bir arka plan vardır. Oraya bir anda sizi atlatıverir o. Sonra o yol gidebildiğiniz kadar gider. O da bir yere kadar gitmiştir. Onu da götürmüşlerdir. O da sizi götürmeye çalışır. Tabi görürseniz. İşte onun için ta’bîrât u te’vîlâtı bilmektir, diyor. Her zâhirin arkasında bir bâtınlar ailesi vardır. O bir tane değildir, birçok bâtın ailesi vardır her zâhirin arkasında. Ama zâhiri bir tane görürsünüz. ‘Ayağım ağrıyor veya işte bugün hava bulutlu, efendim maaş hâlâ alamadık, altın acaba yükselecek mi? ’ Altın yükselse, sana ne altın yükselirse. Senin rızkın zaten belirli. Rızık bitti işini hesap yapıyorlarmış, dünya nüfusu sekiz milyar olacak, bilmem ne olacak. Yahu kardeşim, senle ne alâkan var yâni. Hayatı sen planlamıyorsun ki, gelenin bütün rızkını o tekeffül etmiştir. Bittiği anda da zaten burada tutmaz adamı, alır götürür. Bitti bu kadar, der. O zaman yâni bir ehli tasavvufun böyle endişeleri… zaten bunlar endişe değil. O endişe bir tanedir, “Acaba Allah bana kulum diye mi?” onun endişesi bir tane, başka endişesi yoktur. İşte te’vîlât ve ta’bîrât budur.
Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâlih olmaktır, ‘valih’e baktım lügattta -şaşa kalmış- diyor. Tasavvuf hayrette, büyük hayrette –öyle hemen ah ah vah vah değil- büyük hayrette mest ü vâlih, şaşakalmaktır. Allah’ın o tecelliyatı karşısında hayretten, şaşkınlıktan başka bir hâl olmaz. Tasavvuf Hakk’ın esrarında hayran olmağa derler, lâ’l ü ebkem kalır insan, konuşamıyor.
Tasavvuf kalb evinden mâsivâllahı gidermektir, tekrar dönüyor aynı şeyi söylüyor. Tasavvuf kalb-i mü’min arş-ı Rahman olmağa derler, âyet-i kerîme var, ‘Mümin kalbi Allah’ın arşıdır, tecelli ettiği yerdir, tenezzül ettiği yerdir, nüzûl ettiği yerdir, indiği yerdir’. Nusha-i suğra, nüsha-i kübrâ meselesi var burada. Ama ne zaman oraya tenezzül buyuruyor Cenâb-ı Allah? Allah’tan gayrısını kalpten çıkardığın zaman. Nasıl çıkaracaksın? isim miftahıyla, ten tılısmın isim miftahıyla temizleyeceksin, pâk edeceksin. ‘Sivâdan sîneni pâk et / Gönül mir’at-ı Rahman’dır’ diyor.
Efendim şimdi geldik, kısmet olursa bir ilâhiye. Şimdi bu üç tane ilâhi, bunlar hüseyni makamında, “Dalda bülbüller, hüseyniler feryat eder” diyor şair. Dalda bülbüller hüseyniden dem çeker, diyor. Bu hüseyni bizim makamımız, bağrı yanık âşıkların makamı. Anadolu’nun makamı bu hüseyni makamı. Bu isim miftahı, işte efendim esmâ, şer-i Ahmed filan var ya, hepsine Cenâb-ı Yunus’un bir cevabı var. “Seni ben severim candan içeri / Yolum vardır bu erkândan içeri / Şeriat, tarikat yoldur varana / Hakikat, marifet andan içeri”.
Son zamanlarda buyurulmuştur ki, iş değişti. Tarikat, şeriat yoldur varana, hakikat marifet ondan içeri. Postmodernist çağda, efendim ehl-i davet önce tarikatı tanıyor, oradan sonra şeriatı tanıyor. Şeriat-ı Garra-i Ahmediye öcü gösteriliyor çünkü onlara. Önce tarikati tanıyor, tarikatin tadını aldıktan sonra Şeriat-ı Garra-i Ahmediye’ye hemen klüp ediveriyor. İnşallah öyle olsun. Ondan sonra da Hakikat, marifet andan içeri.
Kapında kul var sultanım, içeri girecek Cenâb-ı Yunus bu hüseyni ilâhisinde. Burada yine tam güfteler okunacak bunların inşallah. O güfteleri dikkatle dinliyoruz. Hatta belki muhterem dinleyiciler, bir küçük antoloji yapacaklar. Bu güfteleri kaydedecekler, isimlerini ve ilâhilerini. Sonra bunları bulacaklar, el yazılarıyla onları bir deftere yazacaklar. İnternetten indirme filan değil. O deftere, o yazılara birkaç damla sıcak tuzlu bir şey damlayacak belki falan. Böyle bir şey olacak. Olursa tabi yâni. Evet şimdi söz meydan mûsikînin…
Severem ben seni candan içeru
Yolum vardır bu erkândan içeru
Nereye varursam gönlüm dolusun
Seni kanda koyam bundan içeru
Beni sormayın bana bende değilem
Sûretim boş gezer dondan içeru
Beni benden alana ermez elim
Kadem kim basa sultandan içeru
Tecelliden nasib verdi kimine
Kiminin maksudu bundan içeru
Kime dokunduysa ol dost nazarı
Anın şulesi var günden içeru
Senin aşkın beni benden alıpdur
Ne şirin dert bu dermandan içeru
Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat, marifet, andan içeru
Süleyman kuşdili bilur dediler
Süleyman var Süleyman'dan içeru
Sülû seyr iden aşkın erine
Nice mezhep olur dinden içeru
Dinin terkedenin küfürdür işi
Bu ne küfürdür imandan içeru
O bir dilberdürür hiç yok nişanı
Nişan olur mu nişandan içeru
Meger Yunus gözü duş oldu dosta,
Ki kaldı kapıda andan içeru
Bir eser- Seni ben severim candan içeri / Yolum vardır bu erkândan içeri
-Manzumeye devam edelim. Tasavvuf her nefeste şark ü garba erişmektir / Tasavvuf bu kamu halka nigeh-bân olmağa derler. Siz eğer Cenâb-ı Allah’ın feyz-i bereketi, lûtfu inayeti ile bakıyorsanız ve fiilleriniz onun emr-i iradesi ile ortaya çıkıyorsa, arkanızda o varsa, kalbinizde o varsa -şark ü garb ne? nüh feleğe hâkim olursunuz yâni şark’a nedir- Kamu halka nigeh-bân olursunuz. Herkesi koruyup gözetirsiniz. Nigeh-bân burada gözcü mânasına, hani sıkıcı bir kontrol mânasına değil. Hani bir babanın şefkatle yavrusunu kollayıp, gözetmesi gibi almak lâzım.
Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakk’ı görmektir, iyice açtı artık burada yâni. Ta’bîrât, te’vîlât diyordu ya. Her zerrede Hakk’ı görmektir. Efendim binlerce, milyonlarca zerrat var. “Cümle zerrat-ı cihân idûb nidâ / çağrışûben dediler kim merhabâ”. İşte o merhaba denilen zat-ı akdes bize bu haberi veriyor, vermekle kalmıyor, bize tâlim ediyor, bu işin nasıl olacağını, bizzat. Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakk’ı görmektir / Tasavvuf gün gibi kevne nümâyân olmağa derler. Artık bu Osmanlıcayı söktük canım yâni. Hepsini açıklamaya gerek yok yâni. Ha lügatlarla bu manzumeyi anlamaya çalışsanız bir yere kadar anlarsınız veya anladım zannedersiniz.
Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin / Tasavvuf âlem-i akla Süleyman olmağa derler, haydi buyurun bakalım şimdi. Yetmiş iki milletin dilinden anlayacaksın, bu benden, bu benden değil, yok. “Yetmiş iki millete bir nazarla bakmayan” diyor, Yunus. “Hakk’a mutî olsa da, hakikâte asidir” diyor yâni. Yetmiş iki millet kendisi bilmesin-bilsin. Kimin kulu yahu? sen biliyorsun ya. Senin bilmen yetiyor zaten. Efendim ateistmiş modern tabirle, münkirmiş, mülhidmiş, münafıkmış, sana ne. O kimseyle o’nun arasındaki mesele o. Sen biliyorsun onu kim halketti. Kim halketti onu sen bilmiyor musun, biliyorsun. Peki, o halkedenden abes bir şey sâdır olur mu? onu da bilmiyor musun? onu da biliyorsun. Ne yapayım ben, haa, kal ikilemde. Bir taraftan diyor ki adam şöyle şöyle canıma kast etti, imanıma kast etti. Bir taraftan da onu kim halketti ona bakıyorsun. Lâ havle ve lâ kuvvet illa billah”. İşte Ziya Paşa onun için diyor,
İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez
yaa öyle işte, o kadar kolay değil, ne atarsın ne satarsın.
Tasavvuf urvetu’l-vüskâ yükün cân ile çekmektir, Öyle yalancıktan değil, zaten çekemezsin.
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufran olmağa derler, Sana baktığı zaman insanlar, Cenâb-ı Allah’ın gufran âyetlerini, merhamet, afiv âyetlerini. Âyet delil demek, alâmet demek.
Geçen gün bir yerde söylüyordum. Hafız Ali Efendi’den -merhumdan- söz açıldı. Ali Üsküdarlı, 1885-1976. Üsküdar ağası, bir Kur’an okuyor, aman yarabbi yâni. İki tane oğlu var. Belki onlar da göçmüştür şimdi. O zamanlar bunlar beyefendi, kranta derdik biz eskiden. Kranta bey. Hafız Ali Efendi’ye bir hürmet. Efendi, yetmiş-seksen yaşında o zamanlar, oğlan da elli yaşlarında. Babaya bir itibar, bir ihtirâm. Böyle gayet hoş İstanbul beyefendisi. İsimlerinin büyüğü Ayetullah, küçüğü Lütfullah. İsimlere bak. İsimleri korken zaten irfan örneği orada çıkıyor orta yere. Ayetullah. Efendim nevzad nerden geldi biliyor işi. İkinci de Lütfullah. İsimler böyle Ayetullah, Lütfullah. Var şimdikilerle kıyas et. Sizin üzerinizde, hâlinizde, ef’âlinizde, bakışlarınızda bilhassa. Bakışlarınızda merhameti, şefkati, gufranı hissedecek -âyât-ı gufran-, sekiz cenneti görecek, öyle kolay iş değil. Nemrut olmayacan. Celâlli olabilirsin, nemrut olmayacan. Arada görüyon mu farkı. Celâl olabilir, celâl sıfatı vardır. Bazı şeyh babalar Celâl sıfatı tecelli etmiş üzerlerinde ama nemrut değillerdir. Nemrudun kini bütün rahmeti yakar. Yakamaz ya, yakar gibi görünür.
Tasavvuf ism-i a’zamla tasarruftur bütün kevne, eyvaaah. Tasavvuf câmi-i ahkâm-ı Kur’ân olmağa derler. Beyti ters çeviriyorum. Eğer siz cami-i ahkâm-ı kur’ân; Kur’ânın bütün hükümlerini varlığınıza cem etmişseniz, nedir? tüm kevne tasarruf edersiniz. Sizin emrinizden dışarı hiçbir şey çıkamaz. Bunu da ‘ben cami-i ahkâm-ı kur’anım’ diyen zevat-ı kiram hazeratı düşünsünler.
• Sultan Mahmud Moskof’la başı dertte. Demişler, ‘Mecazipten bir zat var Ayasofya kurbünde oturur, git sen onunla bir görüş’. O da gitmiş, bakıyor bir kulübede oturuyor. İçerisi sinek dolu. Sultan Mahmud gelince “Buyur otur padişahım” . Oturuyor padişah. E diyor, “sen kimsin?”. “Ben Osmanlı padişahıyım, cihana hükmederim” diyor. “Şu sinekleri çıkar bakayım şu odadan” diyor. Tabi padişah ne yapsın yâni. “Haa, sen cihana hükmedersin öyle mi?” Sineklere ‘çıkın bakayım’ diyor. Pencerede böyle delik varmış, vızzzt oradan gidiyorlar. “Şimdi konuş anlat meseleyi” diyor. Böyle bir şey.
Efendim bu olur mu? ben bilmem ben anlatırım sadece. Bu olur mu yâni bir adam cami-i… Kur’ân boşuna mı indi? Akif de diyor ya, mezarlıkta okunmak için mi indi? Onun bir sırrı var. İsm-i âzam o sırda tecelli ediyor. O irade size veriliyor Allah tarafından.
Tasavvuf her nazarda zât-ı Hakka nazır olmaktır, zerreye baktığın zaman arkadaki bir’i görüyorsun. Burada da her nazarda. Nereye bakarsan bak, zerreye bak, semaya bak, kendine bak, hiç bakma, basiretle bak, gözünü kapat.
Tasavvuf sûfiye her müşkil âsân olmağa derler, zaten bir ehl-i tarik için zor diye bir şey yok. Zor bize göre, Efendim imtihanda zor sual geldi, geçinmek çok zor, hayat pahalılığı var, efendim çocuklarla uğraşmak çok zor evde patırtı ediyorlar, komşularımız huysuz insanlar filan. Bunlar bize göre, her komşunun, her çocuğun, her mangırın, her sualin arkasında onu oraya getiren onu sana öyle gösteren veya göstermeyen bir şey var. Mülkün sahibine teslim olduğun zaman, onun kaderi var. O düşünsün, mülkün sahibi düşünsün. O düşünüyor zaten yâni. Zor diye bir şey yok. Sen elçisin, yap der yaparsın yapma der yapmazsın.
Sayın Hocam bir eser arası.
Varsam bir âmile sorsam hâlimi
Acep Allah bize kulum diye mi
Nefs elinden yanılmışım yolumu
Acep Allah bize kulum diye mi
Yunus eydur hele sen de varasın
Başa neler gelir anda göresin
Orada bilirim yüzüm karasın
Acep Allah bize kulum diye mi
Bir eser- Varsam bir âmile sorsam hâlimi / Acep Allah bize kulum diye mi
Hocam bu güzel, gönüllerimize sekînet veren eseri dinledik. İbrahim Efendi’nin nutk-u şerîfinin son bölümüyle bu programı dinlendirecek gibiyiz.
-İnşallah efendim. İbrahim Efendi’nin feyzinden bereketinden inşallah cümlemiz hisseyab olalım ve kaldığımız yerden devam edip hatm-i kelâm eyleyelim efendim.
Tasavvuf ilm-i Hakk’a sinesini mahzen etmektir İyice açıldı artık. Tasavvuf sûfî bir katreyken umman olmağa derler,
Tasavvuf küllî yakmaktır vücûdun nâr-ı lâ ile / Tasavvuf nûr-i illâ ile insan olmağa derler, La ilâhe illallah. Lâ diyorsun. Yok hiçbir ilah yok, illâ ancak bir tane var. İşte onu dediğin zaman o ateşle bütün varlığı sûreti, bütün gölgeleri, bütün vehimleri var gibi görünen her şeyi yakıyorsun yok ediyorsun yâni. Kim kalıyor geriye? ‘o’ kalıyor. “illâ” dediğin anda ona teslim olmuş noktasındasın.
Tasavvuf onsekiz bin âleme dopdolu olmaktır
Tasavvuf nüh felek emrine ferman olmağa derler
Tasavvuf “kul kefâ billâh” ile da’vet dürür halkı
Tasavvuf “irciî” lafzıyla mestân olmağa derler
“Kul kefâ billâh”, “Hasbinallah ve ni’mel vekil”
•İhtiyar mahkemeye çıkmış. Hâkim soruyormuş, “Efendi baba, vekil tuttun mu, avukat? ” “Hasbinallah ve ni’mel vekil” diyormuş. Hâkim babayı kurtarmak istiyor. “Yaz kızım, tutmuş da gelememiş”. “Hasbinallah ve ni’mel vekil” diyormuş ihtiyar.
Yine buyrulmuştur ki; ‘bir mümin muvahhid, âşık bir zatı götür küfrün göbeğine bırak hiç korkma, hiç korkma. Çünkü o küfrün göbeğinde, “Hasbinallah ve ni’mel vekil” der. Bombalar tepeden düşsün gelsin, veba taun alttan kaynasın neyse o veba taun, paralar pullar efendim işte, fuhşiyat…. “Hasbinallah ve ni’mel vekil” der o. İrtibatı doğru kurduğu anda hiç bir şeyden korkma. Hasbinallah ve ni’mel vekil. Kul kefâ billah. Allah bana yeter, diyor. Ha böyle demeyeni koy en mazbut memlekete, o gene sıkılır, bunalır, kriz entelektüel olur.
Kul kefâ billah, kalbi -ela bizikrillahi tatmeinnül kulüp- “Ancak” diyor Hasan Basri Hoca “ela ………….. hışşt, hışşt gözünü aç” diyor. Ancak Allah zikri kalpleri tatmin eder. Ne o ? neşide-i dudaktan ve kalpten. Ten tılsımın isim miftahı ile açmaktır diyor ya işte onu söylüyor. Tasavvuf böyle bir şeymiş eskiden.
‘İrciî lafzıyla mestân’ ne demek? hani Elestü bi-Rabbiküm var ya, insan hâlâ o sesin güzelliğine meczuptur. Hepimiz meczubuz, sen bakma öyle akıllı-makıllı geçindiğimize, hepimiz meczubuz biz, cezbedilmişiz. Öyle bir sesmiş o. E tekrar irciî, bana dön, var ya hani şarkıda ‘dön bana’. İşte oradaki irciî. Mestân olmağa derler, o sesi duymak.
Tasavvuf günde bin kerre ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle âlem cismine cân olmağa derler
Evet son maktaı da okuyayım.
Tasavvuf bende olmaktır hakikât hak ey İbrahim, tasavvuf Hakk’a bende olmaktır, kul olmak, köle olmak. Kölenin bir ihtiyarı olur mu efendisine karşı bir şey diyemez.
Tasavvuf şer’-i Ahmed dilde burhan olmağa derler, buradaki dil şu dil değil, kalp. Dilde burhan olmağa, Şer-i Ahmed, kalpte delil olacak delil. Lafla olmuyor bu iş. Tekrar maktaı okuyalım. Tasavvuf bende olmaktır hakikât hak ey İbrahim, hakikâtte Hakk’a bende olmaktır, hiçbir ihtiyar kalmayacak sizde. Hakk’ın bendesi olacaksanız, bunun da genel yolu; tasavvuf şer’-i Ahmed dilde burhan olmağa derler. Şimdi bu hazrete bir Fatiha okumayalım mı yâni.
Evet, efendim inşallah yapabildiğimiz kadarıyla Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi. 1655 vefatı, miladi tarihiyle. Demek ki 350-360 sene geçmiş üzerinden. Aman Yarabbi.
Son ilâhi yine Hüseyni makamında, İksir–i âzamdır, nutk-u ehlullah / Yek nazarda hâki kimya ederler / Hakk’ın esrarından onlardır âgâh / Velakin sûrette ihfâ ederler.
Erzurumlu Emrah’ın güfte sahibi olduğu, “İksir–i âzamdır, nutk-u ehlullah”
Tam da münasip oldu, nutk-u şerîfi bitirdik. Bu ne mânaya gelir, “İksir–i âzamdır, nutk-u ehlullah” buyuruyor Emrah. Dinleyelim efendim inşallah.
Bir eser- İksir–i âzamdır, nutk-u ehlullah / Yek nazarda hâki kimya ederler