Tasavvuf müziğimiz ve o müziğin etrafında oluşan kültür ve medeniyet üzerine hocamızı dinlemeye bu programda da devam edeceğiz.
-Teşekkür ederim efendim. Bir hatırlatmak babında söze girelim. Erbab-ı tasavvufun, tasavvuf nedir? sorusu üzerine verdikleri cevapları arz etmeye çalıştık. Bunlardan halen geleneğin devamında kullanılan, kullanıla gelen bu soruyu soran insanlara karşı, ‘İşte efendim, evlâdım, tasavvufu, tasavvuf erbabı böyle izah etmişlerdir, böyle izah buyurmuşlardır’ şeklinde ortaya çıkan bir nakil vardı, geleneğin nakli, o da Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin tasavvuf manzumesi. Önce onu okumaya çalışmıştık. Oradan bir takım atıflar yaptık. Ondan sonra 1600’lerin ortaları, 1650’ler bu manzume. Biraz geriye gittik, Ömer Rûşenî Aydınlı olduğu için Rûşenî mahlâsını alan Ömer Dede Aydın’da doğmuş, Tebriz’de vefat etmiş. Onun tasavvuf manzumesi. O da onbeşinci asrın sonu yâni, biri on yedinin ortası, biri onbeşin sonu, artık aynı şeyleri söylüyorlar. Husûsen böyle seçtik onları. Dede Ömer Rûşenî’nin 1480’lerde yazdığı manzumenin bir de tahmisi vardı. O da Beylikçi İzzet Bey, o da ondokuzun başı. Böylece bu medeniyetin nasıl hayatiyetini sürdürdüğünü, devam ettirdiğini ifade etmeye çalıştık. Son olarak da Eşrefzâde Rûmî’nin, ‘Tasavvuf, şöyle şöyle, böyle böyledir, amma bunu başarmak için ne lâzımdır? ‘ sorusuna verdiği cevabı öğrendik. O da ‘aşk lâzımdır’ diyor. Şimdi bu sohbetimizde inşallah, peki aşk nereden gelir? bakkalda mı satılır, markette mi verilir? yoksa belli zamanlarda kalbe ilham mı edilir? bunu konuşmaya çalışacağız tasavvuf mûsikîsi çerçevesi içerisinde.
Efendim tasavvufun kaynağı, tasavvuf dediğimiz, yâni manevi terbiye, seyr ü sülûkun. Efendim işte, tasfiye-i kalp, tezkiye-i nefis dediğimiz hadisenin, nefsin tezkiye edilmesi. Tezkiye dediğimiz zaman buna yeniler, iyi hal kâğıdı diyorlar. Eskiden memurlar tezkiye edilirdi yâni. Amirleri sicil yazarlardı memura, buna tezkiye denilirdi, tezkiye varakası. İyi hâl kâğıdı, nefsin iyi hâllerle hâllenmesi. Kalbin de -tasfiye daha çok kullanılıyor- saflaştırılması. Hani ‘purify’ dedikleri İngilizlerin. Her zaman söylüyoruz, yine de söylemeye devam edeceğiz. “
Sür çıkar gayrı gönülden, ta tecelli kıla Hak
Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan
Şemseddin Sivâsî’nin uzun nutkundan bir bölümdür, bir beyittir.
Kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi meselesidir. Peki, bu nasıl olacak? ha bunun üstadı var. Bu üstada biz Ricâlullah diyoruz. E peki Ricâlullah, o da bizim gibi insan. İki eli var, iki gözü var, burnu var, başı var, ayakları var. Bakışları farklı yalnız, onu söyleyeyim size. Bakışları farklı. ‘Gözler ki kalbin aynasıdır’ diyor şair. Bakışları farklı. Nasıl bakıyor? O bakışları gör ve söyle, ben bilemem. Peki, o Ricâlullahın hocası yok mu? Onun da var. Bağlandığı bir kapı var. Peki, onun, onun, onun gibileri, nereye gidiyor bu? hadi baştan söyleyelim. Efendimiz s.a.v. ‘e gider. Onun mübarek feyizleri, tâlimleri, tebliğleri ile hem şeriat hayat bulmuştur, hem tarikat hayat bulmuştur. Yine bu yolun yolcularından… bu bir nakil yoludur, bir defa onu söyleyelim. Merhum Nihat Bey Hocamız vardı bizim Arap-Farsta nakil meselesini çok böyle espirili, “Nûkîlen Nicola” derdi yâni “Nicola dedi ki” gibi. Burada Nicola yok, burda biz varız. Nakil yoludur, bu nakle ittiba ister edersiniz, ister etmezsiniz. Aklınızla nakli bir tartın. Akıl der ki, bu olur. Öteki bu olmaz der. -Ama sonra bir gazel, onu da okuyacağız yeri geldiği zaman “Âlem bu ya” gazeli var-
Akıl bugün olur der, ‘akıl olmazların zoru içinde’ diyor Necip Fazıl. Yarın öbür gün olmaz der. İşte gidersiniz Brüksel’deki mahkemeye, filan dava için bugün olmaz der, üç sene sonra olur der. Akıl böyle bir şeydir yâni. Amma gönül dediğimiz bir hadise var. Eğer o nakilleri gönülden dinleyebilirseniz, eğer o nakilleri size gönülden dinletirlerse, biraz daha açalım. Eğer gönül kapısını açarlarsa size, efendim o gönül kapısını şâd ederlerse, o zaman o nakiller sizin malınız olur. Onları gönülden sever, beğenirsiniz. Ve ondan sonra artık dedi mi? demedi mi? sormazsınız. Bu sözü işittin mi? ‘ağızdan işittim, tamam bitmiştir’ dersiniz. Böyle olur bu işler. İşte Efendimizin nakillerinden biz bunu öğreniyoruz.
Bugün biraz kısmet olursa bu mevzular üzerinde duracağız, Allah lûtfedip, kerem ederse. Efendim şimdi buyrulmuştur ki “Evlâdım bir kavli peygamberi var. Mübarek sözleri, efendimizin tebliğleri, beyanları. Kur’an da buradan zuhur eder, hadisler de buradan zuhur eder. Yâni Cibril gelip insanların kulağına söylemez. Efendimize indirilmiştir, onun mübarek o beyan buyurmuştur ki, ‘bu Kur’an-ı azimdir, Kur’an-ı kerimdir, azîmüşşândır. Bu benim hadisimdir’. Bir defa bu bir kavildir. Mübarek bir ağızdan intikal eden bir kavildir. İnsanları etkiler. Buradan şeriat zuhur eder. E sonra tabi, biz soruyoruz e sonra? en azından gözler bizde.
Bir de mübarek hâlleri vardır. Efendim muaşeretleri vardır. Bedenleri var, mübarek bedenleri, yürüyüşü var, oturuşu var kalkışı var. Efendim dostlarıyla, ashabıyla, sohbetleri var, uykuları var, istirahatleri var, bu hâl ne? haa oradan da tarikat zuhur eder. Kavil olmasa tarikat olmaz. Ama sırf kavil de tarikatın bina edilmesine yetmez. Hangi hâl içerisindeyken o kavil zuhur etti? ikisini birbirine bağlayacaksınız. İkisi birbirinin mütemmimidir. ‘Dikkatli yürü evlâdım’ demişlerdir, işte o hâlle hâllenmek. Bazen tebessümleri olur, bazen sükûtu ihtiyar ederler. O hâl, o hilmiyet, zaman zaman zuhur eden farklı ruh hâlleri insan olarak ama her birisinin her ruh hâlinin zirvesini onda görmek mümkündür. Biz böyle inandık, buna iman ettik, böyle ittiba ettik, buyurmuştur eski büyüklerimiz. Bizlere böyle anlattılar. Dolayısıyla şeriat kavli peygamberi, tarikat hâli, etvârı. Söylerken hangi hâl içerisindeydi. Bazı öyle hâl olur ki, kötü bir kelime söylersiniz ama yüzünüzün hâlinden muhatabınız sizin onu gönülden söylemediğinizi fark eder. ’Hadi bakalım kör olasıca’ çocuğa mesela dersiniz. Çocuk yılışır, yaltaklanır, bilir ki o iltifattır. Hani ben daha teşbih, böyle temsili söylüyorum. Hâllen beraber kavil birleşince can kazanıyor, ruh kazanıyor. Ama efendimizin burada bitmiyor ki işi, daha devam ediyor arkası.
Peki, marifet ne? O ruh-u peygambere gidiyoruz. Bunlar değişiyor, takdim-tehir olabilir. Peki, hakikat ne? O da sizin sırr-ı peygamberi. Yahut bazısı hakikati öne alıyor, ruh-u peygamberi oluyor, marifet sırr-ı peygamberi. Peki, nasıl bilinir? E peygamber ol da anla. Bizim bu ayaklarımız bir yere kadar yürüyebilir. Makam-ı Mahmud’a mümkün değil, uzaktan bile göremeyiz, Allah hissettirsin inşallah diyoruz.
O bakımdan tasavvuf dediğimiz bu seyr ü sülûk hadisesi, biraz evvel de söylemeye çalıştık. Yâni nefsin tezkiyesi, nefsin iyi hal kâğıdı alması, hicreti. Ona demişlerdir ki, ‘ahvâli mezmumeden, ahvâli haseneye hicret’. Yâni kötü hâlden, ne mesela, ucb, kibir, buhl, cimrilik. Veremez adam veremez, parası vardır.
Geçende yine bir bahis mevzu oldu. Efendim birisinin 5 kuruşu var, 1 kuruşunu veriyor, ötekinin 5 milyon lirası var 1 milyon lirasını veriyor, öteki bu 5 kuruş veren sahih öteki bahil, niye? çünkü 5 kuruş ile bir simit bile alamazsın yâni. Öteki 5 milyon lira ile hani misal euro, dolar vs. diyelim dünyayı alırsın, nispet meselesi. Neyi ne kadar, nasıl verecekse. İşte bütün bunlardan ahlâk-ı hamîdeye, ahlâk-ı haseneye iltica etmek. Bu da işte bir yol gelenekleri hicrette oluyor efendim. Biz hep hicreti maddi alırız, tabi maddisi de var, manevisi de. Nasıl olacak bu hicret? bir yol gösteren birisi olacak önünüzde. Onu, onu, onu kim gösteriyor? Efendimiz gösteriyor bütün ashabına. Bütün ashabı ile bu sınırlı kalmıyor, aşağı doğru devam ediyor. Bütün ümmetine, tâ be kıyamet ümmetine yol gösteriyor. Demek ki, hâli peygamberi mühim olan hadise. Nasıl hâlle taallûk etmiş.
Bir mektebe oldu kim müdavim
Allah idi zatına muallim
Ziya Paşa böyle söylüyor. Cenâb-ı Musa kıssasını burada hatırlatıp geçelim. Cenâb-ı Musa görmek istedi, göremedi. Resûlullah Aleyhissalatu vesselâm (kâbe kavseyn el edna) .
Çünkü kâmûsun görüp geçti öte
Vardı erişti ol Ulu Hazret’e
diyor Süleyman Çelebi. Böyle bir ahvâl, böyle bir hadise ile karşı karşıyayız efendim. Bunu böyle bilelim ve bu temeli bir yerine koyalım. Şimdi bunun üzerine konuşacağız. Böyle bir girizgâh yaptık. Tabi bu mevzu üzerinde şöyle bir hadiseye bakıyoruz.
Madem bütün tasavvufun temelinde efendimiz, onun muhabbeti, onun yolunda imtisal, onun sünnetine ittiba, onun muhabbetini kalbin en rakik köşesinde, en mûtena mevkide tutmak var. E peki bu nasıl olmuş? bu hissiyatın dış âleme yansımalarına. Na’t-ı şerîfler. Tasavvuf mûsikîsi deyince, na’t-ı şerîfleri başa almamız gerekiyor. Buradaki imkânlar muvacehesinde bunu başa alamayabiliriz. Ama bilelim ki na’t-ı şerîfler, eskilerde yenilerde hâlâ yazılıyor. Bunlar mûsikî ilacı verdiriyor. Mûsikî nagamatı üzerinden efendimize haddimiz olmayarak medh ü sena, daha doğrusu teşekkür ve iltica sadedinde medh ü sena. Bir mektep talebesi karnesini getirir babası ona şey etti -Öyle değil-. İltica, tazarru ve niyaz sadedinde medh ü sena ediyoruz. Bazı güfteler, beni çok rencide ediyor. Layık falan geçiyor içinde, öyle bir şey bahis mevzu değil. Başımız önde, yüzümüz yerde, özümüz dar’da, huzur-u pir’de, ruhumuz, nefsimiz, kendimiz böyle olmak mecburiyetindeyiz. İsterseniz bir aralık verelim. Ne zuhur ederse.
Bir Eser- Çün doğup tuttu cihan yüzün hüsnün güneşi
-Na’tlar demiş ve orada durmuştuk. Ben buradan bir iki na’t örneği size takdim etmek isterim. Çünkü nasıl Osmanlı mimarisinin zirve eserleri varsa, Osmanlı mûsikîsinin. Osmanlı na’t edebiyatının da zirve eserleri vardır. Elime fırsat geçtiği anda bu zirve eserlerle hem kendim bir kez daha teşerrüf etmek isterim. Hem de dinleyenlerimizi tanıştırmak isterim. Buradaki takdim-tehir meselesi, bu eser birinci, bu eser ikinci böyle bir durum yok. Bu haddimiz değil, şu anda üzerimize düşen ne var’ la? başlıyoruz.
Sultân-ı rüsûl, şâh-ı mümeccedsin Efendim
Bîçârelere devlet-i sermedsin Efendim
Dîvân-ı İlâhîde ser-âmedsin Efendim
Menşûr-ı le’amrüke mü’eyyedsin Efendim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim
Hak’dan bize burhan-ı mü’eyyedsin Efendim
Galip’in meşhur na’ti.
Saçma ey göz eşkten sinemdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
Eğer Süleymaniye ise mimaride, bu Fuzûlî’nin ki, bu da Selimiye’dir.
Bir dem ki velilerle nebîler kala hayrân
“Nefsi” deyü dehşetle kopa cümleden efgân
Ye’s ile usâtın ola ahvâli perişân
Destur-ı şefaâtla senindir yine meydân
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Ümmideyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Burada ahlâk dersi de veriliyor. Kalp nasıl olacak, Ümmideyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz, peki böyle yaparsak ne oluyor?
Sermaye-i imanı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyârı penâh eylemeyiz biz
Hiç kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Yâni bu na’t-ı şerîfin mânasını, medlûlünü, mazmunlarını çözdüğünüz zaman, buradan sade estetik bir dünya kurgulamıyorsunuz. Bir edep, bir yol, izlenecek muhtelif merhaleleri görüyorsunuz. Ümmideyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz . Ye’s ile ah edersek, Sermaye-i imanı tebâh eylemeyiz biz. Yazık etmek, yok etmek, tebâh. Bâbın koyup ağyârı penâh eylemeyiz biz, hele bu çağımızın insanına çok mühim bir şey. Hiç kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz. Eğer biz onun bâb’ını, kapısından vazgeçmeyip, onun kapısında durursak, dördüncü mısrada söylüyor alacağımızı. Hiç kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz, boş çevirmez diyor yâni, bugünkü Türkçeyle. Bekletmez orada.
Bîçâredir ümmetlerin isyânına bakma –hâlimiz-
Dest-i red urup hasret ile dûzaha katma
Rahm eyle aman âteş-i hicrânına yakma
Ez-cümle kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultan-ı müeyyedsin efendim
E şimdi bana sorarsanız, Ben efendim aşk yolunun yolcusuyum. Filan tarikatın sâlikiyim, işte filan yolun. Necip Fazıl söylüyor ya,
Sonsuzluk kervanı peşinizde ben
Üç ayakla seken topal köpeğim
Bastığınız yeri taş taş öpeyim
Bir kırıntı yeter kereminizden
Necip Fazıl söylüyor bunu yâni. Burada bir anekdot anlatalım. Üstâda dediler ki “-Efendim Fransızların büyük Ansiklopedisi Larousse, iki Türk edibini almış”, “-Öteki kim?” diye soruyor Necip Fazıl. Böyle diyen Necip Fazıl, Bastığınız yeri taş taş öpeyim / Bir kırıntı yeter kereminizden. İşte bu yolun sâliki böyle olur ve bu yolun sâliki Galib’in, Sultan-ı Resûl şâh-ı mümeccedsin Efendim na’tini... Çünkü bunlardır bizi biz yapan, bunlardır dervişi derviş yapan. Yâni şimdi bu Galip ‘oturayım da ben bunu yazayım’ diye bu olacak bir şey değil yâni. Ona ‘sen yaz’ diyorlar. Böyle bir adam olur mu ? olur. Allah isterse yazdırır yâni.
Kudûmun rahmet u zevk u safâdır Yâ Rasûlallâh
Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır Yâ Rasûlallâh
Nebî idin dahî Âdem dururken mâ-ı tîn içre
İmâm-ı enbiyâ olsan revâdır Yâ Rasûlallâh
Kemâl-i zümre-i kümmel senin nûrunla olmuştur
Vücûdun mazhar-ı tâm-ı Hudâdır Yâ Rasûlallâh
Seninle irdiler zâte dahî envâ-ı lezzâte
İşin erbâb-ı hâcâte atâdır Yâ Rasûlallâh
Hüdâyî’ye şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın
Kapuna intisâb etmiş gedâdır Yâ Rasûlallâh
Bir eser (Gazel) - Kudûmun rahmet u zevk u safâdır Yâ Rasûlallâh
Hocam sözü size bırakıyoruz.
-Efendim şimdi bir başka var. Onu da okuyalım. Bu daha çok biliniyor.
Saçma ey göz eşkten sinemdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
Zevk-i tîgundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler divâra su
böyle devam ediyor,
Suya versün bâğban gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek verse min gülzâre su
İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’e su
Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfa
Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su
diye, uzun bu kaside. Efendimizi medh u sena eder. Ol içinde, kapı içinde kapı açılır, kapı içinde kapı açılır. O bir başka mevzudur.
Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânıma
Var ümîdim ebr-i ihsânın sepe ol nâre su
Yümn-i na’tinden güher olmuş Fuzûli sözleri
Ebr-i nîsandan dönen tek lü’lü-i şeh-vâre su
Umduğum oldur ki Rûz-i Haşr mahrûm olmayam
Çeşme-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su
diyor, Fuzûlî. Evet bunlar böyle okunur, geçer. Bazen okunmaz, bazen okunur. Bazen okunur anlaşılmaz. Ama bazen okunur ve anlaşılır. Ve idrak edilirse, hani var ya böyle kaynak yapıyor, demiri demire tutuyor, bir dokunuyor oraya, demir demire bağlanıyor. İşte kalbi, gönlü Resûlullah’a öyle bağlar bunlar. O an meselesi, yok voltaj düştü, yok bilmem ne kesildi, kıvılcım atlamadı. Yüzlerce, binlerce ama bir defa bağlarsa, bir daha ayırmaz. Şimdi biz güya işte mimariden misal verdik. Dedik ki, Selimiye’si, Süleymaniye’si. Bir de Edirnekapılı Mihrimah’tan küçük bir gazel. Şimdi bakalım bu gazeli bir dinleyelim. Nâbi’den
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-i Hüdâdır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâdır bu
Felekde mâh-ı nev bâbüsselâmın sineçâkidir,
Bunun kandili cevzâ matla-i nûr-i ziyâdır bu
Habîb-i Kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazîlette
Tefevvuk-kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı âdem zâil
Âmâdın açdı mevcûdât dü çeşmin, tûtiyâdır bu
Mürâ’ât-ı edeb şartıyle gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır cilvegâh-ı enbiyâdır bu
Bunun bir de hikâyesi var. Nâbi,
Bende yok sabr u sebat, sende vefadan zerre
İki yoktan ne çıkar fehmedelim bir kere
Diyor Nâbi. ‘na’ ve ‘bi’ ikisi de yok demek, bînamaz, nâmurad. Nâbi böyle bir şey, iki tane yok. Fuzûlî fazlalık demek zaten yâni, fuzuli işte. Bunlar mahlâs.
•Surre alayıyla gidiyorlar efendim, Haremeyne. Surre alayıyla oraya işte malûmunuz, hediyeler, behiyyeler efendim tabi onlar zâhir. Niyaz geçiyor esasında yâni. Gönül götürülüyor, bakmayın siz onlar vesile. Vesilet’un necat, niyaz götürülüyor. Paşa var, eski zaman on yedinci asır. Uzaktan Kubbe-i Hadrâ görününce, demiş ki paşa “geç oldu burada yatalım da sabahleyin girelim efendimizin huzuruna. Ama Nâbi de bir an evvel girmek istiyor yâni, ee tabi paşa da öyle söyleyince.
-Surre alayı Yavuz Sultan Selim’in Mısır fethiyle başlıyor muntazaman. Nereye kadar? taa 1919’ a kadar. 1919’un Recep-i Şerîf’in ilk cuması buradan surre alayı çıkıyor. Ondan sonra yok bir daha. Fakat esas itibariyle fâsılalı da olsa Çelebi Sultan zamanında başlıyor surre alayları. Yâni Osmanlının kendi medeniyetinin temeline verdiği ehemmiyeti burada arz etmek isterim radyo üzerinden eşe, dosta, ahbaba, yarana- böyle başlıyor.
•O paşa efendi, tabi istirahate çekiliyorlar. Efendim ‘hâb-ı gafletti’ diyor ona Nâbi, ben bilemem. Hâb-ı gafletten bidâr ol da bak diyor. Uyuyunca, Nâbi de gönlü tabi pır pır, bu na’t-ı şerîf geliyor. Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-i Hüdâdır bu, ayağını uzatmış o tarafa doğru hazret. Uyku hâli, mesul falan değil canım. Ve bu minicik na’ti, altı, yedi beyitle yazmış. Fakat sonra o gece uyumuyor. Eski zamanda İstanbul’da da öyleydi. Sabahtan evvel minarelerde salâ, ondan evvel kasâid, temcidler okunurdu. Bakıyor ki Haremeyn’in minarelerinde, Türkçe bu na’t okunuyor. Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-i Hüdâdır bu. Tabi Nâbi bir kat daha allanıyor, bulanıyor. Sonra işte kafile ile beraber içeri giriyorlar. Soruyor, hemen gidiyor Haremeyn’e; “-Kim okudu?” “-Filan zat okudu” diyorlar. Mümkün değil, diyor ki “-Nasıl oldu?” “ -Bana rüyada bunu tâlim ettiler. Bu sabah bunu oku dediler. Ben de okudum” diyor adam. “-Kimin bu? “ “-Bilmiyorum rüyada bunu bana öğrettiler”. diyor.
Şimdi bir menkıbe midir, kıssa mıdır, hikâye mi? ben onu bilmem. Ama böyle olmuş. Öyle inanıyorum.
Ehl-i akl anlamaz efsus lisan-ı dilden
Zanneder âşık-ı divane muamma söyler
diyor Yahya Kemal. İşte muamma buyurun yâni. Nâbi orada bunu yazmış. Müezzin efendi de arada Kubbe-i Hadrâ görünüyor ama bir-iki km. var yâni, surun dışındalar. Şehrin kapıları kapanmış, gece. “Öğrettiler bunu mânada. Oku dediler ben de okudum” diyor adam. İşte böyle bir şey, bu na’tler. Na’tlerin sihirli dünyası isterseniz diyelim. Na’tlerin ilhamlı aşk dolu dünyası böyle bir şey efendim yâni. Bizim medeniyetimiz ister beğenin, ister beğenmeyin böyle bir medeniyet yâni. İsterseniz bir ilâhi ile artık ne zuhur eder, onu biz bilemiyoruz.
Şimdi dinleyeceğimiz ilâhi “Ey güzellerden güzel rûhum Resûl-i Kibriyâ” diye başlayan rast makamında bir eser. Güftekârımız Tâcettin Hayrullah Efendi (k.s), bestekârımız yirminci yüzyılın mersiye, na’t-hân ve namıyla mağrur ve meşhur Karacaahmet’te metfun, sırlı Hüseyin Sebilci Efendi. Ruhu şad olsun. Beste hazrete ait rast bir eser. Hepimizin bildiği bir eser.
Ey güzellerden güzel rûhum Resul-i Kibriyâ
Hasta gönlüme nazar kıl kalbime sensin devâ
Derdime dermân olan ancak cemâlin nûrudur
İsmini anmakla dâim her gönül bulur safâ
Cümle âlem halkı muhtaçtır senin ihsânına
Server-i âlem efendim menba'-i cûd-ü sehâ
Hânedan-ı ehl-i beyte âşık-ı sâdık olan
Sıdk ile bende olur eyler kapına ilticâ
Hazret-i Zehrâ'ya bahşet Tâcî'yi mahşer günü
Ahmed-ü Mahmûd Ebe'l Kâsım Muhammed Mustafâ
Bir eser-ilâhi (rast makamı) Ey güzellerden güzel rûhum Resûl-i Kibriyâ