Hocam sözü size bırakıyoruz.
-Teşekkür ederim efendim. Evet, biz tasavvuf yolunun büyük neş’esini efendimizin dört yârinden alıyoruz. Kim onlar? Cenâb-ı Sıddîk Efendimiz Ebubekir, Ömer’ûl Faruk, Osman Zinnûreyn ve Aliyyü’l Kerrâr veya Aliyyü’l Murteza Efendimiz. Bunlardan alıyoruz. Ne alıyoruz? Esmâ tâlimini bunlardan alıyoruz. Tasavvuf yolu esmâ tâlimidir. Efendimiz bu hâli, bu ahvâli şüphesiz ashabına tebliğ buyurdular. Peki, onunla bitti mi iş? yoo. Şimdi biz ilmi biraz cihetten gidelim. Ashab’dan aşağı doğru geldi tâbîîn, tebe-i tâbîîn bütün ümmete. Peki, manevi olarak diyelim ki arada boşluk var. Bizzat ashabı görmedi, Efendimizi görmedi. Peki, bu olmaz mı? Efendimizin manevi irşadları, hâllerini giydirmeleri yine tırnak içinde söyleyeyim, “Evlâdım buyrulmuştur, dervişlik bir hil’attir, insana giydirilir”. Ben dervişim diyene olur aksi halde yâni, sen onu diyemezsin o sana giydirilir. Arkadan küçük bir ikaz cümlesi geliyor; ‘amma kemiklerimiz o hil’atin altından belli olabilir’. Dikkat edin haa; hil’at giydiriliyor ama alttan takır tukur çıkmasın o kemikler. Çıkar bazen çünkü yâni. İşte Efendimiz böyle bir hil’ati, böyle bir lûtfu hiç alâkası yok gibi zannettiğin adamlara da, insanlara da giydirmiştir. Direkt olarak o feyzi Efendimizden almıştır, böyle insanlar da var. Bunlara biz üveys’ül meşrep zevat diyoruz. Efendimizin hâl-i hayatlarında oldu mu? oldu. Cenâb-ı Veysel, Cenâb-ı Üveys.
Geldi, fakat annesinden izin almıştı ama mescide gidip görmek üzere izin almıştı. Yok, mescitte bulamadı. Ne yaptı? şimdi akılla Yemen’i düşün bir de Medine-i Tâhire’yi düşün. Bu yürüyerek geliyor, hazret yâni. Onu kim yürüttü? ben bilmiyorum. Birileri yürüttü onu. Ama akılla düşündüğün zaman; o kadar yoldan geldin, kimi görecen? İki cihan serverini görecen. Evde yok, geri dön. Bana sorsan bir ay otururum orada yâni. Ama “söz verdim” diyor. İşte o zaman da Cenâb-ı Veysel çıkıyor orta yere. Üveys’ül Karani. Yunus da bunun ilâhisini yapıyor. Belki bunu da bir arada sokarsınız buraya yâni.. O tabi Urum’da, Acem’de diyor. O da Türkçe’nin güzelliği. Urum’da Acem’de Görüp sevdiğim / Yemen ellerinde Veysel Karani.
Yine ben Attar’da okumuştum ki; Cenâb-ı Veysel gizli gizli ibadet edermiş. Mizaç öyle çünkü yâni, tenhayı sever, efendim halveti sever. Cenâb-ı Allah da kulunun bu hassasiyetine icabeten; şeyde tabi nas merak edecek hesap günü bu Veysel kimdir, görmek isteyecek. Tabi biz de merak edeceğiz, tahmin ediyorum yâni. Yetmiş tane Veysel yaratacakmış hepsi birbirine benziyor. Hangisi bilemeyecek insanlar. Bir tanesi Veysel, girecek içeriye. Böyle bir rivayet de okumuştuk. Bu da güzel bir şey. Cenâb-ı Allah kuluna hürmet ediyor. Onun yolunda gidene onun da iltifatı çok oluyor.
Evet amma biz tasavvuf yolunun büyük neş’esini efendimizin dört yârinden alıyoruz. Kim onlar? Cenâb-ı Sıddîk efendimiz. İsimleri çok mühim Ebubekir Cenâb-ı Sıddîk, Ömer’ûl Faruk, Osman Zinnûreyn ve Aliyyü’l Kerrâr veya Aliyyü’l Murteza Efendimiz. Bunlardan alıyoruz. Ne alıyoruz? Esmâ tâlimini bunlardan alıyoruz. Tasavvuf yolu, esmâ tâlimidir. Burası da bir radyodur. Esmâ isimler demek. Esmâ’ül Hüsna Allah’ın güzel isimleri. Bir cümle söyleyelim bunlar hakkında; Efendim Cenâb-ı Allah’ın her isminin bir tecelliyatı vardır. Onun anılmasıyla, onun kul tarafından gerek ağız ile dille, dudaklarla ama aynı anda kalp tarafından anılmasıyla, her birinin bir husûsîyeti öne çıkar. Ve o husûsîyetlerle beraber başlangıçta ifade etmeye çalıştığımız tezkiye-i nefs, tasfiye-i kalp hadisesi muvaffakiyete erişir.
Peki, hangi ismi ne kadar anacağız? veya ne zaman anacağız, niçin anacağız? dediğimiz anda, işte o zaman Efendimizin tebliğleri ile karşı karşıya kalıyoruz. O tebliğler o zamanda verilmiş ve bitmiş değildir. Bunu çok çok söylememiz lâzım çünkü modern akıl kendisini zamanla mukayyed kılar. Ama bir müminin aklı zamanla mukayyed değildir. Beş yüz sene evveline gidebilirsin, Nerden? hiç inanmazsın sen “tak” kapı açılır; bir gece uyurken beş yüz sene evvel gerisin geri. “Rüya değil bu / aynıyla vâkî” diyor yâni Hamid. Öyle bir rüya görürsün ki, hangisi gerçek hangisi hayal fark edemezsin. O rüya senin kalbine mührünü vurur. İşte onun için söylüyoruz, hem o mübarek tâlimler, hem de üzerimizdeki feyz-i bereketi bitmez, tükenmez. Ne vakte kadar? dünyada onu bilen ve Allah Azimüşşanı onun mübarek tâlimleri üzere tanıyan bir tek insan kalıncaya kadar. Zaten ondan sonra da kâinatın hilkati abestir, kıyameti bekle.
Cenâb-ı Sıddîk Efendimize, Efendimiz bu zikrullahı, esmâyı hafî tâlim eylemişlerdir. Detayları malûmunuz işte, mâna hadisesi, Yar-i gâr diyorlar. Hicrette mağara dostu. Bu hicret nasıl oldu, oradan oraya nasıl yürüdüler? O mağaranın önünde örümcek vardı, kuşlar yuva yaptı falan. İlim erbabı ile aşk erbabı. Zaten aşk erbabı bir şey söylemez, ilim erbabı söyler; aşk erbabı da gülerek dinler yâni. Ne desin başka yâni. Orada Sıddîk efendimizin gönlünde bir endişe var, işte o endişeyi esmâyla efendimiz zâil ediyorlar. Efendim Sıddîk Efendimizden gelen bütün tarikatlarda hafî zikir, Cenâb-ı Allah’ın hafî esmâsı geçerlidir.
Efendim kısacık bir eser aramız İzzettin Hümâyi Elçioğlu’nun bestesi sırada efendim. Hoş, güzel bir makam. Şehnaz. Güftemiz bu kez meçhul. “Gubar-ı payine almam cihânı Yâ Resûlallah” başı. Dinliyoruz efendim.
Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Resûlallah
Değişmem mûyine heft âsumânı yâ Resûlallah
Duyunca makdem-i teşrîfin Âdem sulb-i pâkinden
Değişdi habbeye bağ-ı cinânı Ya Resûlallah
Bir eser (şehnaz) - Gubar-ı payine almam cihânı Yâ Resûlallah
-Aşağı doğru gelelim isterseniz. Ömer’ûl Faruk Efendimiz de, malûm hadise işte otuz dokuz mümin var, şeye çıkmak gerekiyor, kırk olmaları lâzım. ‘İki Ömer’den biriyle’ diyor, ama biliyor hangi Ömer geleceğini. Cenâb-ı Ömer huzura geldiği zaman ona ayakta tâlim ediyorlar tevhidi, “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah” kaynakların yazdığına göre, biz naklediyoruz sadece. O cehrî tâlim sırasında öyle bir hâle geliyor ki o cengâver Ömer ayakta durmakta zorlanıyor, Efendimizin önüne diz çöküyor bu tâlim –kulağına- ayakta yapılan bu telkinden. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Ömer’den gelen ki, onların sonra söylemeye çalışacağız, bütün o tarikler hepsi Cenâb-ı Ali’den intişar etmiştir. Çünkü el ele, el Hakk’a. Dolayısıyla kuuden yâni oturarak ve cehrî zikir yaparlar. Hz. Osman Efendimize tâlimleri yine hafîdir. Cenâb-ı Ali’ye tâlimleri yine cehrîdir.
Anlatıldığına göre, bir zamanında Efendimiz s.a.v. zikrullahla meşgul oluyorlarmış. Cenâb-ı Ali delikanlı çocuk yâni, çok duygusaldır yâni. Cengâverdir, efendim işte hikmet sahibidir, efendim feraset sahibidir, şecâat sahibidir ama çok da duygusaldır. “Ya Resûlullah bu ne güzel bir oyun” diyor, seviyor. “Ya Ali bu oyun değil” buyuruyor Efendimiz. “Ya nedir” deyince “Bu zikrullah, zikr-i habib” diyor, sevgilinin zikri. “E bana da öğretir misin?”, “Tabi niye öğretmeyeyim”. Alıyor karşısına diz dize oturuyorlar ve ona üç kez “La ilahe illallah” tevhidi tâlim ediyor, cehrî olarak. Cenâb-ı Ali’den gelen bütün tarikatlarda da cehrî zikir.
Habîbullah cihâne cân değil mi
Vücûdu âleme burhan değil mi
Cihâne bâis oldu çünkü nûru
Cemâli cümlede tabân değil mi
Varınca lî-ma'Allah âlemine
Erince saat-i halvet demine
Kadem basınca ol arş-ı berîne
Cenâb-ı hazrete mihmân değil mi
Nebîler serveri şâh-ı rasûldür
Gülistân-ı visâl içinde güldür
Cenabı bize hâdi-i sünbüldür
Beyânı Âyetü'l-Kur'an değil mi
Onun nûru olupdur Nûr-ı envâr
Onun bûyınden oldu bûy-i ezhar
Meşâyıh da anındır bunca edvâr
Kamûsu katre ol ummân değil mi
O şemse zerre olursa bu Nûri
Yeter âlemlere bir zerre nûru
Olur zulmâtı kâşif çün zuhûrî
Ziyâsı cümleye yeksân değil mi
Hak selamet versin. Son devrin hatırı sayılır bestelerinden, eserlerinden çok hoş nağmelere sahip dinleyeceğimiz bir ilâhimiz var. Makamı sultân-ı yegâh, bestekârı Ahmet Muhtar Gölge. Güftekâr nutk-u şerîf sahibi, na’t-ı şerîf sahibi İstanbul azizlerinden şu an Eyüp Nişanca’sında metfun, sırlı Abdülehad Nûri hazretleri.
Bir eser- (sultân-ı yegâh) Habibullah cihana can değil mi
-Evet, namaza baktığımız zaman, beş vakit namaza baktığımız zaman, sabah namazı iki rekât farz cehrî okunur hatta uzun sureler okunur. Öğle namazı dört rekât farz hafî gider. İkindi, o da dört rekât farz hafî gider. Akşam namazına baktığımız zaman ilk iki rekâtı cehrîdir. Yatsının ilk iki rekâtında yine cehrîdir. Demek ki böyle bir denge kurulmuş. Namaz ne? en büyük zikir namaz. Peki, bu zikir ne? Türkçesi söylemek değil mi? zikrettim, ismini zikrettim, ismini söylediniz mânasına geliyor ama arkasında çok basit bir cümle, ama çok derin. Allah’ı hatırlamak hatta hiç unutmamak. Zikrullah işte “salât-ı dâimun” dedikleri o. Hiç unutmamak, hiç unutmadığınız zaman dâimi zikirdesin. Ama gene eliniz iştedir, araba kullanırsınız, işe gidersiniz, kendini unutturmaz o. Zaten bütün bu yolun büyükleri şunu beyan buyurmuşlardır; “Ben unutmam değil, o kendini unutturmaz”. Böyle bir şey. Haa şimdi modern hayatta kendini unutturmayan bir şey var mı? var. Ne o? kırmızı mangır. Hiç unutturmaz kendini yâni. Şimdi modern çağda kırmızı mangır endişesi kendini hiç unutturmuyor. Çocuğundan ihtiyar ninesine kadar, sakallı dedesine kadar, kırmızı mangır. Eskiden de Allah unutturmamış kendini. Peki, bu devirde olmaz mı? olur. Allah isterse hiç ummadığın kimseye kendini unutturmaz. Ama inşallah bu unutturmama cemâl içinde olsun, celâl içinde oluşmasın. Celâl olursa zor işimiz. Cemâlullah içinde olsun inşallah.
İşte bu hazretlerden, bu mübarek hulefâdan, halifelerinden bu dört yârinden insanlar bu zikrullahı tâlim ediyorlar. Bu zikrullahın tâlimi sırasında aynı zamanda hâl-i tâlim ediyorlar. Nasıl oturulur, nasıl kalkılır, nasıl muaşeret edilir, efendim bir yetimin başı, bir çocuğun başı nasıl okşanır, evlâd ü ıyâle nasıl muamele edilir; hepsini ondan öğreniyorlar yâni. Nasıl alışveriş edilir ihvan-ı yaranla, hiç tanımadığın insanlarla, bir müşrikle. Bu müslümanlar biliyorlar ki kendilerinin can düşmanı dahi Allah’ın kuludur. Hani bilmesin-bilsin var ya onu biliyorlar, abes değil onu da biliyorlar. “Yarabbi bu kulunu neden yarattın” diyemiyorlar. Çünkü abes değil. Yâni zâhirde onunla mübâreze ediyorlar ama bâtında gönülleri, niyetleri “yahu şu adam da gelse daire-i hidayete” düşman olamıyorlar ona yâni. Böyle bir tasavvufun genel anlayışı bu.
Şimdi Cenâb-ı Ali Efendimizden adım adım ileri doğru inşallah geleceğiz. Malûmunuz bu dünyadan en son ayrılan Cenâb-ı Ali’dir. Ve emanet, Ali Efendimize bırakılmıştır. Ondan intişar etmiştir. Nasıl intişar ediyor? tabîînden Hasan-ı Basri Hazretlerine intişar ediyor. Birinci halka bu. Buna biz ilk mutasavvıflar…Şimdi Ehl-i Beyt üzerinden o muhabbet tâlimi, o hâl tâlimi devam eder. Zaten kitaba baktığımız zaman bir yolu şeriat olarak görürsünüz. İşte mezhep imamlarına doğru geliyorlar. Ama her mezhep imamının yanında, ardında, kıyısında, köşesinde Ehl-i Beyt-i Resûlullah’tan bir zat-ı şerîf vardır. Ona ittiba eder, hürmet eder, onun yanında bulunur. O görünmez, çünkü o dünyaya talip değildir. Siyasi iktidar başka bir şeydir. Ama Ehl-i Beyt tâlimi bu mutasavvıflar üzerinden devam eder. Zaten Cenâb-ı Peygambere ve onun âline ittiba, hürmet, muhabbet olmazsa bu yolun yürümesi mümkün değildir. Çünkü anahtar, miftah onda. İşte Nesimi’nin güftesi; “Sad Salli Ala Seyyidina Ali Muhammed” diyor. Efendimizin âline dahi hürmet ve salavat var. Efendim böyle bir hadise bu.
Bir cümleyle şunu ifade edelim, dünyada her zaman siyasi ihtiraslar vardır. Peygamber zamanında da vardı, ondan önce de vardı. İşte Cenâb-ı İsa’nın, Musa’nın. Biri Mısır firavunuydu. Cenâb-ı Musa’nın bir talebi yok ama firavunun var. Çünkü siyasi erk firavunun elinde. Onu sarsıyor, Cenâb-ı Musa’nın asası bitiriyor işi yâni. Asayı at, attı tamam firavun bitti. Cenâb-ı İsa’nın? onun da var. Ne o işte? hastayı iyi ediyor, körün gözünü açıyor, ölüyü diriltiyor. Hadi buyur bakalım. Roma Valisi “olmaz bu” diyor yâni. Ha oluyor. Ama Cenâb-ı İsa’nın -ben Roma valisi olayım- diye bir talebi yok. İşte böyle bir hadise bu.
Siyasi ahvâli bir kenara koyalım, biz kendimize bakalım. ‘Yevme lâ yenfeu’da kalbî selîm isterler’ diyor. Yevme lâ yenfeu, kimsenin kimseye yardım etmeyeceği günde kalbî seliminiz var mı? e bu da muhabbetle oluyor. Muhabbet-i Resûlullah, muhabbet-i Ehl-i Beyt, nefsin tezkiyesi, kalbin tasfiyesi. O nefes, çok güzeldir onu inşallah daha sonra okuyacağız.
“Özümüz dar’da, yüzümüz yerde / Huzur-u pirde Allah Eyvallah”.
Eyvallah Allah’ın istediği gibi olsun demek esasında. Hadise bu. Yine bir aralık verelim isterseniz.
Ey habîb-i Hakk kerîm’uş-şân Muhammed Mustafâ
Nâzenîn-i Hazret-i Yezdân Muhammed Mustafâ
Ravza-i cennet gülüsün “lî-maallah” bülbülü
Canlara cânân, cihâna cân Muhammed Mustafâ
Nûr-ı âlem fahr-ı âdem, seyyîdu’l-kevneynsin
İki âlemde şeh-i şâhân Muhammed Mustafâ
Bûy-ı enfâsun mutayyeb etti nâsût ehlini
Doldu âlem rûh ile reyhân Muhammed Mustafâ
Zâtunı meddâh olan ol Hazret-i Hakk olacak
Nice bilsün kadrini insân Muhammed Mustafâ
Ümmet üzre ulu minnetdir vucûdun nîmeti
Cümle halka rahmet-i Rahmân Muhammed Mustafâ
Âline ashâbuna ezvâcuna etbâ’una
Hazır olsun ravza-ı Rıdvân Muhammed Mustafâ
Nûrî miskîni unutma Rabb-i izzet hakkıçün
Ey nebîler hizbine sultân Muhammed Mustafâ
Yine zamanımızın güzel bestelerinden bir eser na’t-ı şerîf Abdülehad Nûri (k.s.) hazretlerinin. “Ey Habîb-i Hak, Kerîm’u-şân Muhammed Mustafa” diye başlar. Bu eseri besteye alan kıymetli ağabeyimiz, değerli sanatçımız Veysel Dalsaldı.
Bir eser- Ey Habîb-i Hak, Kerîm’u-şân Muhammed Mustafa