Bugün Aktab-ı Erbaa’dan Abdulkâdir Geylâni Hazretlerini konuşacağız.
-Efendim Ömer Faruk Beyin de bahsettiği gibi bu programda bir hatırlatma yapalım. İlk defa Tasavvuf Nedir? mevzuunda ehl-i tarikin kendi söylediği nutuklardan yola çıkarak tasavvuf üzerinde bir cevelân etmiştik. Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi, Dede Ömer Rûşenî ve Eşrefzâde Rûmî’den nutuklar okumuştuk, arada ilâhilerimiz vardı. Nutukların tam metinleri vardı. Sonra ise Efendimiz (s.a.v) ki; kâinatın kaynağı, her şeyin kaynağı olduğu gibi, zübdesi, özü, ekseni, mihveri artık her sıfatı kullanabilirsiniz. Tasavvufun da o güzel kaynaktan bize intikal ettiğini, hâl-i Muhammedi olduğunu söylemiştik veya söylemeye gayret etmiştik. Ve ondan sonra da efendimizin dört yâri, çihâr-ı yâr-ı güzîn efendilerimizden bahsetmiştik. Sonra da Hasan-ı Basri ile mutasavvıflardan kısaca bir dem vurup geçmiştik. Ve arz etmeye çalışmıştık ki, bu mübarek zevatın adları anıldığı yere - bunlar Allah dostudurlar, Allah’ın sevdiği, Allah tarafından sevilen, kendileri de Allah’ı seven insanlar oldukları için- rahmet nüzûl eder ve bunların isimlerinin anılması da muhakkak bizlere büyük feyizler, büyük ecr’ler getirir diye sözü bağlamıştık. Bugün aynı güzel ses ile Allah’ın izni olursa devam edeceğiz.
Adeta bir yapı kuruyoruz, bir yapı inşa ediyoruz. Bu yapının da başında Efendimiz var. Aşağı doğru iniyor. Dört yâri, Hz. Hasan Basri ilk mutasavvıflar. Bugün daha sonra hicri altıncı asra doğru geliyoruz. Ve İslam medeniyetinde, özellikle tasavvufta ama genel mânada İslam medeniyetinde Aktab-ı Erbaa dediğimiz dört kutuptan bahsedeceğiz. Dört kutup. Kutbun ne olduğunu bir miktar anlatmaya çalışacağız. Ve ondan sonra da mübarek zatların belki biraz hani hikâye hayatlarını, biraz da bugün bize neler hatırlatıyor bu hazretler, onlardan bahsedeceğiz. Ve tabi şüphesiz inşallah arada da mevzuyla mütenasib ilâhilerimiz olacak. Aynı biçimde devam etmeye çalışacağız.
Hocam destur olursa bir eser arası. Kıymeti dinleyicilerimiz şimdi Sükûnetin Sesi’nde ilâhi dinleyeceğiz. Dinlerken eminim sizler de katılacaksınız cumhur olarak okuyacağız. Bilindik, bildik bir eser. İstanbul güzellerinden, İstanbul âşıklarından İbrahim Nakşi-i Sünbüli hazretlerine ait, kudduse sirruh. Güfteyi arz edecez. Daha sonra eserin besteli halini dinleyeceğiz inşallah.
Maksadı âşıkların vâsıl-ı cânân olur
İsmini yâd eylese vâlih-i hayrân olur
Hak vere cünbüşlerin afv ede kem işlerin
Menzili dervişlerin kûşe-i vîrân olur
Kılsa tecellî ezel vuslata erişe er
Kâfire kılsa nazar mazhar-ı îmân olur
Fânî cihânda kesil âyine-i kalbini sil
Arsa-i mahşerde bil bir ulu dîvân olur
Mürşîdi hem kim görür hazreti Hakk’ı görür
İlm-i ledünnü okur sâhib-i irfân olur
Aşk ile kim âh ede, kalbini agâh ede
Azmini dergâh ede, ol ulu sultan olur
Nakşî âşık sana, aşk haberin ver bana
Menkıbe-i evliyâ reşk-i gülistân olur
Bir eser – Maksadı âşıkların vâsılı cânân olur / İsmini yâd eylese vâlih-i hayrân olur
-Efendim Ricâlü’l Gayb diyor eskiler, gayb ricâli. Yâni bilinmeyen ricâl veya gayb hükümeti, hükümeti maneviye. Şimdi tabi burada şunu çok net olarak ifade etmek lâzım. Bir ilim var veya bilim var. İsterseniz buna zâhir ilmi diyelim. Bu ilmin hüküm ferma olduğu saha, akıl. Siz ancak akılla bu ilmi elde edebilirsiniz, tenkit edersiniz, geliştirirsiniz, özetlersiniz, akılla yoğurursunuz bunu. Tabi vasıtaları var; işte deney var, nakil var, kıyas var vs. var. Mecazi metaforik anlatımlar ama hepsi bunların aklın sahasına girer. Bu bir ilim veya yeni tabirle bilim diyelim isterseniz. Bir de insan varlığında gizli olan bir bâtın tarafı var. Buna ruhsal dünya diyebilirsiniz, duygusal dünya diyebilirsiniz, kalp âlemi diyebilirsiniz, manevi âlem diyebilirsiniz. Bu âlemde aklın çok fazla sözü geçmiyor. Dolayısıyla bu âlemin varlığını zâhir dünyada göremezsiniz. Fizik dünyaya baktığınız zaman bu âlemi görmezsiniz. Ama kendi içinize döndüğünüz zaman, kendi kendinizde tesbit etmeye başladığınız zaman elemleriniz, hazlarınız, hüzünleriniz, neş’eleriniz, zaman zaman endişeleriniz, zaman zaman itminanınız size başka bir âlemin varlığını gösterir, hatırlatır.
İşte küçük âlem ve büyük âlem dediğimiz hadise budur. Fizik âlem -nüsha-i suğra küçük âlem-, dış âlem de -nüsha-i kübrâ büyük âlemdir- buyurmuşlardır. Bunların kitapta ve sünnette muhtelif delilleri vardır. Saham olmadığı için oralara girmiyorum. Ben yalnız bu hadisenin bir realite olarak, bir insan varlığının bir parçası olarak var olduğunu söylüyorum. Herkeste bu vardır. Bu ne kadar baskındır? orası fertten ferde göre değişir. Hayatta siz duygularınızı ne kadar ön plana çıkarırsınız, aşkınızı, şevkinizi, manevi hazzınızı. Ona göre mi yaşarsınız, yoksa aklınıza göre mi yaşarsınız? o her fertten ferde değişir.
Bir vakitler vazife yaparken, benim her zaman etrafımda bir dost halkası vardır yâni. Farklı insanlar ama dost. Ve bu kimseler hanımefendiler, beyefendiler farketmez. Bir neş’eyle gelirler ve bir neş’eyle giderler. Güzel insanlardır bunlar. Diğer arkadaşlar “Ya bizim hiç boş vaktimiz yok. Boş vaktimiz olunca biz de sohbet yapacağız” dediler. Ben de onlara dedim ki; “Sohbet boş vakitte yapılmaz. Esas sohbet dolu olan vakittir. Boş vakitte başka işler yaparsınız. En güzel vakti sohbete ayırırsınız”. Tabi arkasından söylemedim. Neden? çünkü efendimiz husûsen sabah namazlarından sonraki günün en feyizli vaktidir. O vakti sohbete ayırırlardı. -Tabi orasını bulunduğun mevkiyi kaldırmazdı- Ama sohbet böyle bir şeydir. Çünkü siz bizzat Cenâb-ı Hakk’ın eşref-i mahlûkatıyla iletişim içinde bulunuyorsunuz. İnsanla uğraşıyorsunuz o da sizinle uğraşıyor, sohbet ediyor.
“En tatlı zamanı bu hayatın” diyor şair, “hoş sohbet ile geçen zamandır”. Böyle bir şey.
Şimdi işte dolayısıyla ilim var veya bilim var ama bir de manevi bilim var, manevi hazlar var. İşte bu kutup dediğimiz zevat, bu manevi dünyaların hâkimi deyin, elçisi deyin, düzenleyicisi deyin, hadimi deyin ne derseniz deyin. Nâkiller diyor ki, “Manevi dünya bu kutup denen zatın etrafında döner”. Ha bu zat fanidir. Vefat eder, yerine yenisi geçer, bu defa onun etrafında döner diyor. Bu şuna benziyor. Mesela bu ailelerimizde de var veya üniversitelerimizde var veya muhtelif cemaatlerde var. Bir zat vardır, insanlar o zatın etrafında halkalanırlar. Bu maddi bir halkalanmadır. Alâka gösterirler ona. Her gün görmeye çalışırlar. Ayda bir, haftada bir telefon eder. Şimdi e-mailleri var. Kalpleri ve akılları onunla alâkadardır. Kutup denilen zatın da alâkası, gönülledir alâka. Muhabbet alâkası vardır. İlla yanınızda olması gerekmez. İlla maddi yakınlık söz konusu değildir. Manevi yakınlık da söz konusudur ve onunla alâkadar olunur. Hatta öyle olur ki; onun fiziksel olarak bu âlemden göçmesinden asırlar sonra dahi, tasarrufu devam eder. Sizi bir mânada kendisine cezbeder. Kaçamazsınız, kaçmak isteseniz de kaçmanız mümkün olmaz. Bu ferdi bir tecrübedir. Merhum Mahir Hoca söylerdi, “Bilen demez, diyen bilmez” derdi yâni. Bu ferdi bir tecrübedir.
Şimdi efendim kutup böyle bir şey. İşte Üç’ler kutbunun yanında iki tane imameyn var, iki imam. Ondan sonra yedi’ler var, kırk’lar var, üç yüz’ler var. Böyle aşağı doğru gidiyor. Buna hükümet-i maneviye tabir ediyoruz. İşte bugün bahis mevzu zevat Kutb’ul Aktab, yâni kutupların kutbu olan dört tane azizden bahsedeceğiz. İsimlerini söylemeye çalışalım. Cenâb-ı Abdulkâdir Geylâni, Cenâb-ı Ahmed er-Rufaî, Cenâb-ı Ahmed-i Bedevi ve Cenâb-ı İbrahim Düssûkî. Bu zevat üzerinde konuşacağız. Benim şuradaki böyle çok nakıs tetkikatıma göre bu memlekette, yâni Anadolu arzında en çok tanınanlar Cenâb-ı Abdulkâdir ve Cenâb-ı Rufâî. Diğer iki muhterem zat buralarda fazlaca tanınmamışlar. Veya bir başka tabirle, kendilerini bu arzlardan setr etmişlerdir diyebiliriz buna yâni. O açıdan Hz. Abdulkâdir ile isterseniz hadiseye başlayalım.
Şeyh, büyük ululardan Muhammed Bahaeddin Şah-ı Nakşibendi hazretlerinin güftesi olduğu kayıtlarda geçen bir eser var. “Mualla gavsı sübhani / Mukaddes kutbi Rabbani / Emin-i sırrı yezdani / Abdülkadir-i Geylani” diye başlayan nutk-u şerîf programımızda inşallah güzel nutk-u şerifi dinleyeceğiz.
Mualla gavsi sübhani
Mukaddes kutbi rabbani
Emin-i sırrı Yezdani
Abdülkadir-i Geylani
Zehi simai nurani
Zehi ferhunde pişani
Kemal-i hüsnü insani
Abdülkadir-i Geylani
Safa bahşı muhibbani
Ata bahşı fakirani
Hata puşi müridani
Abdülkadir-i Geylani
Bi-ma’na berkenani
Bi-sureti Yusuf sinani
Bi-behçeti şah merdani
Abdülkadir-i Geylani
Cihan sohbet-i bevet-bani
Her an ma’na bi-kurbani
Kerameş feyzi Rabbani
Abdülkadir-i Geylani
Medet ya şeyh-i Geylani
Kerem ya kutbu rabbani
Ki mahrumum ne gerdani
Tu muhyiddin-i Geylani
Beved birdir ki hendani
Bahaeddindir bani
Ya kutbuddini hakani
Abdülkadir-i Geylani
Bir eser- Mualla gavsı sübhani / Mukaddes kutbi Rabbani
-Şimdi Hz. Abdulkâdir’in burada tanınmasına sebep de, bizim daha sonraki programlarımızda kendisinden eski tabirle ariz amik bahsetmeye çalışacağımız Eşrefzâde Rûmî. Eşrefzâde Rûmî, bize Abdulkâdir’i tanıtıyor. Diyor ki,
Benim şeyhim seni Hakk’a yetürür
Nice müşkülleri anda bitürür
Muhammed’in sancağına götürür
Abdulkâdir Sultan derler şeyhime
Ne kadar diri, nefis, arı bir Türkçe.
Giderler gazaya çalarlar satır
Daima yaparlar hoş gönül hatır
Bağdat’ta türbesi nur olmuş yatır
Abdulkâdir Sultan derler şeyhime
1400’ler, Eşrefzâde Rûmî. İşte Hacı Bayram-ı Velî, II. Murad, yâni 1400’lerin miladi ilk yarısı.
Aşığın yüreği yanar tutuşur
Çiğler var ise var onda pişir
Her kanda çağırsam gelip yetişir
Abdulkâdir Sultan derler şeyhime
Şimdi tabi -her kanda çağırsam gelip yetişir- dediğini biraz sonra söyleyeceğiz.
Dâim Allah ile şeyhimin işi
Dost deyince akar gözünün yaşı
Eşrefoğlu Rûmî anın dervişi
Abdulkâdir Sultan derler şeyhime
diyor Eşrefzâde Rûmî. Efendim Cenâb-ı Abdulkâdir 471 - 1077 ‘de Gilan’da doğar. Bu İran’da, bugün bu kasaba. Geylâni oradan gelir veya Gılanı.1166’da da Bağdat’ta vefat eder. Künyesi Ebu Muhammed, lâkapları Muhyiddin. Bâz’ul Eşheb lakabıyla da anılıyor, Akdoğan kuşu, bırakmaz yakalar yâni öyle kolay kaçamazsınız.
İstanbul’da Cenâb-ı İsmail Rûmî ile tanınıyor bu tarikat. Osmanlıya Eşrefzâde Rûmî ile gelmiş. Ama Kâdirane yokuşu var Tophane’den yukarı çıkarken. Orada Cenâb-ı İsmail Rûmî Kâdiriye’de -Pir-i Sânî- olarak geçer. Kâdiriye’de o, onunla tanınıyor. Kâdiri dergâhları varmış fi zamanında. Eskiden bahsediyoruz biz zaten.
•Efendim genç yaşında hazret çiftçilikle meşgul oluyor. E ne yapacak tarım toplumu. Kitapların yazdığına göre, bir gün çift sürmek üzere öküzleri sabana koşarken öküzler dile gelmiş ” Sen bu iş için yaratılmadın ve bu vazifeyle emredilmedin” Efendim öküz dile gelir mi? işte içinden mi geldi, öküz mü duydu? ben tabi şimdi böyle hep rasyonel bir dünyada yaşadığım için bu dünyaya gidip geliyorum. Belki, öküzden geldiğini hissetti ama önemli olan o sesin gelmesi değil. O geldiği ses onu nasıl etkiledi?
Bunun üzerine eve geliyor ve annesinden izin istiyor. “ Ben Bağdat’a gideceğim” diyor. Niye? çünkü o zaman Bağdat dünyanın merkezi. Hani ‘Bin bir gece masalları’ var ya. İşte o Bağdat’ı anlatır o masallar. İslam medeniyetinin ortaçağdaki büyük yükselişinin her sahada sırf dinde, sırf tasavvufta, sırf ahkâm-ı şer’iyede, kelâmda, fıkıhta değil matematikte, fizikte, zanaatlarda, iktisatta, ticarette büyük yükselişinin, dünyaya hâkim oluşunun merkezi Bağdat. Hani demişler ki, boğulacaksan büyük denizde boğul, işte öyle bir hadise. Ve annesinden izin alıyor ve Bağdat’a geliyor.
•Babasından bir miras kalmış seksen dinar. Kırkını Abdulkâdir’e veriyor annesi, kırkı da kendi uhdesinde kalıyor. Diyor ki, - yeleğinin içine dikiyor. Kırk dinar kaybolmasın -, “asla yalan söyleme evlâdım” diyor. Gılan’dan Bağdat’a gelirken, haramiler yolu kesiyorlar. İşte herkesin kıymetli eşyası. ” Sende ne var” diyor. “Bende kırk dinar var” diyor Cenâb-ı Abdulkâdir. Bir çocukta kırk dinar olur mu? diyorlar yâni. “ Sen bu tarafa geç” diyorlar. Annesi yalan söyleme dedi ya, söylemediği için haramilerden kırk dinarını kurtarıyor. Tabi bir vesile haramiler, bir senaryo orada yâni, bir kader oyunu var burada. Ve hazret geliyor. Uzun hikâye.
Riyazet, tecrit özellikle mücerred kılıyor insanlarda. Bu insanlarda husûsî ahvâl var. İnsanlar avâm-ı nas arı gibidir, bal gördü mü vızzzt hemen gelir peşine. O bal ne olur? o balı tüketir o. Emerler, alır götürürler. Hâlbuki o balın bu husûsî insanlarda kalması lâzım. Bu da tecritle olur.
Yâni efendim işte -siz bu kadar şöyle âlî’siniz, böyle fazılsınız, böyle âlimsiniz- filan dediği anda, bal gidiyor parça, parça. Kaçıyor insan. Tecrit, riyazet, sahralar, efendim yalnızlık, tefekkür uzun. Yâni yirmi beş sene kadar tecrit, tefrit ve sahra çöllerinde riyazet. Sekiz senede zâhiri ilimleri öğreniyor. Böylece Cenâb-ı Abdulkâdir elli yaşlarındayken vaaz u irşada başlıyor. Bir küçük kıssa anlatalım. İlahimizi ondan sonra söyleyelim. Bu arada vaaz u irşad sırasında hazretin oğlu da yetişmiş. O da vaaz-ı irşadda bulunuyor.
•Oğlu âlim, ciddi âlim yâni. Demiş ki hazret, “Annen bana bir yemek hazırlıyor, sen git cemaat dağılmasın, vaaz’a başla, ben de yemeği yiyip geleyim, sonra ben alırım”. Tabi gidiyor delikanlı, gayet güzel hitabeti var. İşte ilimden hangi bahisi anlatıyorsa, cemaat dinliyor huzur içinde. Ama en ufak bir râşe, bir sada, bir sayha yok cemaatta. Sonra Cenâb-ı Abdulkâdir geliyor. Evlât iniyor, hazret çıkıyor. Diyor ki, “anneniz evde yumurta kalmamış, komşudan gitti bir yumurta aldı, yağ yoktu, onu suyu ısıtıp suya kırdı” derken cemaatta feryat figan, ağlama, sızlama. Böyle bir hadise. Peki diyor yâni nedir? hâli anlatıyor Cenâb-ı Abdulkâdir. Hâli anlatıyor ‘benim hâlim işte budur’ diyor. O insanları o hâlin içine sokuyor.
Öteki zâhiri ilimdir, bilmemiz lâzımdır. Ama kendi kaderini, kendi hayatını, kendi varlığını anlatırken adeta o hikâyenin içine bütün insanları çekiyor. Büyük bir muhabbetle bunu anlatıyor. Böyle bir kıssa bu hadise.
Bizim de başımızdan buna benzer bir hadise geçmişti fi zamanında. Bir zat, ikinci dünya harbi sırasında patates satıyor. Derdi ki ‘Ben patatesi alıyorum çuvalla, götürüyorum pazara satıyorum, bir gün uğraşıyorum sabahtan akşama kadar. Kâr olarak sade çuval bana kalıyor. Cepte para yok’. Bu hadiseyi anlatırken, milletin burnu kızardı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. O sabrı tahammül, o fakr’a karşı olan teslimiyet çok zor. Fakr’a teslimiyet çok zordur. Bir çuval kalıyordu bana, bir günlük maişet. Allah rızkı öyle veriyor.
Cenâb-ı Abdulkâdir’in sırrı bitmez devam eder. Ama tabi bugün bize ne anlatır? anlayana anlatır, anlamayan da ‘a demek ki çok fakirmiş, yumurtası bile yokmuş, yağı yokmuş’ der gelir, geçer. Böyle bir hazret Cenâb-ı Abdulkâdir Geylâni.
İsterseniz şimdi bir ilâhi ile meseleye bir müzik getirelim, bir mûsikî getirelim. Ve tabi ilâhinin nutkunu da yine ilâhiden önce dinlemek kaydı şartıyla. Çünkü bu nutk-u şerîfler adeta bir mevizadır. Her biri mevizadır bunların. İlâhi okunurken, hepsi okunmaz. Şu veya bu sebeple, yerine göre. Ama nutkun tamamı okunursa adeta bir vaaz dinlemiş gibi olursunuz. Biraz evvel size arz etmeye çalıştım. Benim şeyhim Abdulkâdir diyor yâni, anlattı hepsini işte. Böyle.
Muhterem dinleyenlerimiz büyüklerimizin anılması, yâd olunması mutlaka rahmeti celbeder. Gönüllerimize sükûn, sükûnet, sakinlik sekînet verir.
Hiç bulunmaz akranı
Mahzı lütfi Yezdani
Gavs’ul Azam Geylâni
Sultan Abdulkadir’in
Kutuplar hep hadimi
Yerde gökte var namı
Pek büyüktür makamı
Sultan Abdulkadir’in
Evliya derbanidir
Asfiya hayranıdır
Arşı kürs meydanıdır
Sultan Abdulkadir’in
Dergâhında himmet var
Devranında hikmet var
Kapısında rahmet var
Sultan Abdulkadir’in
Talibi matlub olur
Matlubu mahbub olur
Dervişi meczub olur
Sultan Abdulkadir’in
Bahçesinde gül olsam
Ocağında kül olsam
Kapusunda kul olsam
Sultan Abdulkadir’in
Bağdat yolun gözlerim
Geylâni’yi özlerim
Himmetidir sözlerim
Sultan Abdulkadir’in
Hüsnü terket teşvişi
Hakka bırak her işi
Dervişi ol dervişi
Sultan Abdulkadir’in
Bir eser- Hiç bulunmaz akranı mahzı lûtfu yezdanı / Gavsul âzam Geylani Sultan Abdulkâdir’in