Sayın Prof. Dr. Sadettin Ökten Hocamızla Hz. Abdulkâdir Geylâni, hayatından bahsettik. Nutk-u şerîf dinledik ve tekrar hocamıza kulak veriyoruz.
-Efendim Osmanlı memleketine Cenâb-ı Abdulkâdir’i tanıtan, getiren, vesile olan Eşrefzâde Rûmî’den bir nutk-u şerîf düştü. Bendeniz de onu okumaya gayret edeyim.
Düşeli aşkın bu canım iline
Beni bıraktı bu halkın diline
Gözlerimden yaş ile kan akıtır
İlle yaşım dilemezem siline
Zira aktıkça gözümden kanlı yaş
Hoş teselliler gelir ben kuluna
Hoş yaraşır âşıka gözü yaşı
Kim ki âşıksa gözünden biline
Hani var ya bakın, ‘gözler ki kalbin aynasıdır’ diyor şair. Şimdi Cenâb-ı Bedevi de onu çok daha baskılı göreceğiz. ‘Gözle bakamazsın gözlerime evlâdım’ diyor, tecelliyat gözlerinde.
Ben bu aşktan bir nefes ayrılmazam
Ger yüreğim şerha şerha deline
Aşk ile ben bir demimi vermezem
Aşksızın olan ömrün bin yılına
İsmi resmi Eşrefoğlu Rûmî'nin
Kül olup savruldu aşkın yeline
Kalmadı nam u nişanı zerrece
Garka varup gitti aşkın seline
diyor Eşrefzâde Rûmî. Ama aradan altı yüz sene geçtiği halde, bugün bu stüdyoda hâlâ var. Yol bu efendim, neyiniz varsa, aşkın seline vereceksiniz. Hesap yapmayacaksınız. Ben veremem, edemem diyorsanız, hiç bu yola tevessül etmeyecek, uzaktan temaşa edersiniz. Dil de uzatmazsınız. Bendenizden hafif bir naçizane tavsiyem, öyle oluyormuş dersiniz sadece rivayet şeklinde. Evet, Eşrefzâde Rûmî bu. Şimdi Cenâb-ı Abdulkâdir’in, hepsinin var da onun birazcık daha sanki bizim illerde biliniyor hâli. Vefatından sonraki tasarrufatı devam ediyor.
Buyurdu Şâh-ı Sultan Abdulkâdir-i Giylân
Muhibbim ya müridim düşse bir emr-i hevlnâke
Anın ben destigiri yaveriyim, bilmesün bilsin
Medetresdir ana feyzim ki sığmaz fehm’ü idrake
Kolay, her ne kadar şiir açıklamaz isem de, hadi bugünkü Türkçeye çevirelim. Diyor ki Cenâb-ı Abdulkâdir; muhibbim ya müridim düşse -korkulu bir iş gelse başına- diyor ben onun yanındayım, destigiriyim, yardımcısıyım, yaveriyim, ister bilsin, ister bilmesin, diyor yâni benden geldiğini. Medetresdir ana feyzim ki sığmaz fehm’i… ha bunu akıl anlamaz diyor. Ha bunu hemen söyleyelim, kendimizi de güvenceye alalım. Bu Cenâb-ı Abdulkâdir’e verilen bu husûsîyet şüphesiz Cenâb-ı Allah’ın lûtf-u keremidir. Zaten biraz evvel söylemeyi unuttuk. Kutupluk, Allah dostluğu verilir, alınmaz. Zaten en mühim mesele de orada. Adam diyor ki, ‘ben çalıştım, şu kadar okudum, bu kadar kıldım, bu kadar tuttum, şöyle yaptım, hadi bana bunun karşılığını ver’. Vermezler. Ötekine bakıyor, o hâlleri onda görmüyor. Peki, kalbine bakmak mümkün mü? O mümkün değil. Onlarda o zuhur ediyor. Onun için burada mantık yürümez.
•Efendim, Hindistan’da bir Müslüman tarlaya doğru giderken bir şakînin tecavüzüne maruz kalır. Bir hanım, bir Müslüman hanım. Şakî tabi ne yapacak? hanıma doğru yaklaşıyor. Kadın niyeti anlıyor, “Medet ya Abdulkâdir” diye nidâ edince, havadan bir takunya uçuyor. Ve şakîyi orada helak ediyor. Hikâye bu ya, Cenâb-ı Abdulkâdir de ikindi namazına hazırlanmak üzere şadırvana gelmiş, kolları sıvamış, ayağında nâlinler, sesi duyunca hazret, nâlinlerini çıkarıyor Bağdat’tan savuruyor. Derler ki işte nâlin gidiyor Hindistan’daki şakîyi helak ediyor. Bu hikâye, amma devamı var. Eski zamandaki hanımlar asırlar boyu, boyunlarına gizliden bir kolye takarlar-dı. O kolye nâlin şeklindedir. “Yahu valide, yahu bacı bunun sırrı ne?”, “yahu işte öyle takıyoruz”. Söylemezler. O onların güvencesidir. Efendim bir nâlin, minicik bir nâlin korur mu? valla inananı korur, inanmayanı ne yapar onu ben bilmem. Bu bir realite olarak, nâlin şeklinde yazılmış dualar, cüzdanda durur, çantada durur, hanımlar arasında bu eski an’anemizde çok yaygındı. Vesile ittihaz ediyor canım, çok da fazla kendimizi zorlamayalım yâni. Efendim bu bireysel bir hadise. Burada umumi kanun aramayın, umumi kanunun da ne kadar izafi olduğunu, idraklerinize arz ederim, irfanınıza terk ediyorum yâni. Bireysel bir hadise.
Şimdi “üç dalda bir gülüm var, dervişim keşkülüm var, medet ya Abdulkâdir, benim bir müşkilim var” eski tekkelerde okunan. Keşkül biliyorsunuz, bir kap, Hindistan cevizinden yapılıyor. Keşkül ü fukara ne verirsen alır, eyvallah da alır onun içine, sadaka da alır, niyaz da alır, dua da alır, böyle bir şey. “Medet ya Abdulkâdir bir müşkilim” var diyor yâni. Böyle bir hallâl-i müşkilât diyor, buna eskiler. Halleder kulların müşkillerini. Cenâb-ı Allah’ın ona lûtfettiği kabiliyetle, himmetle, hizmetle. Böyle bir hadise Cenâb-ı Abdulkâdir.
Bir eser (ilâhi)- Pîrim Bağdat’ta Yatar Ya Hû Ya Hû / Dört yanı nûra batar
-İsterseniz Eşrefzâde Rûmî’den bir başka nutukla devam edelim. Eşrefzâde Rûmî bugün bizi bayağı bir noktalara götürüyor.
Cemâlin seyredip ismin andığım
Bize himmet eyle Şeyh Abdulkâdir
Aşkın ile gönlüm pasın açtığım
Bize himmet eyle Şeyh Abdulkâdir
Senin sözün hem vücudun mutlaktır
Ol gül yüzün iki cihanda aktır
Yeryüzünde halifelerin çoktur
Bize himmet eyle Şeyh Abdulkâdir
Müridleri hatalardan saklarsın
Münkirleri sır okuyla oklarsın
Kutb-u zaman dört köşeyi beklersin
Bize himmet eyle Şeyh Abdulkâdir
Nakîblerin sancağını götürür
Nice münkirleri yola getirir
Halifelerin yanında durur
Bize himmet eyle Şeyh Abdulkâdir
Eşrefzâde eydür aşkın elinden
Kimse mahrum kalmaz senin yolundan
Gerek bunda gerek Bağdat elinde
Bize himmet eyle Şeyh Abdulkâdir
diyor Eşrefzâde Rûmî. Efendim Cenâb-ı Abdulkâdir böyle bir zat. Allah şefaatine nail eylesin diyelim. Allah bizi o büyüklerin, o güzellerin yolundan ayırmasın diyelim. Cenâb-ı Abdulkâdir’le olan uzun hikâyeler, burada bunu neticelendirelim. Ve ondan sonra da ikinci azizimize efendim geçelim izin verirseniz.
İkinci Azizimiz Seyyid Ahmed er- Rufâî Hazretleri. Burada bir burhan var. Bir burhan anlatalım.
•Efendim bir beldede bu yakın tarihte oluyor. Bir beldede, bir yerde, oranın hâkimi ehl-i tarik zata çok zulmetmeye başlamış. Yâni soruyor, “niye o öyle, niye bu böyle?” Adam bilse söyler, adam bilmiyor ki zaten niye öyle, hatta sormuyor da, ehl-i tarik sormaz. Siz sormayın derlerdi hatırlıyorsanız, sormayın oturun orada yâni. Sorarsan akıl girer işin içine, ha aklı reddetmiyoruz. Sormaz, muhabbetten çeşni almaya bak yâni, bu yemeği nasıl yaptın? diye sorma, ye. Alıyorsan tadını al, alamıyorsan da orada otur. Artık burasına gelmiş, sabır sabır, tahammül, tahammül, tahammül. Demişler ki “Efendi Baba biz gidiyoruz” “Nereye?”. “Valla hicret edeceğiz, ya bir şey yap, ya biz gidiyoruz”. Peki demiş Efendi baba. O sırada oranın hâkimi efendi de genç delikanlı bir oğlu varmış. Şöyle bakıyor, çarşıya doğru gidiyor. Efendi arkadan hemen koşmuş. Oğlanı belinden kavradığı gibi doğru bir fırına dalmış. Fırıncı da daha sabah ekmek pişirmiş, içerisi kıpkızıl ateş gibi. Kenara çekmiş şöyle. Tabi koltuk yapmış. Tepsileri atacak, fırının kapağını açtığı gibi cüüüp efendi baba içeriye -çocuk da yanında-. Şöyle feraceyi açmış. Çocuğu dizine oturtmuş, feraceyi üstüne örtmüş. “Otur çocuğum sen burada, otur evlâdım”. Tabi halk üşüşmüş oraya, bakıyorlar. Tabi hâkim de geliyor. “Bak efendi ben buradan çıkmam, bana bir şey olmaz ona da bir şey olmaz” diyor. “Örttüm feraceyi, feraceyi açarsam, bunun hâli fena olur” diyor yâni. “Ya bu zulümden vazgeç, ya bu şehirden git” demiş. Hemen o yüksek rütbeli zat gitmiş, istidai yazıyor vekâlete, ‘benim tayinimi buradan alın’. Üç gün sonra sefir-i Rum.
Bunu böyle anlatırlar, böyle fıkralar. Bu da Cenâb-ı Ahmed er- Rufâî. Burhan dedikleri bu hadise. Ateşle imtihan olur, şişle imtihan olur. Olur, olur, olur yâni. Tabi bu efendim olur mu? tabi hep birine gönderme yapıyoruz. Vücudu yaratan kim? bu vücut üzerindeki tıbbi kanunları koyan kim? peki bu kanunları tahlil etmek, tebdil etmek onun iradesinde değil mi? bilemem ben bunları sade bu soruyu sorup, bırakıyorum meseleyi.
Tekrar bir ilâhi, yine tam nutukla beraber. Bu nutukları çok önemsiyoruz efendim biz yâni. Bunlar bir reçete, tam bir nutukla beraber.
İntisabım ta ezeldendir Cenab-ı Ahmed'e
Varis-i sırr-ı nebi sultan-ı gavs-i emcede
N'ola böyle fahredersem essala aşıklara
Ahmediyem, Ahmediyem, Ahmediyem, Ahmedi
Bir eser (rast) İntisabım ta ezeldendir Cenâb-ı Ahmed’e
-Evet efendim…Cenâb-ı Rufâî 512 hicri, 1118 miladi tarihinde, dünyaya geliyor. Altmışaltı sene hicri, altmış dört sene miladi muammer oluyor. 578 -1182’de bu âlemden ahirete irtihâl eyliyor. Bu dönemler Bağdat civarında zaten, defnolunduğu yer de orada. Abbasi Hilafetinin son zamanları. Abbasi halifesinin, daha doğrusu Sünni İslam Hilafetinin hükümranlığı bir miktar zedelenmiş durumda. Siyasi otorite dağılmış ama Türkler devreye girmişler, Selçukiler. Onlar halifenin emrindeler. İslam medeniyetinin artık bir mânada o Abbasilerin zirvede olduğu işte onuncu asır, dokuzuncu asır, onbirinci asır gibi değil artık hadise. Bu dönemde geliyor. Ve Aktab-ı Erbaa hazeratından, Cenâb-ı Abdulkâdir ile aşağı yukarı muasır gibi de düşünülebilir bu hazret. Ve tabi Seyyid Abdulkâdir de öyle idi. Siyâdet, şerîfler veya seyyidler efendimize nesirler, müntakil oluyor ona intikal ediyor. Bütün kaynak oradan geliyor zaten. Hazret de böyle. Kaynaklara göre, ‘Hz. Hüseyin r.a. soyundan gelen bir seyyid’ diyor Cenâb-ı Rufâî için.
Hatta velâdetinden evvel, büyük âlim olan dayısı bir gece mânada efendimizi görüyorlar. Efendimiz rüyasını teşrif ediyor. Diyor ki ” Ey Mensur kızkardeşin kırk gün sonra Ahmed isminde bir çocuk dünyaya getirecek. Bu çocuğu Aliyyü’l Kâri Vasıtî’nin terbiyesine teslim et. Bu zat Allah indinde azizdir. Sakın ihmal etme”. Ve kırk gün sonra Hz. Rufâî dünyaya geliyor. Bunlar gösteriyor ki, bu kabil zevat seçilmiş insanlar dünya üzerinde, böyle insanlar geliyor. Ve işte bu manevi terbiye devam ediyor. Cenâb-ı Rufâî aklî ve naklî ilimlerde de çok, yed-i tûlâ sahibi. Manevi ilimlerde de öyle, fıkıh, hadis, tefsir ve tasavvuftan. Çok güzel konuşan, kalplere bir mânada hitap edebilen, adeta ölü kalpleri uyandıran, onlardaki o gizli çerağı yakabilen bir hazret. Aliyyü’l Vasıtî’den icâzet alıyor. Ve hırka giyiyor. Yâni artık manevi olarak irşada rûsuh kesbediyor. İrşada kendisine izin veriliyor.
Şeyhi diyor ki, “Herkes üstadıyla, iftihar eder. Ben filanın talebesiyim der. Ben ise talebemle iftihar ediyorum. Ben Rufâî’nin hocasıyım diyorum” diyor. Yâni ondaki olgunluğa da bakın. Ben filanın talebesiyim diye referans verirken, ‘Ben filan zatın hocasıyım diye referans veriyorum kendime’ diyor. Böyle bir hazret. Yedi yaşında Şeyh’üş-Şüyuh -Şehylerin Şeyhi- ünvanını alıyor kendisi. Ve diyor ki “Hakk’a varmak için sünneti çok dikkatle takip edeceksin, riayet edeceksiniz. Sünnet yolundan saparsanız sizin Hakk’a varmanız noktasında büyük gaileler, büyük engeller çıkar. Bunu yaparken de büyük bir muhabbetle, ben sünneti yerine getiriyorum, nas bana baksın, efendim beni medh ü sena etsin, hiç yapmıyor gibi görünüp veya mahviyet içinde olup, büyük bir muhabbetle, Cenâb-ı Resûlullah’ın sünnetini ihya edeceksiniz” diye ihvan-ı yaranına tembihatta bulunuyor. Mesela misafire fevkalâde mükrim ama kendisine gelince eski tabirle -kifaf-ı nefs- yetecek kadar, az bir şeyle iktifa ediyor. Ama misafire bırak elde avuçtakini, borç alıp, harç edip, misafirine ikram ediyor. Sünnet böyle bir şey yâni. Biz tabi sünnet deyince, hep ferdi sünnetleri hatırlarız. Daha biraz acı söyleyelim. Bedava sünnetleri hatırlarız. Ve bir misafirhanesi var evinin yanında. Oraya kim, niçin, nasıl, niye geliyor? diye sorulmuyor. O misafirhane dolup dolup boşalıyor. Cenâb-ı Allah da o misafirin rızkını getiriyor.
Annem derdi ki; - rahmet olsun- “Evlâdım misafir on kısmetle gelir, birini yer dokuzunu bırakır”. Biz o zaman daha çocuğuz, ‘ya yine mi geliyorlar’ filan tabi, misafir gelince babayı ve anneyi onlarla paylaşıyorsunuz. Biraz burun kıvırırız. ‘aa öyle söylemeyin’ derdi ‘on kısmetle gelir, birini yer dokuzunu bırakır’, bizim de hoşumuza giderdi. Tabi bu kısmet illa ekmek, peynir filan getirir değil, manevi kısmetleri de var. Hakikaten de sonradan idrak ediyorum ki misafirin geldiği evde neş’e, sürûr diyelim isterseniz ona eksik olmuyor. Bir feyiz geliyor yâni. Evet, bu misafirler arasında bakın kimler var o zamanki dünyada düşünün cüzzam hastaları var. Bütün insanların, hatta şimdi de var o tabir, ‘cüzzamdan kaçar gibi kaçmak’ onlar var. Bu hazret bu kabil zevatı alıyor üstünü başını yıkıyor, pak ediyor, eliyle yediriyor. Sırtını okşuyor, yolcu ediyor. Bizzat bunu Hz. Şeyh yapıyor. İşte böyle uzun uzun…‘Sükûtla emrolundum’ dermiş. Az konuşan bir zat. Cenâb-ı Rufâî böyle bir zat.
Bir eser - Bi sultâner Rufâî yâ seyyîd Ahmed hayâna
-Şimdi bizim burada Cenâb-ı Rufâî ile ilgili eviç makamında bir ilâhimiz var ama bunun güftesini ben bir okuyayım isterseniz. Çok parlak bir ilâhidir bu.
Bi sultâner-Rufaî Yâ seyyid Ahmed hayâna
Kutb’ül-kevneyn ebûl-âlemeyn Min nesl-i Rasûlillâh
Tarîk-ı Hakk’da burhânım Rufaî Seyyid Ahmed’tir
Gönül tahtında mihmânım Rufaî Seyyid Ahmed’tir
Zaten gönül tahtında onu misafir etmezseniz, oradan bir feyiz almanız mümkün değildir. Gönül tahtındakini misafir ediyorsanız, mansıpsa mansıp, mangırsa mangır, ötekini söylemeyim burada edep dışı olmasın. Onunla hemhâl olursunuz, rüyanızda da onu görürsünüz. Hayatın en gailesi de o olur. O mangırdan, mansıptan, ötekinden feyiz alınmaz ama kâm alınır. Feyiz almak istiyorsanız, bu manevi sultanları gönül tahtına oturtacaksınız. Biliyorsunuz, bir tahtta bir kişi oturur. Bir tahtta iki kişi olmaz. Karagözde var ya ‘bir gönülde iki sevda olamaz’ diyor Karagöz, ha onu söylüyor işte. Biri Leyli, biri Mecnun olamaz diyor. Evet, aynen hadise budur yâni.
Okurum ismini dâim salâtında vech-i kâim
Dilimde zikr-i kur’anım Rıfaî Seyyid Ahmeddir
Ana döndürmüşem vechim kim oldur kıble vü Kâbem
Tavaf sırrında devranım Rufaî Seyyid Ahmeddir
Gelipdür sırrı gevherden O nesl-i pâk-i Hayderden
Doğar gün gibi hâverden Rufaî Seyyid Ahmeddir
Kabûlî cümle ef‘âlim gerekdir sûî amâlim
Ezelden ahd ü peymânım Rufaî Seyyid Ahmed’dir
İşte bir efendiye böyle bağlanılır. Zaten bu nutkun içinde belki ilâhi okurken, bir kez daha okunsun, fayda var bunlarda. Burada tarif ediyor. Nasıl ikrar verilir, nasıl teslim olunur bir efendiye, bir ulu sultana? bunu Allah söylüyor, anlatıyor. Onun için bunların tam okunması lâzım Nutk-u şerîflerin, ben diye düşünürüm. Efendim ebûl-âlemeyn meselesine gelelim isterseniz. “Kutb’ûl-kevneyn ebûl-âlemeyn” dedi ya, şimdi bu kutupluk meselesi şöyle yine ifade buyruluyor. Cenâb-ı Abdulkâdir var. Cenâb-ı Rîfâî var. Cenâb-ı Rufâî’ye kutbiyet imkânı zuhur ettiğinde mahviyet gösteriyor diyor ki, “Hz. Abdulkâdir varken ben kutbiyeti alamam”. Kutbiyet makamı Cenâb-ı Abdulkâdir’e tevcih olunuyor, tevdi olunuyor. Hazret uzun yıllar bu makamda kaldıktan sonra irtihâl dâr-ı beka ediyor. Sonra Hz. Rufâî’ye.
Tabi her makamın bir alemi var, gösterge diyelim, müşîr diyelim isterseniz, âlameti var, teklif edildi almadı ama alem kaldı orada. İkinci defa aldı, orada aldı. Alemeyn iki âlem sahibi –alemeyn oradan geliyor- oldu. Böyle bir rivayet anlatılır. Cenâb-ı Rufaî’nin tevazuu burada çok net biçimde ortaya çıkıyor.
Hicaz makamında bir ilâhimiz. Güftesi Sıtkı Baba’ya ait. Bilindik bir eser.
Nuri cemâli Hakk’ın visali
Eyler tecelli dil olsa hâli
Talib-i Hak isen rehber dilersen
Hasan ile Hüseyin Muhammed Ali
Kıl şeyhe hizmet ver kalbe saffet
Bulursun elbet bedri kemali
Canan gerekse vuslat dilerse
Çal tatlı nefse Seyfi Celali
Gönülde sıdkı yak Nuri aşkı
Zikreyle Hakk’ı ruz-ü leyali
Bir eser (hicaz) - Nur-i cemâli Hakk’ın visali eyler tecelli dil olsa hâli
-Evlâd-ı Resûl’den dedik. Şimdi size bir kıssa anlatacağım. Bu kıssa birçok kitaplarda var ve bu kıssanın şahidi birçok insan var. Çünkü kıssa alâmeleinnas gerçekleşmiş.
•Sene hicri 555. Bu sene Hz. Rufaî Hacca gidiyor, vazifeyi tamamlıyor. İşte Arafatı, tavafı, Mina’sı, kurbanı, şeytan taşlaması, oradan tabi ceddini ziyaret edecek. Şimdiki gibi değil, eskiden derlerdi ki, ‘Mekke ile Medine arası deveyle on sekiz konak’. On sekiz günde gidilirmiş deveyle. Geliyor Ravza’ya. Böyle kalabalık ravza. “Selamünaleyküm Ya Ceddi” efendimize selam veriyor. Kabr-i saadetten “Ve Aleykümselam Ya Veledi” cevabı duyuluyor. Burada kalmıyor Hz. Rufaî, diyor ki, “Uzaktayken Ya Ceddi sana ruhumu gönderiyordum” diyor. “Ama şimdi yakınına geldim. Cismim burada ruhum geldiği zaman bana vekâleten senin toprağına yüz sürüyordu” diyor. “ama şimdi cismim geldi, ben geldim” diyor. “şu mübarek elini uzat da ben bir öpeyim. Dudaklarım o elinle bir feyizlensin” diyor. Ve kabr-i saadetten bir nur çıkıyor, Cenâb-ı Peygamberin o yed-i saadeti çıkıyor. Hz. Rufaî o eli öpüyor, dudağı feyizleniyor. Kendi nurlanıyor. Bunu o sırada Ravza-i Mutahhara’da olan insanlar görüyorlar ve bunu kitaplara yazıyorlar.
Rufaî de böyle bir Rufaî işte. Çocukları var, torunları var. Efendim, aşağı doğru gelen büyük bir tarikat. Uzleti seviyor hazret. Diyor ki vefatından önce, “Beni dilenci keşkül yerine koymayın, tekkemi bugün harem, öldükten sonra da mezar etmeyin. Ben Hak Teâla’dan tek olarak yaşamayı diledim. O ise beni cemiyetin, cemaatin içinde yaşattı. Öldükten sonra belki muradımı yerine getirir” diyor. Hak Teâla hakikaten vefatında ki, - 23 Ağustos 1182- türbe-i saadetleri Bağdat’ın güneyinde Vasıt yakınlarında, çölün kırın ortasında münzevi bir türbede, Cenâb-ı Rufaî bugün hâlâ hayat-ı manevi ile hâl olarak devam ediyor. Osmanlı memâlikinde bilhassa Rumeli’de, çok Rufaî tarikatı vardır. Çok yaygın bir tarikattır. Bilhassa Rumeli’de efendim Rufaî dervişleri, Rufaî şeyhleri vardır, neş’eleri vardır. Rumeli’de ve o neş’e hâlâ bugün dahi devam eder. Ve şüphesiz sönmeyecektir. Tâ be kıyamet hazretin feyzi, efendim himmeti hepimizin üzerine sâyeban olsun efendim diyerek sözü mûsikîye bırakıyoruz. Rufaî ilâhisi ve nutku ile beraber.
Sultan-ül evliya Ahmed-er Rufai
Varisül enbiya Ahmed-er Rufai
Sıdk ile ol demde, aGla seherlerde
Yetisir her yerde Ahmed-er Rufa
Sultan-ül evliya Ahmed-er Rufai
Varisül enbiya Ahmed-er Rufai
Günahkar kullariz aci halimize
Himmet et sen bize Ahmed-er Rufai
Sultan-ül evliya Ahmed-er Rufai
Varisül enbiya Ahmed-er Rufai
Mezhebimdir benim, mesrebimdir benim
Sultanimdir benim Ahmed-er Rufai
Bir eser (rast) Sultan’ul Evliya Ahmed Er Rufaî