Hocam dört direkten bugün ….
-Ankaravi. Efendim Hacı Bayram Sultan’dan bahsedelim inşallah. İkinci Murad Devri hadise; Ankara’da bir hazret var, bu hazret ziraatla uğraşıyor. Ankara’nın dışında. Ankara biliyorsunuz o zamanlar hele İkinci Murad Devri’nde Türk’ün pek hoşlanmadığı bir yer. Çünkü 1402 Ankara Meydan Muharebesi olmuş, Yıldırım Bayezid esir düşmüş. Dolayısı ile Osmanlılar Ankara’ya çok sıcak bakmıyorlar.
Bu hazret de Ankara’da zuhur etmiş, bir yer tutmuş, çalışıyor kendi hâlinde, kimseye bir müdanası yok. Dervişleri var, sevenleri var, dostları var, geliyorlar çalışıyorlar ve bir zikir muhabbet halkası içerisinde. Varlar ama sanki yok gibiler, bu çok mühim bir noktadır. İrfan ehli arasında yâni onlar dünyada var olmak istemezler. Vardırlar bedenleri yâni fizyolojik noktaya nazardan baktığınızda bedenleri sizinkine benzer kan, damarlar, sinirler vs. Ama insan bedeniyle var olmaz, insan ruhu ile kalbi ile var olur. Daha doğrusu gönlü ile var olur. Sizin varlığınız, gönlünüz eğer açıksa gönlünüz, ilâhi nurlara karşı islenmemiş, kirlenmemişse diğer insanları mutlu eder. O insanların sizinle aynı değerleri paylaşması gerekli değildir. Hepsi ezelde yaratıldıkları için hepsinin müşterek bir tarafı vardır o insanların. İşte o ilâhi nura olan iştiyaklarıdır. O nura olan iştiyaklarını da bilmezler ama vardır. İşte gönül ehlinin güzelliği, kendi üzerindeki varlığı ilâhi aynadan aldığı ışıkla aksettirmektir, varlığı orda bulmaktır. Bunu kendi isteyerek yapmaz, vazifelendirilir. Aynı peygamberlerin Cenâb-ı Allah tarafından vazifelendirilmesi gibi, bu bir seçim hadisesidir.
Cenâb-ı Allah peygamberlerini vazifelendirmiştir. Kitabında beyan buyurduğu gibi bazılarını bazılarından üstün kılmıştır, hepsi peygamber olmak nokta-i nazarından aynıdır ama –on- merhaleler vardır. Aynı bir sınıfta talebeler mesela aynı dersi alıyorlar, kimisi pekiyi alıyor kimisi orta alıyor. Hepsi talebe bunların, hepsi peygamber ama kitabında buyuruyor ki; bazıları bazılarına üstün kılınmıştır. Kulluk demek bu üstünlüğü kabul etmekle başlar. ‘Ben niye ondan üstün değilim’ dediğiniz anda işe tekebbür girer, işe şeytan karışmış olur. Allah sana öyle takdir etti. ‘Eyvallah’ diyeceksin yapacak başka bir şey de yoktur. Sen ne kadar yırtınsan, yakınsan, kendini yerden yere vursan o takdiri aşamazsın. İşte Hz. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri de böyle bir hazret. Şimdi böyle bir hazretlerin etrafında daima bir halka olur. Bu halkanın içerisinde bazı insanlar vardır samimiyetle hulûs-i kalp ile gelir ondaki güzelliği görür, ona bağlanırlar, hizmet ederler ne diyorsa onu yaparlar. Bazıları da burada imkân var, mansıp var, mal var, dünya var zannedip zâhirde gönül etrafına bağlanırlar. Bazıları da görmediği bilmediği halde bu şayiayı bu letafeti dedikodu mevzu yaparlar, halka halka bu yayılır. Bu daima olmuştur tarih boyunca.
Bu batıda da böyle olmuştur yâni. Bir takım Hıristiyanî tarikatlar da bilhassa özellikle papalık, başta olmak üzere krallarla çatışmıştır. Neden? çünkü krallar dünyaya tabidir, dünyaya hükmederler, görevleri odur. Ötekiler uhrâya hükmedemiyorlar onlar da dünyaya talip olunca sıkıntı başlıyor arada.
Hacı Bayram’ın da böyle bir hikâyesi var. İşte İkinci Murad huzuruna davet ediyor, -gelmek istemiyor, geliyor vs.- kitaplarda yazıyor bu. Bakıyor ki Hacı Bayram’ın böyle bir şeyi yok böyle bir emeli yok. O zaman bir soru soruyor diyor ki işte, İstanbul’un Fethi, -tabi o Türk’ün kızıl elması, İstanbul’dan sonraki kızıl elma Osmanlı’nın Viyana’dır. O başarılı olamadı ama İstanbul başarılı oldu. Ha pardon bir tane daha var arada o Roma’dır, o da başarılı olamadı. Eğer Fatih Roma’yı alsaydı dünya tarihi değişirdi ve alabilirdi de ama Allah kısmet etmedi- Peki, İstanbul’u Fatih mi aldı? zâhiren öyle, bu mühim bir sorudur yâni bunun üstünü hemen es geçmeyelim. İstanbul’u Fatih mi aldı? zâhiren öyle. Peki, hakikate baktığımız zaman kim aldı, ona kim aldırttı? Roma’yı niye aldırmadı? tarihi konjonktürü okuduğunuz zaman Roma’yı da çok rahat alabilir, ama ölüyor. Cenâb-ı Allah Roma’yı Fatih’ e nasip etmiyor. Viyana’ yı da II. Kara Mustafa’ya nasip etmediği gibi.
Medeniyete uzaktan bakıp, -bunu garplı medeniyet tarihçileri yapıyorlar- rasyonel yorumlar getirebilirsiniz. Hiç bir itirazımız olmaz. Medeniyete uzaktan bakıp rasyonel yorumların yanında, irfanî yorumlar da getirmelisiniz. Eğer istikbâlde bir medeniyet tarihçimiz yetişecekse şüphesiz bütün hadisata uzaktan bakarak rasyonel yorumlar getirecektir, - şöyle oldu, böyle bitti, şunun için şu oldu, bunun için bu oldu- ama bir Müslüman Medeniyet Tarihçisi sadece, o rasyonel yorumlarla iktifa edemez. Kaderullah’ı da hesaba katmak zorundadır.
Aynı Hz. Ömer’in Şam fethinde olduğu gibi. Biliyorsunuz Şam’a geliyor Hz. Ömer, Şam’da veba var. Şehre girmiyor, diyorlar ki; “Ya Ömer kaderinden mi kaçıyorsun?” Ömer kaderden kaçabilir mi, kaderden kaçılır mı? bu Ömer, diyor ki; “Hayır, o kaderimden bu kaderime iltica ediyorum”.
Allah insanı, bakın şimdi eskiden isim verilirdi Abdülhamid, Abdülmetin şimdi Metin diyorlar, bunun doğrusu Abdülmetin’dir. Esmânın önüne bir Abd konulurdu, böyle isimleri sayayım bilirsin Abdülkâdir mesela filan yâni. Ne oluyor o? Abdülbasıt da vardı eskiden bizim çocukluğumuzda çocuklar tabi vâsıf, nâsıb tabi bilmiyorlar, basit basit diye çocuğu öyle çağırırlardı. Tabi doğru adı Abdülbasıt, açıklık veren demek, kabz-bast hâli var ya gönle açıklık veren, ferahlık verenin kulu demek o, böyle bir isim.
Şimdi dolayısı ile bizim medeniyet tarihçimiz hadiseye böyle bakacak. Anadolu’da böyle bir hadise oldu. Hacı Bayram- ı Velî, işte II. Murad anladı ki, hazret yâni bu adam dünyevi mülke talip bir adam değil, bir sordu, o zaman İstanbul’u almak istiyor cevabı şöyle oldu: “Ne sen ne ben İstanbul’un fethini görebileceğiz ama beşikte şu sabî (gösterdiği Fatih, bizim köse de Ak Şemseddin ) onlar görecekler”. Diyor ki ; “Bu keramet aynen tahakkuk etmiştir”. Bayramiye Tarikatı, tabi bunu da hemen ilave edelim geçen defa da orayı biraz meskût geçtik, sükûnetin sesi ya sesini çıkaralım şu sükûnetin. Şimdi bir hazret geliyor, bir hayat tarzı sergiliyor, hizmeti ile merhameti ile aşkı ile derin izler bırakıyor dünya üzerinde. Ondan sonra gelenler bu hareketi bir mânada teşkilatlandırıyorlar. Tarikat dediğimiz işte o, özü muhabbet, özü hizmet, özü aşk başka bir şey değil.
Diğer tarafı insanların biçime ihtiyacı var; eve gittiğimiz zaman ev kıyafeti giyiyoruz, eğer işe gidiyorsak iş kıyafeti giyiyoruz. Mesela mesleğimiz varsa bir fabrikada çalışıyorsak vs. oradaki bareti takıyoruz, işte eldiveni giyiyoruz, niye? o işte o lâzım, bu da böyle bir düzenleme ama işin özü esası ‘’Aşk’’. Yâni bir gönül ehline, bir gönül hocasına, bir gönül tabibine muhabbetle bağlanıp onun yolunu izlemek için sadece iki dudağa bir gönle, bir de her zaman yaşadığımız mekâna ihtiyacımız var. Ama iş kitleye hitabete döndüğü zaman insanlar biçim isterler, biçimsiz yaşayamazlar. İşte tekke kuruluyor, tarikat kuruluyor vs, olay bu yâni. E tabi onun edepleri oluyor. Bir mektep gibi oluşuyor hadise, böyle bir resimle karşı karşıya kalıyoruz.
Hacı Bayram Velî hazretlerinin bir nutk-u şerifi var. Neva makamında besteye alınmış bir ilâhi. Önce güfteyi arz ediyorum.
N’oldu bu gönlüm n’oldu bu gönlüm
Derd ü gam ile doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm
Gerçi ki yandı gerçeğe yandı
Rengine aşkın cümle boyandı
Kendide buldu kendide buldu
Matlabını hoş buldu bu gönlüm
El fakru fahrî el fakru fahrî
Demedi mi âlemlerin fahri
Fahrini zikret fakrını zikret
Mahv u fenâda buldu bu gönlüm
Sevda-ı âzâm sevda-ı âzâm
Bana oluptur arş-ı muazzam
Mesken-i cânân mesken-i cânân
Olsa acep mi şimdi bu gönlüm
Bayramî imdi Bayramî imdi
Yâr ile Bayram eyledi şimdi
Hamd ü senâlar hamd ü senâlar
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm
Bir Eser-Neva (İlâhi) Noldu Bu Gönlüm Noldu Bu Gönlüm
-Evet, Tarikat-i Bayramiye böylece. Şimdi gene bende özel bir hatıra var onu size aksetmek, yansıtmak isterim. Memleketin dertli buhranlı günleri. İstiklal Harbi cereyan ediyor, Yunan Ankara’ya yaklaşmış, Halveti-Cerrahi bir hazret Ankara’da mukim. Ama Yunan geliyor. “Ne yapmam gerekiyor, eğer bana bir vazife terettüb ediliyorsa onu yapayım”. Bu noktada bir tereddüdü var. Ankara ‘nın… şimdi her arzın bir sahibi vardır, Cenâb-ı Allah hepsinin sahibidir, bütün nüh feleğin sahibidir. Ama kendi dostlarından, onlara biz veli, veliyullah, cem’i çoğulu evliyaullah hazeratı diyoruz. Her arza birisini emanet etmiştir.
Bizim büyüklerimiz, mesela seyahat ediyoruz bir beldeye girdik, o beldedeki Allah dostlarına hiç bilmeseler bile, girerken yüksek sesle bir Fatiha-i şerîf hediye ederlerdi, çıkarken de bir Fatiha-i şerîf hediye ederlerdi. Diyelim ki; bir beldeye, bir ilçeye, bir köye, her ne ise bir şehre girdi, umumen yâni yüksek sesle nidâ ederler ve ihvan-ı kiram hazeratı da Fatiha okurdu onlara.
Gene laf lafı açıyor merhum Esad Coşan’dan bir hatıra nakledelim. Bunu Antalya’da ben dinledim, pek hoşuma gitti. Hazret Antalya ‘ya teşrif ettiği zaman, oradaki ihvanına demiş ki: “Benim Elmalı’da bir ahbabım var, onu ziyarete gidelim”. İhvan düşünmüş; ‘hoca efendinin Elmalı ‘da bir tanıdığı olsa biz biliriz ama yok. Demek ki hoca efendimizin bir bildiği var, biz bilmiyoruz’ hazret kendini gizliyor mestur bir hazret. “Eyvallah” demişler. Şimdi Antalya bugünkü Türkiye’de baktığımız zaman turizmin merkezi, işte otelleri şusu busu v.s. sahili öyle. Peki, Antalya sadece sahil mi? dağlarda neler var onları kimse bilmiyor. Elmalı ‘da bir dağ kazası. Elmalı bin küsur rakım, etrafı müthiş dağlar. Gele gele nereye gelmişler? Ümmi Sinan hazretlerinin kabrine. Binbeşyüzlü yıllarda yaşamış bir halveti. Demiş “Benim ahbabım burada, biz onla ahbabız”. Bu neyi ifade ediyor? ruh beraberliği, irfan beraberliği. Zi-hayat olanla, göçmüş olan arasındaki hiçbir fark yok.
Aynı şey Yahya Kemal’in Kocamustapaşa şiirinde de vardır, çok güzel yakalamış, ‘Geçer insan bir adım atsa birinden birine’ diyor. Ahiret öyle yakın görünen manzarada, o kadar komşu ki dünyayla duvar yok arada,
Geçer insan bir adım atsa birinden birin
Kavuşur, karşıda kaybettiği bir sevdiğine
Bunun için insanın ölmesi gerekmiyor. İşte modernitenin anlamadığı, anlayamadığı budur. Ruh ruhu buluyor, çekiyor. Zi-hayat ile mevta arasında -nefes alıp- fizyolojik bir fark var, ruh ölmüyor çünkü yâni. Niye ölmüyor? çünkü ruhundan ruh üfledi bize. Ruh ölümsüz, ruh O’nun ruhu. Buradaki O, büyük harf ‘O’. Neticede demiş ki “ Bak benim ahbabım burada, buna hizmet edin”. O zamandan beri, olmuş belki yirmi sene hizmet ediyoruz. Biz de ziyaret ettik, edeceğiz inşallah. Böyle hazretler var yâni. Şimdi işte bu zevat, böyle zevat.
Ankaravi Hacı Bayram Velî; tekkesi var. Tabi bu Anadolu’ya yayılıyor bu rivayetler, devam ediyor ve Anadolu’da bir yeni biçimlenme ortaya çıkıyor. Hizmet biçimlenmesi ortaya çıkıyor.
Bunlardan bir tanesi de zaman itibari ile bir yüzyıl sonra Kastamonu’da Hacı Şah Şaban-ı Velî; o da halen berhayattır. Bir dörtlük hatırladığım kadarı ile okumaya çalışayım:
Dü cihanda hem tasarruf ehlidir ruh-u velî
Dime kim bu mürdedir, bundan nice derman ola
Ruh şimşir-i Hüdadır ten gılaf olmuş ona
Dahi a’la kar eder, bir tığ ki, üryan ola…
Dü cihanda hem tasarruf ehlidir ruh-u velî, velinin ruhu her iki cihanda da, hem bu cihanda hem öbür tarafta tasarruf ehlidir. Bu ne demek? bu cihanda yardımınıza koşar, öbür cihanda da sizin yardımınıza koşar, azabınızı azaltır, yalvarır yakarır vs. Bu ölüdür bundan nice derman ola sakın deme diyor, Dime kim bu mürdedir, bunda nice derman ola
Ruh şimşir-i Hüdadır, Allah’ın kılıcıdır. Ten, beden ona kılıf olmuştur. Kılıç kınından çıktığı zaman nasıl etkin hale gelirse, ruh da tenden ayrıldığı zaman öyle etkin hale gelir. Dime kim bu mürdedir, bundan nice derman ola / Ruh şimşir-i Hüdadır ten gılaf -kılıf demek- olmuş ona. Dahi a’la kar eder, bir tığ ki, -tığ, kılıç demek- üryan ola -kılıcın kınından çıktığı zaman- … Dünyevi bir metaforla, uhrevi, ruhi bir hadiseyi anlatıyor. Bu böyle bir hadise.
Hz. Şaban-ı Velî’nin de ben müşerref oldum İstanbul ‘ da ihvanıyla tanıştım. Bunlardan bir tanesi üzerimde çok hakkı olan Fethi ağabeydir. Fethi Gemuhluoğlu, Hz. Şabani tarikatına mensup idiler ve azizler vardı onun dünyasında. Maraşlı Aziz Ahmet Tâhir Efendi Hazretleri, Beşiktaşlı Aziz, çok mühim adamlar onlar. Bende başka hatıralar da var ama burada bu kadar söyleyelim. Fethi ağabeyin şahsında, ben Maraşlı Aziz’i görmediğim halde, yâni hazrete öyle bir hürmet ve muhabbet duydum. Niye? çünkü o muhabbet hırkasını Fethi ağabeye giydirmişti.
Amiş Efendi.
Amiş Efendi büyük şeyhleri. Fatih Türbedarı. ‘Türbedar, türbedar Aziz’ derdi ona, o büyük şeyhleri.
Böyle geliyor, yâni büyük baba gibi, grandfather filan yâni, manevi. Hafif böyle bir melamet kokusu üzerlerine sinmiş, yâni ‘Kınasınlar bizi mühim değil’ diyor yâni. Muhabbet devam ediyor dervişanına, tabi orada da bir kabiliyet ve bir nasip meselesi var. Şimdi mesela terziye gidiyorsunuz, her vücuda her elbise olmuyor. Yine halveti cerrahi büyüklerinden İzzet Baba derdi ki; “Evlâdım dervişlik bir hil’attir, o size giydirilir ama bazen hil’atin altında kemikleriniz belli olur, çıkıntılar olur yâni, mühim olan o çıkıntıları da yok etmektir”. Çıkıntı olur, ne kadar giydirilse -ben varım- dersiniz. İşte onları da yok etmek. Böyle bir hil’at, hiç içinde hiç yokmuş gibi. Biraz evvel mi söyledim bir öncekinde mi söyledim onlar vardırlar ama yok gibi olurlar. Çünkü onlar dünyaya talip değillerdir.
Böyle bir muhabbet, bu muhabbetin biçimleri farklı olabilir, mesela bazen sohbet halinde devam eder ki benim tanıdığım Şaban-i ahvâlinde böyleydi. Hep böyle mi gider? kimse bilmez. Bir müceddid gelir, yeni bir yorum getirir, kendi mi gelir? yoo, biz onu şu tarihte doğdu, şu şu mektepleri okudu, şu icâzeti aldı diyebiliriz. Onu yollarlar, gelmez mi onu da bilmeyiz. Ama biz beşer olarak gelsin diye niyaz ederiz. Çünkü ilâhi güzellikleri yaşayarak ve yaşatarak bize onlar anlatırlar.
Böylece Anadolu’nun bildiğimiz kadarı ile ben buraya gelirken hatta önce sizinle de konuştuk, bir şey okuyamadım yâni öyle bir içimden gelmedi. Yoksa kitabi bilgi okurduk ama aklımda kalanlar, gönlüme düşenler işte size arz etmeye çalıştım. Hepsinden bir nebze, herkesin bir nasibi vardır ama herkesin inşallah doya doya, kana kana içtiği bir pınar olsun. Ama hepsinden nasibimiz olsun. Çünkü her birisi ilâhi hakikatini ve ilâhi güzelliği, hüsnü mutlak’ ın bir başka vechesini dile getirmişlerdir bu zevat. Bunlar Anadolu’yu İslam’a kazandırmışlar, yorumlamışlar. İslam Medeniyetini Anadolu üzerinden modern zamanlara taşıyan, temel dinamiklerdir. Bunu bu yirmi birinci yüzyılın ilk karmaşalarından daha iyi anlıyoruz. Dünyayla bu kadar ülfete düştüğümüz zaman toplum olarak, dünyayla bu kadar çelişkiye düştüğümüz zaman, bir taraftan dünyayı reddedip bir taraftan dünyanın zebunu olduğumuz zaman ve bu çelişkiyi fark ettirmediğimiz zaman. Buradaki muhabbeti, buradaki terki buradaki imanı ve aşkı ve bunlardan doğan büyük hizmeti, daha iyi idrak etmek nasip olsun cümlemize inşallah.
Değerli dinleyenlerimiz Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’nin nutkunda acem bir ilâhi dinleyeceğiz. Önce sözleri –güfteyi- aktaracağız. Ardından dinleyeceğiz.
Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân aresinde
Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde
Nâgihân bir şâra vardım anı ben yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım taş ve toprak aresinde
Şâkirtleri taş yonarlar yonup üstâda sunarlar
Mevlâ'nın adın anarlar taşın her pâresinde
Ol şârdan oklar atılır gelür sineme batılur
Âşıklar canı satılır ol şârın bâzâresinde
Şâr dedikleri gönüldür ne âlimdür ne câhildür
Âşıklar kanı sebildür ol şârın kenâresinde
Bu sözümü ârif anlar cahiller bilmeyüp tanlar
Hacı Bayram kendü banlar ol şârın minâresinde
Bir eser-(acem ilâhi)- Çalabım bir şâr yaratmış / İki cihan aresinde
Muhterem hocam dört büyükten, dört güzelden, dört direkten evtad-ı erbaa’dan bahsettik en son. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri ile Şah Şaban-ı Velî hazretlerinden bahsettik. Bu Hazretlerin tabi Anadolu’yu tohumlaması var
-Şimdi ondan sonra bu tarla, artık hayata nemalarını vermeye başladı ve Cenâb-ı Allah’ın tecelliyatı bu kadarla kalmıyor, her birisinin ayrı bir rengi var. Şimdi Cenâb-ı Allah’ta insanın aklına gelen gelmeyen her nokta, aklına gelen, gelmeyen, gelemeyen nihayetsiz. Dünyaya onlardan nasipler yolluyor Cenâb-ı Allah. Bu nasipler insanlar tarafından dile getiriliyor. Anadolu da böyle bir manevi havaya büründüğü zaman başka tarikatlar da daha evvel var olmuş. Başka tarikatlar da şüphesiz Anadolu ‘da kendilerine bir imkân buluyorlar ve mesela Nakşiye geliyor Anadolu’ya. Bu çok mühim bir renk. Sükût-u ihtiyar eden, hafî hayatı ihtiyar eden, içe dönük hayatı ihtiyar eden, uzleti ihtiyar eden bir tarikat olarak geliyor. Nakşi’ nin de farklı yorumları var. Mesela Esat Efendi son dönem yine çok mühim bir hazret. Erbili, bir başka yorum. Gümüşhanevi, bir başka yorum. Küçük Hüseyin Efendi bir başka yorum. Hepsinin ayrı ayrı, renkleri, tatları var ama hepsi Şah-ı Nakşibendi’den mayalanıyorlar. Ee Halvetiye geliyor, İbrahim Halveti’den geliyor o da ayrı bir tarikat, Rufaîye geliyor, Kâdiriye geliyor. Bunlar Anadolu’da bir yapılanma oluşturuyorlar.
Şu benim çok dikkatimi çekmiştir. Bilmem doğru mudur, burada da söyleyeyim, ilim erbabı, irfan erbabı müzâkere-münakaşa etsinler, Anadolu’daki İslam medeniyetinin temeli muhabbettir, ilim değildir. İlim vardır ama muhabbet ağır basar Anadolu da. Yâni tarikler Anadolu’yu bir başka noktaya götürmüşlerdir. Bunun hikmetini çok sonra anladığımı zannediyorum veyahut hikmetinden bir nebzeyi hissettiğimi zannediyorum. Şöyle bir şey; dünya ilimle aydınlanmayı; Rönesans’la başlayan akılcı hareket, önce sanata sonra oradan aydınlanmayla rasyonaliteye döndü ve ilimle bir hayat kurabiliriz noktasına geldi. Bu üç yüz-dört yüz sene devam etti. Sanayi devrimi, ticaret devrimi vs. iki büyük savaş oldu 1.Dünya Savaşı ve 2.Dünya Savaşı. Batılı entelektüel şunu gördü; ‘ artık bu akılla yâni ilimle tek başına dünyayı ifade etmek, yaşanabilir bir dünya kurmak mümkün değil’. Ne lâzım? ilmin dışında başka bir şey lâzım. Onun adını koyamadılar, bir kısmı koydu. Onun adı da, ‘aşk’ dedi, ‘muhabbet’ dedi, ‘hizmet’ dedi, onlar zaten Müslüman oldular. Yâni özellikle yirminci asır ikinci yarısında batılıların seçkin zihinleri Müslüman olduysa veya Müslümanlığa sıcak bakmaya başladıysa yahut yirmi birinci asır bir İslam asrı olacak dediyse, bu bir kehanet değil, bu bir realitenin tesbiti. Neden? çünkü sadece akılla yaşayamıyoruz. Ben şimdi uzaktan baktığım zaman hadiseye, Anadolu’yu mayalayan bu büyük ruhlar, -bu büyük tasavvuf hadisesi. İlim şüphesiz var ama muhabbet bunun çok önünde- taa yirmi birinci asır yirminci asra bir atıf yapmış. Sade akılla yaşanmayan bir dünya kurmuş Anadolu da.
Bunun temelinde de dört büyük kutup, Hasan-ı Basri, Cenâb-ı Ali efendimiz, Cenâb-ı Resûlullah yatıyor. Bu büyük hadise. Yâni onüçüncü, ondördüncü, onbeşinci, onaltıncı ve devamındaki asırlarda İstanbul ve Anadolu’da kurulan büyük irfanî medeniyet yirmibirinci asra bize ışık tutuyor, önderlik ediyor, öncülük ediyor.
Ben bu hadiseyi böyle görüyorum ve bunu yaparken de şüphesiz örgütlenmiş. O da mühim, ona da bir reddimiz olmaz, siyasi iktidar örgütlenmeyi yasaklayabilir. Mesela bir Kadızadeliler devri var onyedinci asırda Binaltıyüzlerin ikinci yarısı, yasaklanmış, yasaklanır. Tam dörtlük aklımda değil ama, “Seddolunmakla tekâyâ men olunmaz zikr-i Hak” diyor şair. Çünkü Zikr-i Hak başka bir şey yâni, tekke onun görünen yüzü. Zikr-i Hak başka bir hadise. İki ruh arasındaki, iki kalp arasındaki ilişki orda; birisi mürşiddir birisi müriddir, size tâlim etti. Görmeseniz bile mânada görüşürsünüz, görmeseniz bile ruhlar bir şekilde telafi eder, hadise bu.
Ha mekâna insanın ihtiyacı vardır bunu reddetmek mümkün değil, mekâna ihtiyacımız var. Ama mekânın kıymetini bilmezsek o mekânı bir gün elimizden alıverirler. Büyükler onu hep söylemiştir: “Evlâdım içinde bulunduğun nimetin kadri kıymetini bil, günün birinde hiç bakmazsın hiç anlamazsın elinden alıverirler, alındığı zaman da ah vah etmenin hiçbir faydası ve çaresi olmaz” demişlerdir. Böyle, hadise budur.
Bir yokluk anında o yokluğun neden geldiğini tefekkür etmek lâzım. O yokluğu bizden evvel yaşayan büyük velilerin hatta peygamberan-ı izamın ne yaptığına bakmak lâzım. Sonra da onların yaptıkları çözümlerden hisseyâb olmak lâzım derim.
Eyvallah hocam inşallah bizler de hisseyâb oluruz. Rast bir ilâhimiz var değerli dinleyenlerimiz.
Devran bu devran, seyran bu seyran
Meydan bu meydan merdan-ı aşka
Ko kıyl u kali, bul ehl-i hali
Gözle visali canan-ı aşka
Açıktır bu yol, nurdur sağ u sol
Er isen kul ol şahan-ı aşka
Sırr-ı subhandır, cana canandır
Mürşid-i kandır iman-ı aşka
Bir eser (rast ilâhi)- Devran bu devran / Seyran bu seyran