Mâil oldum bahçesinde hurmaya
Takâtım kalmadı aslâ durmaya
Ol Medine Ravzasını görmeye
Görmeyince alma Yârab cânımı
Hak nasib eylese biz de varalım
O çöllerin sâfâsını görelim
Ravzasın eşiğine yüzler sürelim
Sürmeyince alma Yârab cânımı
Hak nasib eylese çıksam mahfeye
Dolanı dolanı çıksam safâya
Hep hacılar ile dursam vakfeye
Durmayınca alma Yârab cânımı
Âşık olan bu fâniyi neylesin
Sâlât u selâmla gökler inlesin
Medine'ye varıp mesken eylesin
Varmayınca alma Yârab cânımı
-Bahçede hurma. Şimdi bu kaydın yapıldığı zaman Ramazan-ı Şerîf, hurma çok moda, her yerde hurmalar satılıyor, muhtelif hurmalar vs. Bizim çocukluğumuzda hurma fevkalâde nadir bir şeydi. Çünkü Hacca gitmek önce yasaktı, sonra yasak kalktı ama gitmek gelmek zahmetli, getirmek daha da zahmetli. Şimdi farklı bir hadise. İnşallah bu lûtfun da kıymetini biliriz cemiyet olarak. Tabi bu şiirde bir Medine yolculuğu anlatılıyor. Tabi yeni nesiller, mesela burada çöl safasını bilmezler. Çünkü çölden geçmiyorlar artık, uçakla gidiyorlar, tayyareyle. Bir de mahfil kelimesi var. Malûm, çölde deveyle gidiliyor. Devenin üzerindeki küçücük oturma yeri ama etrafı kapalı. Hanımlar umumiyetle mahfilde gidiyorlar. Üstü tahtırevan gibi kapalı. Onunla gidiliyor ve buna biraz zor çıkılıyor.
Şimdi gelelim bu şiirin büyüklerimizden dinlediğimiz, bir mânada ne söylüyor bize Cenâb-ı Yunus. Bir Medine’ye gitmeyi mi anlatıyor yoksa başka bir şey mi anlatıyor? önce aşk-ı nebi bir vesileyle başlar. Aşk-ı nebi nedir? Peygamberimizin ahlâkıyla tâlim etmektir. Kuru kuruya ‘Ben peygamberi seviyorum’ demek bir mâna ifade etmez. Onun Müslümanlara tebliğ ettiği ve tâ be kıyamet bâki olan umumi ahlâk kaideleri ile taallûk etmek, yâni ahlâklanmaktır, ona benzemektir. Bu maddi mânada, esas manevi mânada. Bir hayır yapıyorsanız, o hayrı yaptığınızı kimse bilmeyecek mesela. Tevazuun en yüksek mertebesinde olacaksınız, alçak gönüllülüğe tahammüle. Varmanız mümkün değil ama o yolda olacaksınız. Bu hadise normal hayatımızda, normal yaşarken, bir mânada zevk u safamıza tâbi, bir mânada nefs-i emmârenizin emrinde. İnsan farketmez çünkü nefs-i emmâresinin emrinde olduğunu. Öyle yaşarken, bir vesile olur bazen. Bir vesile, ne olur? bir tebessüm olur, bir sıkıntılı hâlinizde bir ‘yahu nasılsın’ olur. Yahut bir bahar günü, bir bülbülün, bir çiçeğin, bir insanın tebessümü olur. Bir güzel renk olur, bir şey olur. Size bir şeyleri hatırlatır ve bu giderek yoğunlaşır bu uyarı. Bu tembih, bu lûtuf bir mânada. Ve siz yavaş yavaş bu güzelin güzelliğine, eski tabiriyle meclûb olursunuz, celb edilmiş olursunuz.
İşte Hz. Yunus, Mâil oldum bahçesindeki hurmaya, diyor yâni, farklı bir şey ama onun bahçesinde yetişmiş. ‘Ona meylettim’ diyor, böyle başlıyor hadise. Meyleden adam ne yapar? bu meylini tatmin eder. İnsanın tabiî hâli bu. Ama bunun için bir yolculuğa çıkmak gerekiyormuş. Bunu nereden anlıyoruz? Takâtım kalmadı aslâ durmaya, diyor. Eski hâlimde artık duracak hâlim yok, ama eski hâl o kadar da kolay bırakılabilecek bir şey değildir. Bir sürü sizi tutan mânia vardır. Bir tanesi çevredir bunlardan. Hem aile, hem eş, dost, ‘Yahu sana ne oldu böyle, sen eskiden şöyle, şöyle bir adamdın, şimdi ne hâle geldin?’ dedikleri anda siz yola çıkamazsınız. Bu öyle bir yolculuk ki, yola çıkacaksınız ama yola çıktığınızı kimse anlamayacak. Bu çok mühim bir şey yâni. Zâhire olduğu gibi riayet edeceksiniz ama siz artık, o zâhirde değilsiniz. Bu her babayiğidin yapacağı bir şey değil. Yâni ben yola çıktım diye etrafı yakıp yıkmak, kasıp, kavurmak yok. Öyle ceberut, öyle pinti, öyle hasis, öyle gülümsemez adam yok. Hepsi var, ama siz artık o yolda değilsiniz.
Takâtım kalmadı aslâ durmaya / Ol Medine Ravzasını görmeye, ravza bahçe işte. Yukarıdaki bahçe, buradaki ravza. O ravzayı bizzat müşâhede etme; ne demek o? ‘ayne’l yakîn müşâhede etmek istiyorum’ diyor. İlme’l yakîn kitaptan okursun, normal halde kitaptan okuruz. ‘Öğrendik, bildik, bir de görelim bakalım’ deriz. Ondan sonra bir de Hakke’l yakîn var. Orada görmeye de ihtiyaç yok, bizzat müşâhedeye ihtiyaç yok. Varlık olduğu gibi oradaki realiteyi, oradaki lûtfu, oradaki esrarı özümsüyor. Bir mânada varlığın içinden bir şırıngayla birisi bir şeyleri çekiyor, mâsivallahı. Oraya, o ravzanın muhabbetine enjekte ediyor.
Biz bizimleydik, bize geldik. Hazretin buyurduğu.
-Evet, aynen öyle. ‘Bizi bizimle bizden mi sorarsınız’ diyor yâni. Münkir-Nekîr’e yâni. Bu böyle bir hadise. Ha bütün bunlar nasıl oluyormuş? Hak nasip eylese biz de varalım, diyor yâni. Bu nasip kelimesi şöyle efendim yâni. Dünya hayatında nasip diye bir şey var. ‘Ben yaptım oldu, ben yaptım olur’ yok. Bu her şeyde böyle, ibâdât u tâatte de böyle. Onun için bizim büyüklerimiz, ‘Hiçbir şeyde haris olmayın evlâdım’ buyurmuşlardır. Hiçbir şeyde haris olmayın, çünkü o bir nasip meselesidir. Kapılar açılırsa girersiniz. Sen yaptım zannedersin, yapmamışsındır. ‘Kapılar açılırsa, hep boynu bükük olacaksınız’, buyurmuşlardır.
Diyor ki; Hak nasip eylese biz de varalım. Diyelim ki nasip etti, haa o çöllerin safasını sürelim. O çölün safası olur mu? uçakla gitmiyorsun, çölde gidiyorsun. Ama işte bu muhabbet yolunda Cenâb-ı Resûlullah’ın o kutlu makamına, maddi ve manevi, esas manevi tabi ki. Maddisi de var ama esas manevi makamına. Bir küçük nasip kırıntısı için yola çıkmak bile ciddi mânada bir meşakkattir. Kime? nefse ve bedene. Ama onlardan, o yüklerden kurtuldukça siz onun safasına varmaya başlarsınız. Zâhirde o size meşakkat gibi görünür, cemaate, cemiyete, topluma. ‘Yahu bu adamın hiç aklı yok mu’ derler. Adamın aklı yoktur, evet o doğrudur. Akıllı olan adam yapmaz. Bu ne? dünyevi akıl. Akl-ı maaş dedikleri. Adam yapmaz, kaldıramaz o işi.
Hocam “Bu büyük Frenk düşünürleri şayet bâb-ı Muhammediye eşiğine yüz sürselerdi, âkıbetleri böyle tecelli eylemezdi” buyurdunuz.
-Estağfurullah, sürenler var. Onlar diyorlar ‘Bunlar aklı gitmiş’. Evet, yâni akıl dediğimiz kavramı her medeniyet tasavvuru kendisine göre tarif eder. Akıllı adamı kendisine göre tarif eder. Temel kabullerine göre tarif eder. Zâhir aklı ile bu bâtın aklı, birbirine uymaz. Ama niyet odur ki, zâhir aklını kullanıyor intibaını verdiği halde, bâtın aklı ile yoluna devam eder. Yâni Allah’ın ona verdiği o kalp gözü var ya, basiret dediğimiz işte onunla. Ve giderek o cefa, başta o cefadır, sonra safaya olur. Sonra gelir, ravzanın eşiğine yüz sürer. Ne demek o? ‘Bende hiçbir şey yok aman Ya Resûlullah’, bu kadar. Çok da uzun söze gerek yok.
Hak nasib eylese çıksam mahfeye, aynı şeyi söylüyor işte. Devenin üzerindeki, zor çıkılır oraya, o kapalı yere. Sonra, Dolanı dolanı çıksam safâya, hayat bir dolambaç, karmaşık bir yol yâni. Bunların içinden sonunda, Hep hacılar ile dursam vakfeye, işte arefe günü vakfe, bütün günahların temizlendiği yer. Bu bir süreçtir efendim.
Âşık olan bu fâniyi neylesin, gene bir ikilem. Bu dünya hayatı zıtlar üzerine bina edilmiştir. Cenâb-ı Allah, bu hayatı zıtlar üzerine bina eder. Çünkü zıddiyet olmasa, yâni nimet ve lûtuf olmasa, lûtfun kıymetini de anlamaz insanlar. İnsan varlığı öyle yaratılmıştır ki, farkı fark eder. Bu farkın da en net olduğu yer, zıtlar âlemidir. Çok basit bir şey söyleyeceğim, herkesin bildiği. Kışın derece iniyor eksiye, -8, -10. İstanbul’da oluyor, çok soğuk diyoruz değil mi. Yazın çıkıyor 35’e çok sıcak diyoruz. Hep 35 olsa dünya hep 35 sıcaklıkta geçer. Hep -10 olsa, -10 geçerdi yâni. Biz ikisini de istemiyoruz.
Bir küçük fıkra, Nasreddin Hoca’ya soruyorlar “Hocam inişi mi seversin, yokuşu mu?”, “Yahu düz yolun ne günahı var” diyor yâni. Ama Hâlik-ı mutlak böyle halk etmemiş. Dolayısı ile bizim yapacağımız iş, âşk olan mutlak’a talip oluyor, bekâya talip oluyor. O beka şu anda yaşayanlar için, fizik âlemde yâni canlılar için gayb, ama gönül gözü açık olanlar için gayb değil. Âşık olan onu görüyor, Bâkî’yi. Bizde isim koyuyoruz çocuklara. Ne diyoruz? Abdulbâki diyoruz değil mi, Bâkî esmâdan. Bâkî’nin kulu. O Bâkî olan o bekayı bize gösteriyor, âşık olana, bu faniyi neylesin, diyor. Zaten dünya hayatı malûmunuz -lehv ü lûb- buyruluyor yâni, eğlence ve oyuncak.
Sâlât ü selâmla gökler inlesin, bize bu yolu gösteren kim? Cenâb-ı Peygamber. İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi. yâ eyyuhâllezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ. Cuma günü, her cuma bunu imam efendi minbere çıkarken, hatim ederken okuyorlar. Allah ve melekleri Peygambere salât u selam eder. Müslümanlar da ona salât u selam ediyorlar. Ondan şefaat niyaz ediyorlar.
Medine'ye varıp mesken eylesin, bu zâhir mânada da anlaşılır, esas bâtın mânasıdır. Cenâb-ı Peygamberin huzurunda, yâni onun yolunda, onun muhabbet bahçesinde, -ta yukarıdaki bak- hurma, bahçe, ravza, eşik. Bunların hepsi aynı şeyi söylüyor. Onun bütün müminlere açtığı, o sünnetullah yolunda, ona ittiba ederek, aşkla bağlanarak, onun dostlarına, onu veli edinenlere, onun istikametini Müslümanlara gösterenlere dost olduğumuz zaman inşallah bize de o bahçede, o Medine’de -Medine şehir demek, malûmunuz- o şehirde bize de küçücük bir mesken bulunur diye niyaz ediyoruz. Cenâb-ı Yunus da yedi yüz sene evvel bunu söylüyor.
Sâlât u selâmla gökler inlesin, diyor yâni. Bizim büyüklerimizden yine buyurmuşlardır ki, “Öyle mâlâyânî konuşacağınıza sağa sola lânet edeceğinize, efendimize salât u selâm okuyun”. ‘Niye?’ diye soruyor tabi müridan “Yahu nefes sayılı” diyor yâni nefes sayılı. Ne bir fazla, ne bir eksik. Faydalı olan şeyi yapın, diyor yâni. Allah’ın emrettiğini yapın, diyor. Cenâb-ı Allah zamanla belirtseydi farz olurdu.
Bir eser - Mâil oldum bahçesinde hurmaya / Takâtım kalmadı aslâ durmaya