Sükûnetin Sesi programında Aktab-ı Erbaa’dan, Evtad-ı Erbaa’dan başladık. Büyüklerimizi, tasavvuf yolunu ve nutk-u şerîflerini sizlerle pay ettik. İlk başladığımız nutk-u şerîf manzume, Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’den tasavvuf manzumesiydi.
-O genel bir girişti. Şimdi inşallah sonuçta her bahçeden yapabildiğimiz kadar gül derleyip sona erdirelim. Daha sonra Allah nasip ederse, bizim büyüklerimiz ‘ecel eman verirse’ derlerdi. Ecel eman verirse daha sonra inşallah, her bir hazreti teker teker burada yâd etmek isteriz, feyzinden istifade etmek murad ederiz. Ama şimdi yine böyle bahçeleri bir gezelim. Hz. Yunus’la başlayalım bir küçük ziyaret. Bir çocukluk hatırası ile başlayalım isterseniz. Eskiden bu işler nasıl oluyormuş. Benim ilk ilâhi meşkim, Cenâb-ı Yunus’dan bir ilahîdir. Beni meşk eden de dayızadem, şimdi ona yeni tabirle -kuzenim- diyorlar. Dayızadem merhum Sami Efendi, çocuğuz ikimiz de. Dayım daha sonra Cerrahi Asitanesi zakir gavsı olan Necati Bey, oğluna bir Yunus ilâhisi meşk etmiş, o da bana meşk etti. Sonra dayıma dinlettik, ilâhi şöyle; Yunus şiirinden bir uşşak ilâhi;
Allah emrin tutalım rahmetine varalım bülbül gibi ötelim
Allah Allah kerim Allah rahîm Allah aman Allah diyelim ya hu
Allah emrin uludur, emrin tutan kuludur. Hani biz konuşuyoruz ya ilim, amel, imandan cüz müdür, değil midir? diye. O ayrı bir ilmî meseledir. Ama Yunus diyor ki:
Emrin tutan kuludur, müminlerin yoludur / Allah Allah kerim Allah rahîm Allah, önce hemen sıfatlarının esmâsını söylüyor sonra; ‘Aman Allah’ diyor yâni. ‘Aman Allah diyelim ya hu. Yunus söyler sözünü / Hakk’a bağlar özünü / Görmek ister yüzünü, tam çocukların anlayacağı bir ilâhi seçmiş merhum dayı bey. ‘Cemâl’ dese anlamayız yâni, Cemâl dese Cemâl Efendi var komşumuz onu anlarız.
Yunus söyler sözünü, Hakk’a bağlar özünü, görmek ister yüzünü
Allah Allah kerim Allah rahîm Allah aman Allah diyelim ya hu
Bu ilâhiyi meşk etmiş, etti bana fakire. Küçüğüz yâni ikimiz de çocuğuz. Sonra dayıma okudum. Eskiler hemen öyle taltif etmezlerdi, şımarmayalım diye. -Aaa, falan dedi ‘Bir daha oku’ dedi. Bir iki yerini tasfiye etti “Şimdi bu pişecek” dedi. Peki, bana göre ilâhi olmuştu yâni. ‘Nasıl pişecek?’ diyor. Tabi sonra anlıyorsunuz. Şimdi yaş yetmişi geçti, ilâhi hâlâ pişiyor. Bu erenlerin sözünde, bunlarla yapılan bestelerde esrar vardır. Ve bizim büyüklerimizden buyurulmuştur ki, “Evlâdım bir söz işittiniz anlamadınız, -anlamadık- diye onu bir kenara komayın, sırtınızda bir torba olsun, -anlaşılmayanlar torbası- oraya atın. Orada o dursun, gün gelir lâzım olur oradan çıkarır bakarsınız ki ‘Haa şimdi anlamışım’ dersiniz. Gün gelir göçersiniz, göçtükten sonra anlarsınız, o torba sırtınızda olsun”. Dolayısı ile o pişecek lafı, hâlbuki bana göre ilâhi olmuştu, hâlâ pişiyor. Yâni kerim Allah, rahîm Allah hayat neler gösteriyor insana, ‘Aman Allah’ onu çok dedirtmesin inşallah, diyelim de içten söyleyelim yâni, öyledir Hz. Yunus. Sonra tabi Hz. Yunus’la ülfetimiz devam etti.
Yâni hadise hadiseyi açıyor, merhum peder edebiyat muallimi (Celal Hoca). Arapça lağvedildikten sonra onun talebelerinden şöyle bir Çelebi Necdet Baba anlatıyor, o da Halveti Cerrahi Asitanesi çelebilerinden “Vefa Lisesi’nde hocanın talebesi oldum ben” diyor. Hem mahallede komşu, tekkede derviş ve Vefa Lisesi’nde Celâl Hoca’nın talebesi, “Yunus Emre bahsi geldi” diyor “Hoca bir ay Yunus Emre’yi anlattı” diyor. “Tasavvuftan girdi, felsefeden çıktı, aşk-ı muhabbet, muhabbetullah. Bir ay öyle. Şimdi diyorsun müfredat, ders programı. Onların dinlediği-minlediği yok” diyor yâni. “Kimse de bir şey söyleyemiyor” diyor. “Yunus Emre’yi anlatıyor talebeye. Birkaç talebe anlıyor, o da ona yetiyor zaten” diyor yâni.
Aziz dinleyenlerimiz uşşak makamında bir ilâhimiz bir nutk-u şerifimiz var. Güftemiz, nutkun sahibi Yunus Emre hazretleri. Besteyi telif eden hazret Zekâi Dede (r.a.), makamımız uşşak.
Allah emrin tutalım,
Rahmetine batalım
Bülbül gibi ötelim
Allah Allah, Allah Allah diyelim
Allah adı dillerde
Sevgisi gönüllerde
Şol korkulu yerlerde
Allah Allah, Allah Allah diyelim
Allah adın uludur
Emrin tutan kuludur
Mü'minlerin yoludur
Allah Allah, Allah Allah diyelim
Kocayuban göçmeden
Teneşire çıkmadan
Melil melil bakmadan
Allah Allah, Allah Allah diyelim
Ölüp kabre varınca
Melek sual sorunca
Rabbin kimdir deyince
Allah Allah, Allah Allah diyelim
Yunus seyredip gezer
Ölüm tedbirler bozar
Görmek istersen dîdâr
Allah Allah, Allah Allah diyelim
Yunus söyler sözünü
Hakk'a bağlar özünü
Görmek ister yüzünü
Allah Allah, Allah Allah diyelim
İlahi-(uşşak) Allah emrin tutalım, rahmetine varalım bülbül gibi ötelim
-Şimdi İznik’e gidelim isterseniz Eşrefzâde Rûmî. Eşrefzâde Abdullah Rûmî. Hz. Hacı Bayram’ ın hem müridi hem de damadı, on bir sene hizmet etmiş şeyhine. Onun vazifesi konuşmamak. -Şimdi öyle zevat görüyorum. Bir şey söylüyor, bir şey yazıyor filan. Ama çok söylüyor, çok yazıyor. Diyorum herhâlde bunlar kadim üstatlara mülâkî-. “Evlâdım senin vazifen konuşmamak-yazmamak”. Fethi Ağabey aynı şeyi kendisi söylerdi. Hz. Şeyh buyurmuşlar ki; “Fethi senin vazifen yazmamak”, O da derdi “Oku emri var, yaz emri yok” derdi.
•Eşrefzâde Rûmî de bir gün efendisi soruyor Hz. Hacı Bayram-ı Velî (Kaddesallahu Sırrahul Fettâhi), “Evlâdım senin adın ne ?” diyor. “Eşrefzâde Rûmî Abdullah” deyince, “Ne çok konuşuyorsun sen” diyor yâni. Bir kelime yeter, “Abdullah desen yeter”. Allah ‘ın kulu tamam işte, kâfi.
Bu hazretle daha sonra tanıştık ama pek fakire lûtfetti yâni maneviyatından. Böyle bir şiir gibi bir şey olmuyor, nutk-u şerîfini okuyunca, eski tabiriyle mahsûs oluyorum, haz duyuyorum, çok mutlu oluyorum, mesut oluyorum.
Bu da ülfet oluyor, muhabbet oluyor, feyiz oluyor
-Onun için yazdırtıyorlar onlara onu yâni, onun için yazdırtıyorlar. Hiç unutmuyorum hatta böyle bir dörtlük,
Sanırsın Eşrefoğlu'yam
Ne Rûmî 'yem ne İznikî –vahdet-i vücut-
Benem ol dâim ü bâkî
Göründüm sûreta insan
Abdullah ya, parçası, onun kulu ve onun görünürü yâni. Eşrefzâde Rûmî, bu hasletler. Sonra benim listemde burada tabi muhterem dinleyiciler onu görmüyorlar ama önümde liste var oradan bakıyorum. Listede bu kronolojik bir sıra değil ama öyle geldi bende yazdım, Hz. Niyâzî Mısrî geliyor. Hz. Niyâzî Mısrî şu anda Limni’ de, muhabbet ehlini bekliyor orada. Muhabbet ehli onunla buradan temasta. Bakarsın günün birinde Limni’deki kabr-i şerîfi de ihya edilir, ziyarete açılır. İnsanların mekâna ihtiyacı vardır, gider yüz sürerler, ziyaret ederler. Kimisi turist gibi gider o da güzeldir, kimisi başka bir cihetle gider.
İlk defa 1964 senesinde Cenâb-ı Mevlânâ’yı ziyaret nasip olduğunda çok etkilemişti fakiri. Bizim gruptan genç bir arkadaş orda bir mermer oyma bir şey görmüş ‘yahu nasıl oymuşlar bunu’ diyordu çocuk yâni. Bir mermer şebeke içinde bir top var küre ve o mermer şebekeden bağımsız oyulmuş o filan bir zanaat eseri. O da onu görmüştü yâni. Allah bu, herkese bir şey gösterir, kimine de göstermez yâni ‘niye göstermedin?’ diye de soramazsın.
Hz Niyâzî Mısrî, bizim büyüklerimiz Hz. Niyâzî için sıbyan-ı evliya derlerdi. ‘Efendi Baba niye öyle söylüyorsunuz?’ deyince ‘Söylenmemesi gereken şeyleri söylemiştir’ derdi. Birçok sırrı fâş etmiş Hz. Niyâzî Mısrî. Uzun hikâyesi de Mısır’da okuyor. Esas Malatya doğumlu yâni. Onyedinci asır, Mısır’da okuyor. İlim, irfan sahibi. O zaman Mısır Osmanlı memâlikinden. Gemi ile Antalya’ya geliyor. Oradan yukarı doğru çıkacak yâni işte Anadolu içlerinde, İstanbul. İstanbul’da da bulunmuş zaten. Orada Hz. Ümmi Sinan’ı görüyor.
•Hz. Niyâzî Mısrî, Ümmi Sinan ile mülâkî olunca, işte ‘-Evlâdım, nerden?’ ‘Ben Mısır’dan, ilim okudum’, şöyle, böyle. Diyor ki, -‘Hadi bakalım, sen bize bir vaaz et’. Bu bir menkıbe, âyet. -Biliyorsunuz klasik bir vaazlarda önce bir âyet, sonra bir hadis okunur, sonra vaaz başlar-. Öyle deyince okurken âyeti, Ümmi Sinan buyururlar ki; ‘-Evlâdım orda şöyle bir harf var –vav harfi yapıyor böyle- orayı okumadın’ diyorlar. Bir düşünüyor. ‘-Hakikaten okumadım, nasıl bildiniz?’ diyor. -Eee, diyor. ‘Bana gösteriyorlardı, âyet yazılı ben eminim okumadığından, senin okuduğun yerler aydınlanıyordu’ diyor ‘orası aydınlanmadı’ diyor, ışık.
Böyle bir şey anlatıyorlar. Olmuş mudur, Olmamış mıdır? ben bilmem. Ama inanırım. Zaten bilsem inanmam, bilmekle inanmanın farkı vardır, bildiğiniz şeye inanmazsınız, bilmediğiniz şeye inanırsınız. Peki, buna niye ben inanıyorum? nasip işi, eyvallah. Çünkü bana bunu anlatan insanlar, öyle anlattılar ve öyle yaşadılar ki, onların sözlerinde hilâf hakikat bir şey olmaz diyorum ben. Bana bu hikâyeyi anlatan insanlar, bu hayat bir bütün hayatlarında bunu adeta fiilen yaşamaktaydılar. Ha onlar söylüyorlarsa ‘eyvallah’ diyorum. Bu böyle gelir efendimize aşağıya kadar. Biz hep ona benzemeye çalışırız, çalışmalıyız.
Miraç’a gittiği zaman Cenâb-ı Sıddîk sordu mu; Mekke nasıl, Kudüs nasıl, yollar nasıl, bilmem ne nasıl? sormadı. Kim söylüyor bunu dediler, hatta efendimiz kendisi söylemedi onu. Dediler ki “Muhammed -ül emin Kudüs’e gittiğini söylüyor” söylüyor mu, söylüyor. Tamam dedi bitti. Niye? çünkü tanıyor.
İnsan böyle bir şey, yâni insan insanın aynasıdır, bal mumu gibi mührü vurur izi üzerinizde kalır, ebedi. Hz. Niyâzî de sıbyan-ı evliya böyle bir hazret. Çok nutk-u şerîfleri var. Onlardan inşallah vakti zamanı gelince
Epey de bestelenmiş
-Çok bestelenmiş tabi yâni.
Bugün birçoğunu seviyorsunuzdur eminim.
-Çıkar şimdi teker teker inşallah. Allah, ecel eman verirse konuşacağız inşallah.
Hz. Niyâzî deyince aklımıza Hz. Sezai geliyor, çünkü onların bir macerası var. Hz. Şeyh Fenâî, onun talebesi Hz. Sezai. Sonra işte Edirne ‘den Limni’ye sürülen o muhataralı zamanlar 1690’ lar -1698’ler, 1697’ler- Karlofçalar, 2. Viyana’nın sonrası sıkıntılı zamanlar. Öyle bir Hz.Sezai var, o da Edirne’ de metfun. Onunla da tabi biz nutuklarından tanışıyoruz. Ama şöyle bir şey oldu, merhum Ziya beyle. Ziya Nur Aksun’la biz bir yılbaşı günü 31 Aralık gecesi, -Haydi üstat, biz Edirne’ye gidelim” dedi, “Bizim ne işimiz var yılbaşınla”. Gittik Edirne’ ye, o akşam Rüstempaşa Kervansarayı’nda uzun bir sohbet oldu.
Sonra işte sabah kalktık filan. Hadi bakalım ziyaretler, sağa sola gittik. Hz. Sezai’yi en sona bıraktı Ziya abi. Mahalleye girdik, kabri bulamadı. Türbe- i Şerîf’ i sordu çocuklara, “Aa Sezai baba mı ?” dediler. Mahalle çocukları yâni sekiz-on yaşlarında top oynuyorlar. ‘Şurada, şurada’ dediler. ‘Sezai Baba’ diyorlar. Şimdi bu nasıl oluyor bu hadise? Sezai Baba’yla işte böyle oluyor. Yâni belki biri birbirine sorsan bilmeyecek, ama bir ülfet kuruluyor, bu anlaşılır bir şey değil, Hz. Sezai. İsmini ona -esas ismi Hasan- O mahlâs Sezai adını Niyâzî Mısrî veriyor. Ama o menkıbeyi şimdi anlatmayacağız, onu sonraya bırakacağız. İsterseniz şimdi biraz uzaklaşalım. Erzurum’a gidelim Hz. İbrahim Hakkı.
Hocam bu arada bir eser destur olursa. İki eser yayınlamak isteriz. Biri Eşrefoğlu Rûmî hazretlerinin niyazında. Diğeri de Hz. Sezai destur olursa.
-Eyvallah. Onlardan destur alacağız. Bizim bir şey yapacak halimiz yok.
Ey Allah'ım beni senden ayırma
Beni senin dîdarından ayırma
Seni sevmek benim dinim imanım
İlâhi din ü imandan ayırma
Sararuban soldum döndüm hazâna
İlâhi hazânım daldan ayırma
Şeyhim güldür ben anın yaprağıyam
İlahi yaprağı gülden ayırma
Ben ol dost bahçesinin bülbülüyem
İlâhi bülbülü gülden ayırma
Balığın canını suda dediler
İlâhi balığı gölden ayırma
Eşrefoğlu senin kemter kulundur
İlâhi kulu sultandan ayırma
Eser (Hüzzam) - Ey Allah’ım beni senden ayırma
Segâh makamında bir ilâhimiz. Edirne’nin, Balkanların cümle bu diyarların gülü, azizi, büyüğü Hasan Sezai hazretlerine ait nutk-u şerîf. Eserimiz segâh, önce nutk-u şerifi okuyacağız, ardından dinleyeceğiz efendim.
Ey âşık-ı dildâde, gel nûş edelim bâde
Bir bâde gerek amma, kim içile me'vâde
Sâkisi ola Mevlâ, ak daha anın esma
Bir kerre içen kat'a, gam görmeye dünyade
Bir kez içen âşıktır, yolunda hem sadıktır
Aşk öğrete layıktır, Mecnun ile Ferhade
Ol came olan talip can ile ola ragıp
Nefsine ola galip dil bağlaya üstade
Nûş eyleyen ol camdan Subhu ne bile şamdan
Talimi cünün eyler Mecnun ile Ferhade
İşit bu Sezai'den, ne gördü Fenai'den
Dost vechini gösterdi, mir'at-i mücellade
Eser (segâh)- Bir bâde gerek amma Kim içile me’ vâde
-Mısır’dan geldik Antalya’ya, oradan çıktık Korkuteli’ne, Elmalı’ya filan. Şimdi Erzurum’a gidiyoruz. Daha bunun Rumeli’si var. Şimdi Erzurum’dayız. İsterseniz Tebriz ‘e gideriz, efendim Şirvan ‘a gideriz, Yahya Şirvani var. Bu coğrafya boş değil azizim, Allah hiç boş bırakmıyor.
Erzurumlu İbrahim Hakkı, bu hazretin Marifetname’si meşhur bir eser ve tabi şiirleri var nutukları var, ama bu hazreti de hazret yapan bir başka hazret var. İsmail Fakirullah,
“Ey Fakirullah bu Hakkı bendeni” diyor, “vâsıl-ı cânâne kıldın âkıbet”, çok güzel hüseyni bir ilâhidir o.
“Dağ iken şol bağ ü bostan eyledin” diyor, yâni beni hammadde olarak ele aldın, dağ idim, bağ ve bostan hâline getirdin. Yâni ekilir ve ürün verir, mahsul verir bir arazi hâline getirdin.
Hâki pür kâşâne eyledin âkıbet, imar ettin diyor.
Uzun nutuk. Bunu okuyacaksınız inşallah siz. Bu da böyle bir hazret. Şimdi biliyorsunuz, İbrahim Hakkı Hazretleri ve İsmail Fakirullah Hazretleri Siirt’te metfun Tillo ‘da. Onun kabr-i şerîfine güneş 21 Mart’ta tûlu ettiği zaman öyle bir düzenek yapmış ki bu hazret, doğduğu zaman kabr-i şerîfe nur düşüyor, güneşin nuru düşüyor. ‘İlk defa Şeyhimin kabri, aydınlansın’ diyor. Ona da birisi yaptırtıyor tabi yâni. Newton‘a -ağaçtan elma düştü de bilmem neyi buldurtan- Allah ona da buldurtuyor yâni. Newton onu kendi kafasından uydurmadı yâni, ‘Ey Isaac Newton kulum, sen bunu böyle yazacaksın’ dedi yazdı, bu kadar basit hadise yâni. Haa niye toyken kendisi söylüyor zaten. Eskiden mesela tabiat bilgisi değil mi? dersin esas adı ilm-i hikmet-i tabiye’dir. Hikmet vardır işin içerisinde. Bilgelik hâkim el-hâkim var ya Abdul-hâkim var, oradan geliyor hepsi yâni. Hiç fark etmez başka kaynak yok anlatabildim mi? akıl da oradan geliyor yâni. Neyse işte Erzurum. Tekrar istersen Bursa’ya dönelim.
21 Mart gün ışığı
-Ha onu bozdular sonra restore ederken bozmuşlar uzun zaman bozuk kaldı, şimdi yeniden yaptılar. Şimdi tekrar hatta küşadı oldu onun bir iki sene önce. 21 Mart’ta, yâni ilkbahara dönerken hayat, bu coğrafyada tûlu eden ilk güneş ışığı. Diyor ki ‘benim şeyhimin kabrinin üstüne düşsün’. Böyle bir tutku, onu aydınlatsın sonra devam etsin. Evet, böyle bir hazret, “ey Fakirullah, bu Hakkı bendeni, vâsıl-ı cânâne kıldın âkıbet” adrese teslim yâni.
Hz. Hüdai’ye gelelim isterseniz, o da uzun bir hikâye. Bursa kadısı, onu yazdığımız zaman, söylediğimiz zaman Hz. Üftâde’yi ihmal etmek mümkün değil. Cenâb- ı Üftade, ona resmen söylüyor. Kabr-i şerîfinin başında bu nutuk yazılıydı bir zamanlar, belki hâlâ vardır. Uzun bir nutuk da ‘Bil hakikat Kutb’ul Aktab Hz. Üftade’dir” diyor, Hz. Hüdai mürşidi için yâni. Ve Üsküdar’da bu Akra’ da, buraya da gayet yakın hankah-ı şerîfi var. Bugün hâlâ feyz-i bereketi ile insanların üzerine sâyeban bir yer. Hz. Hüdai, 1.nci Ahmed devri 1600’lerin başı böyle bir hazret. Onun da nutukları var, onlardan da bahsedeceğiz.
Hz. Sümbül gene İstanbul‘ a doğru gidelim. Sümbül Sinanüddîn. Sinan, mızrak ucu demek. Sinanüddîn dinin mızrak ucu yâni. Dürttü mü adamı uyandırır yâni, öyle yumuşak değil. Abdülhâlim gibi değil yâni Sinanüddîn, böyle bir hazret. Onu yumuşatmak için de tac-ı şerîfine bir sümbül çiçeği ilkbaharda takarmış Yusuf Sinanüddîn. O da Cemaleddin Aksarâyî’nin talebesi. Yusuf Sinanüddîn, Sultan Selim devri, yâni I. Selim devri, Kocamustafapaşa’da hankâh olarak. Eski bir Bizans manastırı. İslamiyet’le muasır aşağı yukarı, hatta İslamiyet’ten önce yapılmış bir manastır.
Yine bizim büyüklerimiz derlerdi ki; “Evlâdım ahirette Allah, öyle insanlarla karşılaşacaksınız ki, -yahu biz bunları müslim bilmezdik, bunlar müslim muvahhitmiş-, yine öylelerini göreceksiniz ki -bunlar müslim değil, münafıkmış- diyeceksiniz” derlerdi. Allah bilir, Allah bilir. Biz bilmiyoruz şu anda yâni. Bugün hâlâ gidin, şu anda Kocamustafapaşa’ya gidin, cıvıl cıvıldır ortalık. Böyle bir hazret bunlar. Gene gençliğimde böyle aklımda kalmış, efendim eskiler hafızlığa çok ehemmiyet verirlerdi. Fakir işte biraz onlardan bir şeyler yakalamaya çalıştım ama bu mühendislik eğitimi, yok lojik, yok bilmem ne hafızayı biraz hırpalıyor.
Halka-i devrânı farz etsek eğer bir gülsitân diyor şair.
Bir gül-i sad-bergidir ol gülşenin Sünbül Sinan
Yâni maneviyat halkasının, halka-i devran dediği o. Bir gül bahçesi farz etsek, o gül bahçesinin…Sad-berg güzel kokulu demek. Gül-i sad-berg güzel kokulu, kim ? Hz. Sümbül Sinan. Böyle bir hazret. Evet bu İstanbul’daki hazretler böyle. O tarafa gelmişken sizi bir kapıya doğru, biraz yukarıya doğru çıkalım. Orada küçük efendi var, Küçük Hüseyin Efendi Tarikat-ı Nakşibendiye’den. Benim dayılarımın en büyüğü, büyük dayım dersem Hafız Sami oluyor. Dayılarımın en büyüğü Hafız Cevdet Efendi ilk intisabı bu efendiye; Küçük Hüseyin Efendi’ye. O zaman Hafız Cevdet yirmili yaşlarında, bu efendi de yüz’lü yaşlarında. Çünkü yüz otuz sene muammer olmuş Küçük Hüseyin Efendi. Dayımdan işittiğim bir efendi sözü; “Evlâdım Allah’ımız var, ne gamımız var”. Hüseyin Hüsnü Ankaravi küçük bir hazret olduğu için İstanbul ‘da ki lakabı, yâni ufak tefek, minyon. Küçük Hüseyin Efendi, Eyüp Sultan’da, Kaşgâriye çıkarken. Böyle bir Hazret, “Evlâdım” dermiş, “Allah’ımız var ne gamımız var”. Burda bitirelim.
Hiç unutmasınlar Efendi’nin sözünü, “Allah’ımız var ne gamımız var”
Marifetname sahibi Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin bir nutk-u şerifi. Hüseyni bir beste ilâhi olarak okunan bilinen güzel eserin ilâhinin hemen sözlerini paylaşıp ardından dinleyeceğiz inşallah.
Cân u dilde hâne kıldın âkıbet
Gönlümü vîrâne kıldın âkıbet
Ol cünûn zincirini tahrîk edip
Sen beni dîvâne kıldın âkıbet
Aşk-ı bî-pervâya mahrem eyledin
Akıldan bîgâne kıldın âkıbet
Dâne-i nâçiz idim ben zîr-i hâk
Dâneyi yüz dâne kıldın âkıbet
Dâne iken bâğ u bostân eyledin
Hâki pür kâşâne kıldın âkıbet
Cümleden kat eyledin çün gönlümü
Vâsıl-ı cânâne kıldın âkıbet
Hamr-ı vahdetten içirdin tab‘ıma
Rûhumu peymâne kıldın âkıbet
Sâkî gülzâr-ı cânsın dem-bedem
Gönlümü meyhâne kıldın âkıbet
Ey Fakîru'llâh bu Hakkı bendeni
Âşık-ı ferzâne kıldın âkıbet
Bir eser-(hüseyni ilâhi) Cân u dilde hâne kıldın âkıbet/Gönlümü vîrâne kıldın âkıbet