Milk-i bekâdan gelmişim fânî cihânı neylerem
Ben dost cemâlin görmüşüm hûr ü cinânı neylerem
Vahdet meyinin cür'asın ma'şûk elinden içmişem
Ben dost kokusun almışım müşk-i Hutan'ı neylerem
İbrâhim'im Cebrâil'e hiç ihtiyâcım kalmadı
Muhammed'im dosta gidem ben tercümânı neylerem
İsmâil'im Hak yoluna cânımı kurbân eylerem
Çünkü bu cân kurban olur ben koç kurbânı neylerem
Eyyup'leyin şo ma'şûkun cevrin tahammül eylerem
Circis’leyin Hak yoluna çıkmayan cânı neylerem
Îsâ gibi dünya koyup gökleri seyrân eylerem
Mûsâ-yı dîdâr olmuşum ben "len terânî" neylerem
Miskin Yûnus ma'şûkuna vuslat bulunca mest olur
Ben şîşeyi çaldım taşa nâmûs u ârı neylerem
-Evet, böyle bir nutk-u şerîf. Yine bu hazretin bize lûtfettiği nutuktan bazı noktalar dilimize gönlümüze nüfûz etti. Onlar üzerinde konuşalım isterseniz. ‘milk-i bekâ’ birincisi, ‘fânî cihân’ ikincisi, ‘dost cemâli’ üçüncüsü. Bir takım kavramlar. Biz varlık olarak yaşadığımız şu maddi dünyanın ötesinde bir başka âlemin var olduğunu seziyoruz, hissediyoruz. Bu soruları soruyoruz kendimize ‘nerden geldik, nereye gidiyoruz?’. Akıl, bize bu noktada bir şey söylemiyor, tabi aklın ürünü olan bilim de bize bir şey söylemiyor. Söylemiyor, daha doğrusu söyleyemiyor. Eğer sadece bu rehbere, akıl rehberine mahkûm olsak çok sert çok rijit ve çok matematik kesinlikli bir dünyada yaşarız gibi geliyor ama öyle olmuyor. Onu da bu modernist zihniyet tesadüfle izah ediyor, acaba hakikaten öyle mi? bizim bir tabirimiz var ‘tevafuk’ diyoruz. Tevafuk, tecelli diyoruz, lûtf-u ihsan diyoruz, nasip diyoruz, kısmet diyoruz. Bunlardan hiç birisi tesadüf değil. Zaten İslami tasavvura göre hayatta tesadüf diye bir şey yok. Milk-i bekâ dediğimiz işte bizim görmediğimiz ama var olduğunu hissettiğimiz. İslami olarak düşündüğümüz zaman, bize öğretilenleri hatırladığımız zaman biz bir âlemden bu dünyaya geldik.
Bunu kısmet olur bu programlarda devam edersek Hz. Niyâzî Mısrî de söylüyor: “Ey garip bülbül diyârın kândedir” diyor. Garip bülbül kendisi, burada yaşıyor. “Gökte uçarken yere indirdiler” diyor aynı şey işte, milk-i bekâdan gelmişem. Çünkü bizdeki, mesela ölüm karşısında insanlar niye kabullenemezler? çünkü onlarda bekâ sıfatından bir nebze var, ölüm onu bitiriyor. Ama düşünürseniz ki, bu vücut fâni ama sizdeki ruh bâkî devam edecek. O zaman Abdulbâkî isminin sırrına vakıf oluyorsunuz. Milk-i bekâyı inanarak gösterirlerse, görerek müşahede ediyorsunuz. O öyle bir âlem ki orada eksik gedik yok, bu âlem-i fenada eksikler var, zıtlıklar var, orada öyle bir şey yok, her şey mükemmel. Yaradılışımız o mükemmeliyet üzere ama bu dünyayı da algılıyoruz dolayısı ile bu eksik dünya bizi sıkıntıya sokuyor. Bu eksik dünya, zıtlıklar âlemi esasında burada bir imtihan var her şey mükemmel olsa, imtihan mümkün değil. Her şey mükemmel eksik yok, siz o eksiklikleri çözmek mecburiyetindesiniz. Eksik gibi görünenlerin içindeki gizli güzelliği bulmak mecburiyetindesiniz. Bu dünyadayken sanki bir bekâ ikliminin huzur ve sükûnuna erişmek mecburiyetindesiniz. “Hayat -ı cavidanı” diyor “bir şeyh-i kâmilden sual ettim / Oğul, ölmekten evvel öl deyince intikal ettim” diyor yâni.
‘Mûtu kable en temûtu ’nun sırrına mazhar olan’ diyor şair. ‘Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan’, Şemseddin-i Sivâsî. Yâni nefsinden üryan olduğun zaman milk-i bekâyı hissetmeye başlıyorsunuz, içinde yaşıyorsunuz. ‘Yahu bu adama bu dünya hiç tesir etmiyor mu? etmiyor, eder gibi görünüyor etmiyor. Niye? o başka bir âlemde yaşıyor. Peki, o nasıl yaşıyor? hafaza melekleri var onu koruyorlar. Onlar görünmüyor, o görüyor onları hissediyor. Yunus da bunu söylüyor. Peki, fâni cihanı neylerem, neden neyliyorsun, milk-i bekâ’dan gelmişem, orada ne yaptın milk-i bekâ’da? ’Dost cemâli gördüm’ diyor. Yâni güzel bir cennet bahçesinden bu dünyaya savruldum geldim. Orası çok güzeldi, onu hatırlıyorum her zaman için. Peki, bu dünyada dost cemâli yok mu? var, olmaz olur mu? dost hiçbir zaman kulunu yalnız ve mahkûm bırakmaz. Galip söylüyor, “Sen yârini bi haber mi sandın / Yoksa seni terk eder mi sandın” diyor. Ha biz yok gibi görürüz. Niye? çünkü ayna islenmiş -ah o ayna- ayna islenmeyecek. Ayna ne? kalp. Kalp kirlenmeyecek, tecelliyat her zaman oraya aksediyor, oraya aksettiği zaman kul Abdülgani olur, Gani’nin kulu olur, onu hisseder. Hiçbir zaman gani olmaz Gani’nin kulu olur ama o kulluk ona dünyada gına vasfını kazandırır. Hiçbir şeye muhtaç olmaz dünyada. Muhtaç olur gibi görünür ama olmaz. Evet, yâni dost cemâli böyle bir hadise.
Devam ediyor, şerh ediyor ne olmuş? “Vahdet meyinin cür'asın ma'şûk elinden içmişem” diyor. Ha burada ne o. Ben dost kokusunu almışım filan devam ediyor. Vahdet meyinin cür'asın mâşuk elinden içmişem. Cür’a; kadeh ve şarap. Şarap ne yapar? sarhoş eder. Vahdet, peki sarhoş olunca ne olur? akıl kaybolur. Bizim bir büyüğümüz derdi ki; “Evlâdım akıl üzerine yemek yerken yemek dökmemek içindir”, hatta biraz daha ileri giderdi derdi ki; affedersiniz “bevlederken tahareti nefyetmemek içindir akıl” bu kadar. Bütün ilmimiz, -bak irfan demiyorum- bilimimiz budur bizim. Bu bize lâzım mı? lâzım. Üzerine dökmeyeceksin, üzerine bevletmeyeceksin, taharet bozulur namaz kılamazsın tâhir olmak lâzım, bundan geçemeyiz.
Bunun ötesinde bir başka âlem var; her şeyi bir görme âlemi, her şeyi ondan bilme âlemi. O da o aklın ötesine geçiriyor sizi, akıl bir yerde duruyor kaybolmuyor o akıl, şarap içmiş gibi zâhir mânada kaybolmuyor. O akıl bir yerde duruyor ama onun ötesine geçiriyor sizi. İşte miraç o hadise. Cibri’l Emin, ‘Ben bundan öteye geçemem’ diyor. Çünkü o orada, o resimde aklı temsil ediyor. Gerçek öyle mi? onu biz bilmiyoruz ama Vesîletü’n Necât’ta Hz. Süleyman Çelebi onu -burak zannederim aklı temsil eden unuttum şimdi- neyse merak edenler bakarlar, öğrenirler. Vahdet meyinin cür'asın mâşuk elinden içmişem. Mâşuk, sevilen demek. Sevilen yâni sen seviyorsun o da seni seviyor ve sana mâşuk sunuyor. Şimdi burada, bu tabi çok romantik ve çok mücerred bir hikâye. Her insanın bir mâşuku vardır. İnsan âşık olur, sevdiği birisi, ona mâşuk derler. Bu fiziksel mânada da vardır efendim, manevi mânada da vardır ve size o manevi hazzı bir cür’a içinde o ikram eder. Ona ‘sâki’ tabir ederler. Böyle bir hadise.
Bir yola intisab ettiğiniz zaman, ikrar verdiğiniz zaman, İkrar verdik iman ettik bir Pir’e diyor, nefeste, ‘inandık o pir’e’ diyor. Yâni bu adam beni hakikat yolundan götürür, irşad eder. O da sana “Sen böyle bana inandın ikrar mı ettin?” “eyvallah ettim” dediğiniz zaman kalben bu da size bir cür’a ikram ediyor. O cür’anın içinde ne var? vahdet meyi var. Biraz daha açalım esmâ var. Her esmânın bir şifası var, onu biz bilmiyoruz, onu mürşid biliyor. Şu kadar oku, bu kadar oku, şöyle oku, böyle oku, kalbi tedavi ediyor onun için bu zevata bu hazretlere tabîbe'l-kulûb diyorlar, tabîbe'l-kulûb. Kalp doktoru, kardiyolog değil ha. Tabîbe'l-kulûb o da lâzım, kardiyolog da lâzım. Aman Eyvallah hiç itirazımız yok buna, kalp hastalığı.
Diyelim ki, -adam pinti, adam hasud, adam kıskanç- tedavi ediyor. Adam mütecessis her şeyini merak ediyor. ‘Dur bakalım sen bir otur’, adam çok konuşuyor geveze. ‘Sus evlâdım sen’ diyor. Adam duramıyor, ona bir ilaç veriyor esmâ veriyor, sohbet ediyor. Haa şunu da söyleyelim, düz esmâ ile olmaz, nasıl ilacı alıyorsun üzerine eczacı yazıyor tok karnına sabah bir, akşam bir. Bu ne? Efendimin sohbeti. Erenlerin sohbeti ele giresi değil, diyor Yunus. Muhabbetle girenler -tam okuyamıyorum güfteyi ama- böyle yâni Aşk ile gelenler mahrum kalası değil, diyor. Erenlerin sohbeti ele giresi değil, muhabbet ile aşk ile gelenler mahrum kalası değil. Herkes bir şey alır oradan yâni. Niye? çünkü o sohbeti adam kendisi nutk’undan söylemiyor, ona söylettiriyor. Allah böyle bir Allah. Hiç boş bırakmıyor âlemi de biz görmüyoruz. Neticede vahdet meyini size içiriyor.
Siz yavaş yavaş eski tabirle ahlâk- ı rezileden, ahlâk-ı hamîdeye göç ediyorsunuz. Ahlâk-ı rezile güzel, istersiniz, seversiniz nefs-i emmâreniz bayılır ahlâk-ı rezileye. Burada tâdad etmeyelim ayıp olur. Çünkü eskiler, “kötülüğü de tâdad etmeyin setredin” buyurmuşlardır Allah affetsin ahlâk-ı hamîdeye setrederseniz ve setrederken de ‘ah nerde kaldı benim eski şeylerim’ demezsiniz. Çünkü orada başka güzellikler görürsünüz adım adım yavaşça. Bu şeyh sohbeti ile olur, huzurda bulunursunuz, hem esmâyı alırsınız -hap- hem de onun kullanma şeyi var, kulağınızda olur, böyle bir yürürsünüz.
Şimdi burada tekrar bittikten sonra başlıyor Cenâb-ı Yunus. İbrahim’im Cebrail’e, işte Hz. Musa, Hz. İsa, Circis filan böyle devam ediyor. Bunlar kısas-ı enbiya, enbiya kıssaları çok mühim. Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Allah beyan buyurmuş, onların hepsinde bir ibret var. Bunlar Cenâb-ı Yunus’ta çok geçer, söylüyorum.
Devriye geleneği mi deniliyor bunlara?
-Devriye başka bir şey, buna da benzetebiliriz yâni. O devriye işte, hilkatin başından sonuna, bunları hep söylerler. Nedir? hepsinden, çünkü şöyle bir hadise Cenâb-ı Allah yine Kur’an’da buyuruyor; ‘bunlar esâtirü’l evvelîn değil, yarattığım âlemin kaideleri bunlar, yarattığım âlemin itiyatı bu’ diyor Cenâb-ı Allah bize. Cenâb-ı peygamberlerin, peygamberi izam hazeratının şahsında hayatında bunlar kısas, peygamber kıssaları, maksimum yâni her türlü teferruattan soyunmuş özü anlatılır hadisenin. O özü almak mühimdir.
Bizim rahmetli Şakir vardı, -Kocabaş- Allah rahmet eylesin hoş bir hazretti o. Derdi ki “Nasreddin Hoca fıkraları özü söyler size”. “Öz, teferruatı alınmıştır” derdi. Öz, Allah u âlem Bektâşi fıkraları da öyledir, özü verir size yâni. Bunlar da öyle. Nasreddin hoca bunu kendisi uydurmadı, gördü orada. Ne anlatılıyorsa o özdür o. Hz. Yusuf, işte Eyyup aleyhisselâm, İsa aleyhisselâm hepsinin kıssalarında. Mesela Miraç, Hz. İbrahim, Hz. İsmail bunların hepsinde öz vardır. Bir Müslüman bu öze bakacak ve bu özdeki hadiseyi anlayacak, -yetmez- temellük edecek, idrak edecek ve kalbine yerleştirecek. Ha diyecek ki kıstas bu. Hadisat akıyor yüzlerce etrafımızda, bu hangisine benziyor diye bakacak, hikmet nazarı ile onu yakalayacak. ‘Acep ben bu peygamber gibi olabilir miyim, olamasam da minicik bir misali olabilir miyim’, ‘Aman Yarabbi’ diyecek yâni. Durup dururken Cenâb-ı Musa gibi ‘ben seni görmek istiyorum’ demeyecek yâni. Çarpılır. Bir ufak kıssa anlatayım mı efendim.
•Cenâb-ı Musa Tur’a giderken çölde bir ihtiyar görüyor. “Ya Musa, nereye gidiyorsun” diyor. Diyor ki “Cenâb-ı Allah’la görüşmeye, Tur’a gidiyorum”. “Yahu, söyle ona ben onu çok seviyorum” diyor. “O bana bir gelir mi acaba” diyor. “Gelir yahu, niye gelmesin”. Kıssa ya bu. Neyse gidiyor Cenâb-ı Allah’tan emirleri alıyor yâni işte malûm “-Git firavuna söyle”, “ -Benim lisanımda rekâket var. Kardeşim Harun fasih konuşur.” sonra “-Peygamber yaptım onu da” diyor Cenâb-ı Allah. İşte elini yenine sok, çıkar beyza. Asâ aldı vs. Firavuna da ‘kavli leyyin üzerine söyle’ diyor ‘yumuşak söyle firavuna’, diyor.
-Hepsinde ibret var. Çocuğuna söylerken yumuşak söyleyeceksin, talebene söylerken yumuşak söyleyeceksin, kendine söylerken yumuşak söyleyeceksin yâni filan-
Dönüyor, bir daha şey yaparken “geldi mi yahu” diyor. “Gelmedi Cenâb-ı Allah” diyor “E kim geldi?” diyor, “sofra kurdum, bir ihtiyar çölden çıktı geldi. Fakir, alil, aciz, açmış da” diyor, “ben ona pek bir şey veremedim” diyor. “Cenâb-ı Allah’ı bekliyorum ben” diyor. “Adam da yedi ama gayri memnun gitti” diyor. Gene Hazrete Cenâb-ı Allah, “ Ya Musa, ben o kulumu gönderdim” diyor yâni. “Ben o kulumu vazifelendirdim” diyor yâni.
Hani bizim argoda var, -Allah hangi kulunu bu işle vazifelendirdi?- diyor o mânaya gelen sözler var yâni. Böyle bir hadise. Onun için bakacak kul, bir Müslüman, bir derviş hikmet nazarı ile Aman Yarabbi deyip, ama bu kıssaları bilecek.
-Bu ‘semme vechullâh’ dedikleri.
-Tabii, onları boşa anlatmıyor Cenâb-ı Allah, hepsinde ibret var. Boş bir işaret yoktur. Bir işaret hem de var, hem de yoktur yâni boş yoktur. Ondan sonra diyecek ki Aman Yarabbi ‘Ne yaptı o peygamber bakalım ben yapabilir miyim, ben edebilir miyim?’ Teslimiyet; İbrahim, İsmail. Cebrail mi? ihtiyaç yok yapabilir miyim, yapamasa da o ideal görünüyor. Kutup yıldızı gibidir onlar. Kutup yıldızı gibi bakacaksın ona, istikamet bulmak için. Biz kayarız ama kutup yıldızı orada durur. Frenkler demir kazık diyorlar. Eski kadim gemiciler onla gidiyorlar okyanuslarda. Kadim gemicilere de Cenâb-ı Allah öğretti gemi yapmasını, pir’leri Hz. Nuh. Bizim İnşallah gemi fakülteleri o âyetleri kapılarına yazacaklar. Hulk yapmasını Cenâb-ı Allah öğretiyor insanlara.
Efendim neyse şimdi bu uzun gidiyor hadise, ben gene bildiğim kadarı ile söyleyeyim: Miskin Yunus maşukuna vuslat bulunca mest olur, eh anlaşıldı. Ben şişeyi çaldım taşa, namus-u arı n'eylerim. Gene burada bir lügaz atıyor ortaya ve bitti bu laf diyor, bu nutuk bitti diyor. Lügaz bilmece demek, ama zor bilmece. Eskiden bir karikatür vardı böyle şeyler, insanlar bir şeyin etrafında dolaşıyorlar, bir kapalı sandık, içinde soru işareti var. Cemâl Nadir merhum yapmıştı. Halletmediler bu lügaz’ın sırrını kimse, diyor, altına. Bir divân şiirinden bir beyittir bu “çok kafile geçti ulemadan, fuzalâdan hayat sırrını kimse halletmedi. Lügaz. Ben şişeyi çaldım taşa, namus-u arı n'eylerim.
Haa insanlar neye bakarlar? önce el gün ne der, çoluğum çocuğum ne der, hanım ne der, arkadaş ne der, komşu ne der, bilmem kim ne der, ne der, ne der? bu bitmez. İşte buradaki şişe, ‘el gün ne der’ sözüdür. Buradaki namus-u ar o sözüdür. ‘El gün ne der’ e bakmadan sen istikametini bulacaksın. Çünkü el gün ekserennas; ya şuursuzdur, ya bilgisizdir, ya gafildir, ya şudur ya budur hepsini söylüyor. Kur’an da var ekserennas, ekserennas ekserennas. La teşkûrûn, cahilun falan filan gidiyor yâni zalimdir, şedittir şudur budur gidiyor. Sadece Cenâb-ı Allah’a iltica ederek o ekserennas seni çeker. Bir güzel hâl gördükleri zaman insan, onun güzel olduğunu bilirler ama kendilerinde yoktur. Kıskanırlar.
Benim Osman dayım derdi ki; “Evlâdım evdeki mutluluğunu huzurunu dışarıya sakın yansıtma”. Bu çok mühim bir sözdür. ‘Bizde öyle gördük’ derdi ‘neden Yahu dayı?’ ‘İnsanlar hasuddur’ derdi. “Haset eder, gıpta değil haset eder, benim yok da onun niye var. Evdeki huzurunu, sükûnunu, efendim refahını, mutluluğunu sakın ha anlatma, işine ciddi git ciddi gel, açma sırrı” derdi. Neden? haset eder insanlar. “Haset ettiği zaman kem göz Allah muhafaza her kötü hâlin sebebidir” derdi. Biz nazara inanırız. Dolayısı ile şişeyi kırdım taşa ele güne çok bakmayacak bir Müslüman. Hele bir derviş Aman Yarabbi. Ha ele güne zâhire eyvallah, riayet edecek bir yere kadar. Kendisi söylüyor. Sivâsî kendisi için söylüyor,
Hakk’a Makbul Olmak İster / Halka Menfur Olmadan,
diyor yâni. Böyle bir hadise Allah hepimizi hayırlı yollara isal buyursun üzerimizden hıfz-ı sıyanetini eksik eylemesin bizleri kendine kul, habibine ümmet eylesin. Güzel şeyler söylemeyi nasip, müyesser buyursun inşallah her birimize.
Bir beste- Milk-i bekâdan gelmişim fânî cihânı neylerem