Kâbe’nin yolları bölük bölüktür
Benim yüreciğim delik deliktir
Dünya dedikleri bir gölgeliktir
Canım Kâbe’m varsam sana
Yüzüm gözüm sürsem sana
Eşim dostum yüklesinler yükümü
Komşularım helal etsin hakkını
Görmez oldum ırak ile yakını
Canım Kâbe’m varsam sana
Yüzüm gözüm sürsem sana
Kâbe’nin dibinde dört ırmak akar
Zeyn olmuş huriler seyrana çıkar
Ah bu Kâbe derler misk amber kokar
Canım Kâbe’m varsam sana
Yüzüm gözüm sürsem sana
Hocam böyle bir güfte. Bu güfte, her ne zaman okusam hep büyük ninelerin okuyuşları geliyor. Kâbe ilâhileri hep ilk sırada yer alır.
-Evet, bizde öyle yâni. Bizde öyle tabi kâbe çok, bir tane kâbe yok. Bu biraz tehlikeli bir lakırdı ama şöyle söyleyelim: her müminin gönlü bir kâbedir, Kâbetullah'tır. Allah’ın kâbesidir gönül kâbesi. Efendim İnsanların mekâna ihtiyacı var. İnsanlar, mekâna ve zamana bağlı olarak yaşarlar. Bunun da en kuvvetli delili Hz. Adem'in, Allah'ın emriyle, bildiğimiz Kâbe'yi inşa etmesidir. Bu bir semboldür. Ama insanın öyle bir sembole ihtiyacı var. Mekke-i Mükerreme’de, mükerrem olan Mekke'deki Kâbetullah. Şimdi o Kâbe’ye gidemiyor insan, hasretini çekiyor.
Şöyle sol tarafına doğru baksa tevhid ederken; hani ‘İllallah’ı sola doğru üfle deniyor ya o tarafa doğru baksa orada bir şey, bir uzvumuz var işte o ''Gönül kâbesi''. Bütün hayır ve şer oraya geliyor. Hayır tulû ediyor şer ifsad ediyor orayı.
Kâbe’nin yolları bölük bölüktür, diyor. Ne demek bu? yâni gönül kâbesini inşa etmek için, oraya varmak için birçok yol var, tek bir yol söz konusu değil. Gönül kâbesini inşa etmek, daha doğrusu var olan gönül kâbesinin farkına varmak.
Gönül kâbesindeki fazlalıkları temizlemek için bir takım yollar var. Bunlara ''tarikat'' adını -tarik yol demek malûmunuz- tarikat yollar demek yâni. Bir takım reçeteler var. Kulun yapması gerekenler var. İşte gönül kâbesi böyle bir yer. Bu kâbenin; Cenâb-ı Allah'ın tenezzül buyurması için temiz olması lâzım, pak olması gerekiyor. Çünkü bu gönül kâbesinde masiva olduğu anda Cenâb-ı Allah oraya teveccüh, tenezzülü şöyle oluyor; nurundan, feyzinden, aşkından oraya şuâlar gönderiyor. Kalp aynı zamanda bir aynaya da benzetilmiştir. Kiri varsa, pası varsa aynaya şuâ gelir ama aynada bir akis olmaz. İnsanlar, meseleyi anlamak için dâima mecazlara muhtaçtırlar. Benzetmelere muhtaçtırlar.
Burada da bir ayna benzetmesi var, mir’at dedikleri. Dolayısıyla demek ki, bir yollar var farklı yollar var, mühim olan; o yollardan geçerek o yollarda gayret göstererek, yürüyerek gönül kâbesini gerçek Kâbe hâline getirmektir. Gerçek Kâbe'ye yapılan ziyaret de bu yollardan çok mühim bir merhaledir. Ama gidemeyenler de hiç de meyus olmasınlar. Eskiler buyurmuşlardır ki; ''Yanımdaki Yemen'de, Yemen'deki yanımda''. Maneviyat böyle bir şey; maneviyat, fiziksel merhaleleri kolayca aşar. Kalpten kalbe yol vardır ve bu yol fiziksel mesafeyle mukayyed değildir.
Peki, gönül kâbesini inşa etmek için ne lâzım geliyor? yüreğin delik delik olması... Yine burada bir fiziksel metafora başvuralım bir benzetme yapalım. Delik delik olan küpte içine konan malzeme durur mu? durmaz, dökülür. Sen de yüreği delik delik yaparsan masivallah o yürekte durmaz, akar, dökülür, yok olur. Peki nur? nur bir ışık, feyiz bir ışık. Onun için sadece o gönlün bir mânada parlak olması lâzım. Geldiği anda işi bitiriyor o yâni. Bir önceki nutukta da onu söylüyor ''aşk elinden'' diyor yâni hadise o.
Benim yüreciğim delik deliktir / Dünya dedikleri bir gölgeliktir, diyor yâni ikaz. Zaten ilâhi hitapta da var dünya için, lehvün ve laibün. Bir an diyor yâni Cenâb-ı Allah; sizin dünyada kalışınız.
Hani bizim işte elli sene, yetmiş sene, doksan sene falan diyoruz ya; an-ı vâhid o diyor yâni. Ama öyle bir an ki imtihan anı. Bildin, bilmedin. Bildin sınıfı geçtin, bilmedin sınıfta kaldın. Esasında insan olmak çok zor ama çok şerefli bir şey. İnsan olmak, ilâhi emaneti yüklenmek ona tahammül etmek ve bir beşer olarak kendi kulluğunu idrak etmek çok mühim bir şey.
Canım Kâbe’m varsam sana / Yüzüm gözüm sürsem sana, Burada dediği, söylediği hem bildiğimiz yâni Mekke-i Mükerreme’deki Kâbe ama esas gönül kâbesi. Peki, siz içsel bir yolculuk yaparak kendi içinizdeki kâbeye varacaksınız. Bunu yaparken de yolda meşakkat çekeceksiniz, yüreğinizi deleceksiniz ki içinde fazlalıklar kalmasın dışarıya doğru aksın, bu sadece arı duru bir kalp olarak.
Eşim dostum yüklesinler yükümü, Bunu tek başınıza yapamazsınız, onu söylüyor. “Eşim dostum yüklesinler yükümü” onun için cemaat, ferde göre çok daha önemlidir. İnsan tek başına kaldığında diğer dostlardan yardım alamaz. Buna modern dilde ''sinerji'' diyorlar. Sinerji. İki kişi, üç kişi, dört kişi olduğu zaman; tek tek yapılan işten -fiziksel mânada söylüyorum- daha fazla bir iş çıkıyor. Peki, manevi olarak? yine büyüklerimiz buyurmuşlardır ki; ''Oğlum, evlâdım hâl sâridir.'' Yâni bir büyükteki bir ulu kişideki güzel hâl; misaliyle, kırıntısıyla, kesriyle size intikal eder geçer.
O halde, eşim dostum yüklesinler yükümü. Yâni yardımcı olsunlar. Peki ben? ben de onlara yardımcıyım. Onlar benim eşim dostumsa, ben de onların eşi dostuyum. Eğer gönül kâbesine doğru yola çıkmak niyetindeyseniz, bunu mutlaka eşinizle, dostunuzla, biraz daha spesifik kelimeyi kullanalım; ihvanınızla yapacaksınız. Yalnız başına çok zor. Yalnız başına olana üveys’ül meşrep diyorlar. Yok diye bir şey yok. Olur. Ama çok zor. Üveysi meşrep olmak çok zor bir hadise.
“Komşularım helal etsin hakkını” diyor. Bütün insanlardan helallik alacaksınız. Bu bildiğimiz mânada tabi ki fıkhî şer-i helallik. Bir itirazımız yok. Evleviyetle o, o da yetmiyor. Gönül kâbesini inşa etmeye doğru yola çıkmışsanız, bölük bölük yollardan yürüyorsanız, ihvanınızdan yardım alıyorsanız, aynı zamanda ihvanınızın hoşnutluğunu kazanacaksınız. Ne demek bu? bir dostunuzun, bir kardeşinizin veya bir başkasının aklına düştüğünüz zaman, sizi hoşnutlukla hatırlayacak. Gülümseyerek hatırlayacak, kalbi yumuşayarak hatırlayacak. Hatta belki bir tebessüm yüzünde zâhir olacak. Soracaklar “niçin yahu tebessüm ettin?” , “hiç” diyecek o da, bir şey söylemeyecek. Öylesine, diyecek filan yâni. Çünkü sizi hatırlayacak. Sizin güzel hâlinizi hatırlayacak. Yâni resmi mânada, hukuki mânada aranızda bir alışveriş olmasa dahi; hoşnutluk. Bunun da yolu -Bismillah- ilk basit yolu. Eskilerin tabiriyle; “Melâhat-i vechiye sahibi olmak”. Yüzünüze bakıldığı zaman bir yumuşaklık, bir hüsn-ü cemâl yüzünüzden akmalı. Lâubali bir veche değil. Ciddi ama yumuşak. Hilmiyet, halîm olmak. Daha doğrusu Abdülhalîm olmak. Hadise bu.
Demek ki burada adeta, teker teker sırları söylüyor yâni Cenâb-ı Yunus. Gönül kâbesini inşa edeceksin; bu senin vazifen. Ama oranın temizlenmesi lâzım. Farklı farklı yollar var. Yüreğini delik delik et ki içindeki masiva aşağıya doğru düşsün, çıksın, aksın, uçsun. Bu dünya zaten bir gölgelik; buna fazla bel bağlama. Bu iş tek başına olmaz, diyor. Çok zor. Bir de, bulunduğun çevredeki temas ettiğin her kimse; işinde, gücünde, ailende, akraba-i taallukatında, mahallende, çalıştığın yerde, her neyse, seni hatırladıkları zaman kalplerine bir inşirah zuhur etsin. Kâbe’nin dibinde… bundan evvel şunu söyleyeyim; son mısrada diyor ki; “Komşularım helal etsin hakkını / Görmez oldum ırak ile yakını”. Bu şu demek; yâni ben artık, gözün ve aklın bana emrettiği ahvâlden berî oldum, uzaklaştım. Onlara riayet ediyorum ama biliyorum ki, onların ötesinde bir başka güzellik var. Allah yolunun yolcusu, gönül kâbesini tavaf etmek isteyen, gönül kâbesini inşa etmek isteyen her kim ne olursa olsun, son olarak, şunu her zaman akıldan çıkarmamalı ki; uzak ile yakın bu dünyaya ait kayıtlamalardır. Takyidat, diyorlar eskiler. Sınırlamalar, limitler. Buna riayet edeceğiz, zâhire riayet. Ama bileceğiz ki, hele böyle bir yola çıkmışsak, bunun ötesinde bir başka dünya var. ‘Gözüm bunu görmüyor’, diyor. Riayet etmemek değil.
Kâbe’nin dibinde dört ırmak akar, bunların birinden süt, birinden bal, birinden zemzem, birinden de şarap akıyor. Bu şarap kelimesi, tehlikeli bir kelime. Ama âyet-i kerîmede de geçiyor. İçeni sarhoş etmeyen ama aşk-ı ilâhiyle dolduran bir mecaz bu. Öbür tarafta nasip olursa içeceğiz. Bu noktada bir küçük anekdot aktaralım isterseniz.
•Padişah, sefere giderken Aksaray’da bir tekkeye uğruyor. Konya veya Niğde. Şimdi müstakil vilayet oldu, Aksaray’da. Şeyh efendi de padişahın geleceğini duyduğu için, bildiği için, ona tabi istikbâl ediyor. İki tane çeşme yaptırmış tekkenin bahçesine. Birinden süt, birinden bal-şerbet akıyor. Padişahın mahiyetinde bulunan sarbanbaşı, kervanbaşı. Çünkü o zaman nakliye mekkâre, develerle yapılıyor. Sarbanbaşı Ahmed Paşa, efendiyi görünce mest olmuş. ‘Efendi buyurun’, işte Padişah istikbâl etmiş; birinden süt, birinden bal akınca Ahmed Paşa duramamış demiş ki; “Efendi hazretleri Kevser bunun neresinde?” deyince Efendi diyor ki ona; “Onu da” diyor, “talip olanlara veririz”. Bu sözü işitince Ahmed Paşa, "Allah” deyip bayılıyor. Tabi uyandırıyorlar vesaire. Diyor ki Efendi; “Siz şimdi sefere gidin dönüşte kısmet olursa bakarız.” Uzun bir sefer, bir iki sene sürüyor. Dönüp geliniyor. Yine aynı tekke. Zaferle, muzafferle dönülüyor. Ahmed Paşa’ya diyor ki “-Nasıl?” “-Müsaade buyurursanız ben burada kalayım” diyor sarbanbaşı. Bir alışveriş yapıyorlar. Sarbanbaşı Ahmed Paşa orada kalıyor, şeyhin oğlu, uzun saçlıymış, İsmail Efendi. Padişahla beraber İstanbul’a dönüyor. İşte Ahmed-i Sarban dedikleri hazret O. Bu böyle bir şerbet.
Dört ırmak akar, bu işte biraz evvel söyledik. Dört halifeye de bunu benzetebilirsiniz, dört büyük imama da benzetebilirsiniz. Efendim Aktab-ı Erbaa hazeratından bu mecazdır dersiniz, Anadolu’nun direği Evtad-ı Erbaa hazeratından dersiniz. Yeni bir dört de çıkabilir. Allah’ın lûtfu, ihsanı onu biz bilmiyoruz. Biz bildiklerimizi söylüyoruz. Ama hepsi kâbeyle alâkalıdır. Muhabbetullah olmadan hiçbir şey olmaz.
Zeyn olmuş huriler seyrana çıkar, Eğer bir gönülde hubb-u rahman zuhur etmişse, hubb-u rahman lûtufları da vardır. İşte onlar huriler. Her bakışınız sizin bir huridir, güzellik saçarsınız etrafa, her hâliniz, sükûtunuz dahi. Ve siz dünyada nasıl izah edersiniz dünyevi zevkleri, dünyevi konforu? güzel manzara, hilmiyet, bir de güzel koku. Üç şey sevdirildi buyrulmuştur, bunlardan bir tanesi güzel kokudur. Diğer ikisini söylemeyeceğim. Biliyorum da, bilmeyenler de baksınlar muhakkak biliyorlardır. Ötekisi de güzel kokudur. Misk, amber kokar diyor. Ve neticede, Canım Kâbe’m varsam sana / Yüzüm gözüm sürsem sana. Ve iştiyakla Cenâb-ı Yunus bitiriyor nutk-u şerîfini.
Bir eser- Kâbe’nin yolları bölük bölüktür / Benim yüreciğim delik deliktir