Gani Mevlâ’m nasip etse
Varsam ağlayı ağlayı
Medine’de Muhammed’i
Görsem ağlayı ağlayı
Delil yapışsa elime
Lebbeyk öğretse dilime
İhram bezini belime
Sarsam ağlayı ağlayı
Sana altın oluk sana
Varan canlar kılar tana
Kara donlu Kâbe sana
Varsam ağlayı ağlayı
Çevre yanı kesme kaya
El kaldırıp âmin diye
Arafat’taki vakfeye
Dursam ağlayı ağlayı
Üç ağaç döner yana yana
Ciğerim döndü büryana
Şol zemzemden kana kana
İçsem ağlayı ağlayı
Akıtırlar hayvan kanı
Esirgemez kimse canı
Şol meydanda koç kurbanı
Kessem ağlayı ağlayı
Derviş Yunus der can ile
Kul olmuşum iman ile
Dilim zikr-i Kur’an ile
Varsam ağlayı ağlayı
-Evet, Gani Mevlâ’m nasip etse, Gani Mevlâ, yâni gına sahibi, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan. Biz insanlar hep muhtacızdır. Her zaman, her şeye. Fiziksel ihtiyaçlarımız vardır, ruhsal ihtiyaçlarımız vardır. Ruhum daraldı, deriz. Niye daralıyor ruhun? çünkü o ihtiyaç tatmin edilmemiştir. Oh içim ferahladı, deriz. Kalbim mutmain oldu, deriz. Ne demek bu? demek ki zaman zaman kalbiniz tatmin olmuyor. Bir şeyler eksik hissediyorsunuz. İsimlerimiz, bakarsanız kadim zamanlarda öyleydi, hep Abd ile başlar. Abdülfettah, Abdülgani, Abdülgaffar gibi. Kul dâima muhtaçtır.
Dolayısıyla, bu nutk-u şerîfte beyan buyurduğu gibi, Medine’ye vasıl olmak da yine bir nasip meselesidir. Vasıl olmak isteği bir ihtiyaçtır, ama o ihtiyacı gideren Gani Mevlâ’dır. Medine’de Muhammed’e. Bu ne demek? tabi ki bunun fiziksel mânası gayet açık, yâni Medine-i Münevver’e gidip Ravza-i Mutahhara’da Cenâb-ı Peygamber’in huzurunda bulunmak demek. Peki bulunamayanlar mahrum mu kalacaklar? bir de meseleye öyle bakalım. Veyahut gittiniz, mahdut bir zaman orada kaldınız, sonra döndünüz; bitecek mi o neş’e, o iştiyak, o haz, o coşku? hayır. Hz. Peygamberin yoluna ittiba ettiğiniz zaman, muhabbetle ona bağlandığınız zaman, hatta ona yazılmış bir na’t’i okuduğunuz zaman, bir gönül sadasıyla, içten gelen bir neş’eyle; sadece kendi kendinize, kimseyle değil, işte o Medine’ye vasıl olmuşsunuz demektir. Bunun da yolu Gani Mevlâ’nın nasip etmesidir.
Eskiler, özellikle manevi yolun yolcuları, daha doğru bir kelimeyle söyleyelim; dervişler hiçbir şeyi kendilerine nispet etmezler. Kime ederler? O’na ederler, Allah’a ederler. Her zaman bir vecd hâlinde, bir acziyet ifadesi içerisinde. Bunun da Türkçe’deki karşılığı “Aman” sözcüğüdür. Aman. ‘Aman Ya Rabbi, Aman Ya Rabbi’. Böyle yaparlar.
Görsem ağlayı ağlayı, diyor. “Medine’de Muhammed’i görsem ağlayı ağlayı” yâni Hz. Peygamber’in bütün insanlığa sunduğu o ilâhi nimeti ben de tatsam, nasibimi alsam diye bir istek, bir iştiyak, bir arzu belirtiyor. Ağlaya ağlaya demesi de çok şiddetli bir arzu. Gönülden duyuyor bu arzuyu. Ne yapması gerekiyor? Gene açıyor yavaş yavaş.
Delil yapışsa elime, Delil, hâlâ da var. Eskiden daha çok vardı. Yâni -hac- menâsik-i haccı yaptıran rehberler var. Onlara delil; buradaki rehber. Delil yapışsa elime. Niye eline yapışıyor delil? ya. Çünkü biat elle oluyor. El vermek, el almak. Delil yapışsa elime; yâni mürşid elime yapışsa. Eskiden şöyle söylerlerdi: Mürşidler ava çıkarlar, -sayd ü şikâr-. Çünkü mürşidin vazifesi de mürid olacak kimseyi bulup çıkarmak ve ona sahip olmaktır.
Bazen, çoğu kez mürid mürşiddeki güzelliği görür, insanlar ona talip olurlar. Ama öyle halis müridler vardır ki; mürşid ona talip olur. Onu yakalar. O kaçar, o onu yakalar. Ava çıkmak, sayd ü şikâr. Delil yapışsa elime -Yunus burada biraz da kendini öne çıkarıyor yâni-. O da bir nasip yâni. Delil yapışsa elime, ne öğretecek, lebbeyk ne demek? işte geldim emre hazırım. En zor kelime odur. En zor kelime… Dil söyler de gönül söylemez. Yine kadim an’anede mürid için mürşidin elinde şöyle bir benzetme yaparlar; “Gassalin önündeki meyyit gibi” zaten mürid demek iradesini mürşide teslim etmiş adam demektir. Zaten mürid için de irade bahis mevzu değildir.
Bizim büyüğümüz Efendi babam öğretmişti; “En sevdiğim şarkı, -Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına-’’ demişti. Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına. Ne yazmışsa o diyor yâni. Sen ne yapsan boş. Yapacaksın tabi ki ama bileceksin ki; “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına”. Lebbeyk öğretmek zor bir iş. Nefs istemez, “Ben biliyorum” der. Ama böyle, nefse; ‘geldim, emre muntazırım, ne dersen o’. Ashab-ı kiram hazeratı öyle dediler; Hz Sıddîk, Hz.Hatice ve Cenâb-ı Ali. Kadınlardan, yetişkinlerden ve çocuklardan ilk Müslüman olanlar “lebbeyk” dediler. Akıl yürütmediler. Ona yardım hususunda; şöyle şöyle yap, şöyle olsun demediler. Ne dediyse “eyvallah” dediler. Bu, zor bir iş.
•Bir derviş varmış, Efendi ile işte muhabbet ediyorlar; Efendi şöyle diyor, böyle diyor bir noktaya gelmiş, iş biraz çetrefilleşmiş. -Ben bu hikâyelerin böyle biraz kolunu kanadını budayarak anlatıyorum; radyo böyle bir yer çünkü sâmiîn’i görmüyoruz efendim yâni- Efendi öğretmeye çalışır “oğlum eyvallah de”. Eyvallah; hoşnutluktur bu. Dervişin burasına gelmiş, başındaki külâhı, takkeyi çıkarmış “al efendim”, yâni biati bozuyor. “Al efendi külâhını demiş, eyvallah’ı da içinde”. İade ediyor külâhı. Böyle başımıza geldi. Yolu ayırıyor, çok oldu böyle yâni oluyor, dünya hâli.
‘Külâhı al Eyvallah’ı da içinde’
-İçinde. ‘Ben artık sana eyvallah demeyeceğim’ yâni böyle bir hadise. Nefs eyvallah demek istemez. Lebbeyk işte o. Lebbeyk işte böyle bir şey yâni. Her zaman niyaz ediyoruz ki ‘Bizi böyle zor imtihanlarla karşı karşıya bırakma’.
Kulaktan, dilden söylüyorlar, “Lebbeyk. Eyvallah”. Ama öyle bir hâl gelir ki ‘Lebbeyk’ diyemezsin. Leb dersin kalırsın yâni. Evet yâni.
İhram bezini belime, diyor. Biraz evvelki nutk-u şerîfte geçti, belki geçen programlardan birinde ‘’üryan kalmak’’; ihram bezini belinize sarınca üryan kalırsınız siz. Sadece setr-i avret şartı yerine getirilmiş olur. Bir de ihram bezini beline saran huccaca baktığımız zaman şunu görürsünüz; dünyevi hiçbir alamet üzerlerinde bahis mevzu değildir. Sultanı fukaradan, bay ü gedadan ayıramazsınız, herkes aynıdır. İşte delil. Ne yapacak? Yaptığı bu… Önce elini tutacak, bırakmayacak. Sonra, diline “Lebbeyk” öğretecek, “Eyvallah” öğretecek diline. Hayır demeyecek, ondan sonra ihram bezini beline dolayacak. Yâni dünyevi libasları; maddi, manevi. Zâhir eyvallah, zâhirde bir problem yok. Bütün mesele bâtınla alâkalıdır. İhram bezini beline dolayacak. Hiçbir farkınız yok. Farkınız nerede? takvanızda. Onu kim biliyor? yalnız Allah biliyor.
Takva, kalpte gizli olan bir hâldir. Zâhire intikal ettiği anda bütün büyüsü bozulur. Peki, bunları yaptığın zaman ne oluyor? Sana altın oluk sana, altın oluk; işte feyiz başlıyor ilâhi feyiz, ilâhi nur, ilâhi lûtuf, “Sana altın oluk sana / Varan canlar kılar tana”. Aydınlanır diyor varan canlar. Lebbeyk dediniz, ihram bezini belinize sardınız, delil elinizden tuttu. Lebbeyk dediniz, İhram bezi belinize sarıldı, ondan sonra feyiz başlıyor. Canınız, yâni gönlünüz aydınlanıyor. Tekrar dönüyoruz.
Çevre yanı kesme kaya, işte bu; bir anda bir güzellik zuhur etti, o devam etmez. Buna kadim an’ane, ‘kabz ve bast hâli’ diyor. İnsan sinüs eğrisi gibi bir çıkar, bir iner. Açılır kapanır, açılır kapanır. Ancak çok seçkin ruhlar ve çok seçkin kalpler salât-ı dâimun hâlindedirler. ‘Ol’ dâim huzurdadırlar. Onlara gaflet sirayet etmez, edemez. Allah onları muhafaza eder. Her zaman söylüyorum; Rıza-i Bâri, Şefaat-ı Resûl, Himmet-i Ricâl. Hepsi Rıza-i Bâri’den zuhur eder bunların. Kesme kayadır; tekrar dönerseniz kabz hâline, sıkıntı başlar. Ama el kaldırıp ‘amin’ diyeceksin, yapacak başka bir şey yok. Ve gayrete devam. Bu nutk-u şerîfte fakirin zihnine takılan gönlüne duhul eden son sembol diyelim, son remiz.
‘’Akıtırlar hayvan kanı / Esirgemez kimse canı / Şol meydanda koç kurbanı ‘’
Bu koç kurban, bizim manevi tasavvurumuzda, medeniyet tasavvurumuzda manevi dünyamızda teslimiyetinin ifadesidir. Cenâb-ı İbrahim ve Cenâb-ı İsmail’in teslimiyetinin ifadesidir koç kurban hadisesi. Kurbanı tığlamak üzereyken, koç kurban gelir. Neden? teslim oldunuz, hem baba teslim oldu, hem çocuk teslim oldu. İkisi beraber teslim oluyorlar. İşte böyle bir şey… Çünkü yine insan varlığı -ben içinde ben- olarak yaratılmıştır. İçimde bir ben var, dışta da bir ben var. Dıştaki ben bir şeyler yapıyor. İçinizdeki ben rahat etmez. Bu iki ben’in de teslim olması lâzım. O zaman işte koç kurban oluyor. O zaman sizi sürüye sayıyorlar, diriye sayıyorlar, arıya sayıyorlar ve sonunda da Ali’ye sayıyorlar. İllâ Ali.
“Lâ fetâ İllâ Ali”, böyle bir hadise; hepsinin yerleri ayrı tabi hepsi çok muazzez insanlar. Bir şey hatırlamaya çalışayım bakayım. Bir beyit var;
“Şah-ı merdan, Şir-i yezdan, Hayder-i düldül süvar, Lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr”.
Bu da bizim Osmanlı’ya ait bir hadise yâni. Şah-ı merdan Türkçe. Şir-i yezdan, Hayder-i düldül süvar, Lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr. Hepsi birer remiz. Üzerinde bir ömür düşünmeye, düşündükçe tat almaya, tat aldıkça güzelleşmeye kâfi.
Eyvallah. Hocam şükranlarımız arz ediyoruz.
-Estağfurullah, biz teşekkür ederiz.
Bir beste- Gani Mevlâm nasip etse / Varsam ağlayı ağlayı