Euzübillâhimineşşeydânirracîm Bismillahirrahmanirrahim.
Elhamdulillahi Rabbi'l âlemîne hamden kesîran tayyiben mübareken fîh. Kemâ yenbeğı li celâli vechihî veli azîmi sultanih. Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahü bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ be'd
Ve bihî kâle Seriyyü: Ahsenü’l-eşyâi hamsetün: el-Bükâü ale’z-zünûbi ve islâhu’l-uyûbi.
Yine yukarıda zikredilen rivayet zinciriyle bildirilmiş.
Kimmiş o râvîler?
Ebu’l-Abbas Ahmed b. Abdillah-i Kirmîsînî, ondan sonra Ali ibni Abdülhamid el-Gadâirî ismini hatırlıyoruz. Seriyy-i Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin dayısı oluyordu hatırlayacaksınız.
Ahsenü’l-eşyâi hamsetün: El-bükâü ale’z-zünûb ve islâhu’l uyûb. Ve tâ’atü allâmi’l guyûb ve celâu’r-reyni ani’l kulûb ve ellâ tekûne li külli mâ tehvâ rakûb buyurmuş.
Müsecca’ bir ifâde kullanmış; yani sözlerinin sonu ses benzerliği ile süslü, sanatlı, güzel bir hikmetli söz söylemiş. Bunların söz sanatları da olması dolayısıyla Arapçasını bilenler böyle yazarlarsa daha iyi olur. Seriyy-i Sakatî hazretleri buyurmuş ki:
"Ahsenü’l-eşyâi"
Her şeyin en güzeli, bütün şeylerin en güzeli.
Eşyâ şu bizim kanepe, koltuk filan dediğimiz şey mânasına değil; şey sözünün çoğulu. Şeylerin en güzeli. Etrafımızda, zihnimizde yeri olan varlıkların, her şeyin en güzeli. Davranışların buradaki davranışlar olduğu anlaşılıyor. Şimdi insan davranışlarının, tavırlarının, zihniyetinin, düşüncelerinin en güzellerini sayacak.
Bir;
"El-bükâü ale’z-zünûb"
Günahlara ağlamak
Bunu çok seviyor, çok beğeniyor. En güzeller arasında ilk önce bunu saymış. İnsan günahına ağlayacak.
İki;
"Ve islâhu’l-uyûb"
Ayıplarını düzeltmesi. Başkasının ayıplayacağı hallerini ıslah edip, düzene sokup güzel hale getirmesi, salih, uygun, iyi hale getirmesi.
Üç;
"Ve tâ’atü allâmi’l-guyûb"
Allâmü’l guyûb olan Allah’a taat etmek. Taat; itaat etmek, Allah’ın emrettiği ibadetleri yapmak, yolunca gitmek demektir. Ama niye tâatullah (Allah’a itaat etmek, Allah’a kulluğu güzel yapmak, sözünü dinlemek) demiyor da tâ’atü allâmi’l-guyûb diyor?
Allâmü’l guyûb ne demek?
Gâibleri çok iyi bilen demek. O sıfatını söylüyor. İki sebepten söylüyor. Bir; ses benzerliği olsun diye (zünûb, uyûb, guyûb) birbirleriyle ses bakımından benzeştiği için kullanmış. Ama bir de, sen Allah’a ibadet ediyorsun ama senin içini de, kalbini de görüyor. Gaybı biliyor, içindeki hallerini de biliyor. O gaybı bilen Allah’a öyle itaat et. Hiçbir şeyin gizli kalmadığı, her şeyi bilen, gayba âlim olan, gaybı bilici olan Allah’a itaat et.
Şöyle bir nükte seziliyor ki; hiç kimsenin görmediği yerde bile kusur işleme, herkesten sakladığın içini bile düzgün hale getir, içinde bile bir fesatlık, terslik, aykırılık olmasın demek istiyor. (Bu sıfatı kullanmasıyla) Allah’ın çeşitli esmâ-i hüsnâsı var. Allâmü’l guyûb ismini kullanması bundan.
Dört;
"Ve celâu’r-reyni mine’l kulûb" Kalplerden pası silip kalbi cilalamak.
Beş;
"Ve ellâ tekûne li külli mâ tehvâ rakûb"
Ellâ (en lâ’dan mürekkeb) tehvâ yani senin hevâ ve heves ettiğin, istediğin her şeye kalkışmamandır. Nefsinin istediği hevesâta, hevâ-i nefse kalkışmaman, onu yapmaya girişmemendir.
Bu beş şey güzeldir. En güzeldir. Güzel şeylerin en güzelleri bunlardır. Dünya ehli ağlamayı sevmez. Gülmeyi, eğlenmeyi, çalgıyı, oyunu, kahkaha ile zevk ile keyf ile vakit geçirmeyi sever. Ama günahına ağlamaya "en güzel şey" diyor.
Neden güzel?
Sonucu itibariyle insanı kötülüklerden çekip, iyilikler yapmaya sevk edip âhiretini kurtaracağı için güzel. Evet, bu dünyada ağlıyorsun ama âhirette güleceksin. O bakımdan insanın günahını düşünmesi lazım ve hiç unutmaması lazım.
Büyükler demişler ki:
"Günahlarını hiç unutma, iyiliklerini hemen unut."
Ne demek istiyorlar?
Günahlarını unutma, daima hatırında olsun; bir daha günaha düşmemek için uyanık bulun. İyiliklerini unut. Çünkü "ben şuna iyilik yapmıştım, ben buna iyilik yapmıştım" diye hem başa kakabilirsin, oradan zarara uğrarsın, sevabı kaçar. Hem de "ben şöyle iyilik yapmıştım, böyle iyilik yapmıştım binâenaleyh kurtulmuş sayılırım" diye rehâvete düşersin, ondan dolayı zarara uğrarsın. Şeytan insanı öyle gevşetebilir. Onun için insanın iyiliklerini değil de günahlarını, hatalarını daima hatırında tutması ve ağlamak lazım. Çünkü bu mânada gözyaşı, yaptığı günahlara pişmanlık duyup da ağlamak cehennemin ateşini söndürüyor. Cehennemin ateşi kâfir için yanacak da, o kimsenin cehenneme girmemesine sebep oluyor demek. Cehennemin ateşi günahkâr bir kulun ağlamasından dolayı onu yakmayacak, onu yakacak yerde olmayacak demektir.
Ve bu ifade, "iki göze cehennem ateşi değmeyecek…" diye hadîs-i şerîfi hatırlatıyor.
Birincisi;
"Aynun bâted tahrusu fî sebîlillah" Allah yolunda hudutlarda Müslümanların bekçiliğini yapan o mücâhidlerin, murâbıtların gözlerine cehennem ateşi değmeyecek. Çünkü Allah rızası için Müslümanların hudutlarını koruyorlar.
İkincisi de;
"Aynun beket min haşyetillah" Allah korkusuyla ağlayan göz. Hatanı düşünüp de ağlıyorsan, içine bir pişmanlık girip de ağlıyorsan bu göze cehennem ateşi değmeyecek.
O halde hatalarımızı düşünelim. Muhasebemizi yapalım. Yaptığımız şeyleri sıralayalım.
Burada aslında her şeyi tam hudutlarıyla söylememiz gerektiği için bir noktayı daha söylememiz lazım. İnsan tamamen hatalarını, günahlarını düşünüp de ağlama duygusu onun içine gark olur kalırsa o zaman hiç ümidi kalmaz. "Allah beni cayır cayır yakacak, eyvah mahvoldum, perişan oldum, bittim, yok oldum" filan der. Bu halin galebesi de makbul değil. İnsan dengeli, ölçülü durumda olacak. Allah’tan ümidini de kesmeyecek. Çünkü öyle âyet-i kerîmeler var ki şöyle emrediyor:
"Lâ taknetû min rahmetillâh"
Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.
Öyle hadîs-i şerîfler var ki insanın ümidini arttırıyor. Meselâ âhirette Allah rahmetiyle tecelli edecek, kulları öyle affedecek, öyle affedecek, öyle affedecek ki şeytan bile bir ara heveslenecek. "Dur bakalım ne oluyor acaba ben de affolunacak mıyım?" diye mel’un kendisi bile af olmayı biraz ümit etme durumuna girecek. Bakacak ki herkes Allah’ın rahmetine eriyor, affediliyor. Kendisi bile ümit edecek. Demek ki Âlemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ tecelli edecek, çok affedecek. Bunu da düşünmek lazım. Hele âhir ömrüne doğru bunu daha çok düşünmek lazım. Zaten insan âhir ömründe pek günah işlemez. Ne yapmışsa büyük ölçüde delikanlılığında, gençliğinde yapmıştır. Hataları, kusurları, isyanları, delilikleri, divanelikleri o zaman yapmıştır. Yaşlanınca da Allah’ın rahmetinin biraz daha geniş olduğunu, Allah’ın lütfuna ereceğini daha çok ümit edecek.
Bu, yaşlılara tavsiye.
Ben bir şeyden daha da ümitleniyorum ve heves ediyorum. İslâm’da doksan yaşını geçmiş kula hesap olmayacak diye herkesin doksan yaşını geçmesini temenni ediyorum.
İkincisi;
"İslâhu’l-uyûb"
İnsan bir düşünme sonunda günahına ağlayacak. "Falanca zaman günah işlemiştim, filanca zaman şu günaha bulaşmıştım…" diyecek. Ondan sonra o günahlar neden oldu, o ayıplar niye ortaya çıktı, niye ayıp etti, niye o hataları yaptı düşünecek, o ayıplarını ıslah edecek.
"Bende sinirlilik huyu var, bende hırs huyu var, bende tamâhkârlık var, bende cimrilik var, bende nekeslik var. İşte o cimrilikten onu yapmadım da oradan o sevabı kaçırdım. Falanca yerde, şurada o hırsıma mâni olamadım da şunu yaptım"
Hatasının kaynağını teşhis edecek, ayıplarını ıslah edecek. Devamlı böyle bir çalışma içinde olması lazım. Hepimizin böyle olması lazım. Bu işin başka çaresi yok.
Günahlarımızı bir taraftan düşüneceğiz, tevbe ve istiğfar edeceğiz, ağlayacağız. İkincisi de, kaynaklarını kurutmaya çalışacağız. Duvardaki sivrisineği öldürmek yetmiyor. Sivrisineğin bataklığını kurutmak lazım. Sivrisineğin üremesine engel olmak lazım. Burnuna konan sineği kışalamak veya bir sineklikle çat diye üstüne vurmak yetmiyor. Çöp bırakmamak lazım, sineklerin üreyebileceği yeri bırakmamak, pislik bırakmamak lazım. Oraları temiz tutmak lazım. Ana vazifelerimizden biri ayıplarımızı ıslah etmek olacak. Benim ayıbım, kusurum nedir diye düşüneceğiz. Ayıplarımızı, kusurlarımızı ıslah etmeye çalışacağız. Onarmaya, düzeltmeye, iyi hale getirmeye gayret edeceğiz.
"Ve tâ’atü allâmi’l guyûb"
Gaybları çok iyi bilen Allah’ın itaatinde, ibadetinde, yolunda olacağız. Hayrât u hasenâtta olacağız. Bu da dinimizi bilmekle, nelerin sevaplı olduğunu bilmekle olur. Bir liste yaparsın onları yapmaya çalışırsın. Şunlar şunlar şunlar sevaplı, şunlar şunlar şunlar yasaklanmış günah! Bunları yapmayayım.
Bazı şeyleri anadan babadan öğrenmişiz biliyoruz. Meselâ içki içmeyiz, haram yemeyiz, hırsızlık yapmayız. Ama bazı şeylerde, şeytan bizi çok aldatır, aldatıyor. Çünkü önem vermiyoruz; meselâ gıybet, dedikodu, laf getirip götürmek, suizanda bulunmak gibi, yalan gibi şeyleri de tespit etmeliyiz. Bilmeliyiz ki bunlar da büyük kusurlardır. Bunları da yapmamamız lazım diye kendimize hâkim olmalıyız.
"Çıkar ağzından baklayı" diyorlar, ne demek?
Eskiden adamlar kendi diline hâkim olmak için hocalarının okuduğu baklayı ağızlarına koyarlarmış. Bakla sert olur, kabuklu olur, ağızda kolay erimez, ağzında tıkır tıkır bir şey mevcut. Tam bir şey söyleyecek, takırdayacak. İnsan ağzında bir şey varken güzel konuşamaz, hatta yemek yerken çocuklarımıza;
"lokmanı ye, yut da öyle konuş. Ağzında lokma varken konuşma." deriz. Ağzında bu takır takır bakla varken konuşmuyor.
O baklayı niye koydu?
Kötü söz söylemeyeyim, gıybet etmeyeyim, dedikodu yapmayayım, günah söylemeyeyim, küfretmeyeyim diye.
Adam alışkın, meselâ hanımlar geliyor beylerinden şikâyet ediyorlar. "Bizim bey küfürbazdır, kızdı mı küfreder" diyor.
Ne olacak?
Demek ki kimse gıybet etmesin, diliyle günah işlemesin, Allah’ın yasakladığı şeyleri diliyle yapmasın diye seri halde ağızlara birer okunmuş bakla koyacağız.
"Ve celâu’r-reyni mine’l kulûb"
Kalplerden pasları silecek. Bir mobilyayı yapıyorlar ham oluyor. Ondan sonra üstüne birçok işlemler yapılıyor, cila oluyor parlıyor. Mobilyanın cilası var, ayakkabının boyası ve cilası var, mücevherâtın cilası var, düğmeler vesaire bile imâl ediliyor. Ondan sonra bir cilalama işleminden geçiyor. Yani parlatmak demek. Üstünde pası vesairesi var; silmek, düzleştirmek, düzeltmek demek.
Kalp dediğimiz şey gönül demek. Et parçası demek değil; gönül demek.
Gönlün pası nedir?
Gönülden pası sileceğiz. Gönül umumiyetle aynaya benzetilmiştir.
Ayna da eskiden camla yapılmıyordu. Bunu da biraz izah edelim. Eskiden ayna gümüşten oluyordu. Gümüşü parlatıyorlardı, o gümüşe bakınca kendilerini görüyorlardı. (Bizim kendimizi tenekede gördüğümüz gibi) Camın arkasına bir şey koyup da ayna yapmak sonradan bulunmuş bir usul. Şişe vardı, şişeyi biliyorlardı ama şişeyi düz döküp arkasına bir şey koyup da ayna yapmak, yeni bir ayna usulü. Eskiden aynalar metal yüzey şeklinde oluyordu. Meselâ gümüşten oluyordu. İyice silindiği, cilalandığı zaman cisimler aksediyordu. Yüzüne baktığı zaman yüzünü görebiliyordu, büyük bir ayna. Ama biraz durdu mu gümüş okside olur, paslanır, kurşunî renk alır. Silinmezse o zaman iyi göstermez.
Onun için kalpler yani gönüller aynaya benzetilmiş ama şimdiki aynalar gibi değil. Şimdiki aynaları da eskilerin düşüncesine bazen şöyle uydurabiliyoruz. Sinekli bir yerde bir berber düşünün. Dükkânını yıllarca açmamış, sinekler gelmiş gitmiş aynaya konmuşlar, camın üstünü pislemişler. Baktığınız zaman yüzünü göremiyorsun. İşte onun silinmesi lazım. Veyahut bir arabanın ön camına çamur vesaire geliyor. İyice silmezsen öbür taraf görünmüyor, bunun gibi. Kalp ayna gibidir bunun üstünden pas silinecek, kalp parlayacak.
Parlayınca ne olacak?
Gönül âyinesinde tecelliler müşâhede edilecek. Bazı şeyler görünecek. Parlayınca gönül âyinesinde görünmeyen şeyler görünmeye başlayacak. Herkesin bir gönlü var. Kapattığımız zaman gönül âlemi gözümüzün önünde oluyor ama bu gönül âlemi günahlardan kararıyor. Zikrullahla, tasavvufi kalbi sâfileştirme çalışmalarıyla, ibadet ve taatle bu gönlün pası gittiği zaman tecelliyât-ı ilâhiyye o zaman orada müşâhede olunur. Gönül âyinesinde nice tecellileri müşâhede etti, ediyor. Diye kitaplarda bu yazılır.
Demek ki gönül âyinesindeki paslar silinecek ki o tecelliler müşâhede olunsun.
Gönül âyinesindeki paslar nelerdir?
Hadîs-i şerîfe göre günahlardır. Bir insan bir günah işledi mi onun gönlünde bir nokta peyda olur. Bir günah daha işlerse bir siyah nokta daha peyda olur. Bir tane daha işlerse bir nokta daha peyda olur. Bu noktalar çoğaldığı zaman gönül kapkara olur, hiçbir şey görünmez. Hiçbir maariften hiçbir şeyi görmez. Mânevî hallerden hiçbir şeyi sezmez hale gelir. Günahlardan arındığı zaman mânevî hakikatleri görür, anlar, sezer ve yaşar hale gelir.
Demek ki günahlar, gafletler, cahillikler kalbin pasıymış. Onların silinmesi lazım. Yani bu çok güzel bir şeydir.
"Kalbin pasını silmek en güzel şeylerdendir" diyor. Nasıl silineceğini de söylemiyor, burada kısa söz söylemiş.
Hadîs-i şerîflere göre kalbin pasının gitmesinin bir yolu; ölümü düşünmektir. Ölüm düşüncesi kalbin pasını giderir. Ölümü düşünen insan bu dünyanın fâniliğini anlayan, bir gün kara toprağa gireceğini, kemiklerinin bile ufalanıp çürüyeceğini, sonra da ve’l-ba’su ba’de’l-mevt ile âhirette tekrar dirildiği zaman mahkeme-i kübrâda Huzuru Rabbü’l-İzzet’e varacağını, sevaplarından, günahlarından, hayatının her anından hesap vereceğini, eğer iyi bir kulsa cennete gideceğini, kötü bir kulsa belasını, cezasını bulacağını, cehenneme atılıp cayır cayır yanacağını düşünür. İşte bunları düşünmek, kalbin pasını götürür. Onun için büyüklerimiz, bizim Nakşî tarikatinde râbıta-i mevt, tefekkür-ü mevt, tezekkür-ü mevt demişler. Zikre oturduğu zaman, zikre başlamadan önce ölümü düşünmeyi ondan tavsiye etmişler ki; insan bu halleri düşündüğü zaman "haa bu dünya fâni, ölüm mutlaka gelecek, ölümden kaçmak mümkün değil" desin.
İnsanın elinde değil, nereye kaçacaksın?
Nereye gitsen, kırk tane kapının arkasına saklansan da Azrail gelir insanın canını alır. İnsan, sıhhatini korumayı o kadar istediği halde bile bilemiyor. Hasta oluyor, hastanelere düşüyor, ameliyatlar oluyor. "Bu ölüm olduğuna göre ben de Allah’ın yolunda yürüyeyim, iyi kul olayım" diye dünyaya olan meyli ve günahlara olan iştahası kesilir. O zaman âhirete rağbeti artar. Bu bir.
Yani ölümü düşünmek kalbin pasını giderir. Bunu güzelce düşünmek, iyice yerleştirmek lazım ve bu ölümün ne zaman geleceğinin belli olmadığını hiç hatırdan çıkarmamak lazım. Belki şimdi, belki biraz sonra.
Ben Ankara’da Cuma hutbesi veriyordum, arka taraftan birisi küt diye devrildi. İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn öldü. Cuma günü camide ölüverdi. Cuma namazına geldi, camiden cenazesi çıktı.
Ne zaman olacağı bilinmez, genç ve yaşlı ayırımı da yok. Bazen bir trafik kazası oluyor, başka sebep oluyor genç bir kimse ölebiliyor. O halde ölümü düşünmek ve ölümün hakikaten etrafımızda dolaştığını düşünmek önemli.
Yunus Emre’nin biraz benzetmeli bir sözü var:
Halkı bostan edinmiştir
Dilediğin üzer ölüm.
"Üzmek" koparmak mânasında. İp üzüldü yani koptu derler. Üzmek yani hüzünlendirmek, canını sıkmak mânasında değil de kopmak mânasında.
İnsanın bostan tarlasına girip bir tane bostanı alıp, karpuzu kavunu alıp koparıp gittiği gibi Azrail geliyor halkı bostan tarlası gibi dolaşıyor. Bir tanesini koparıp alıp gidiyor diye de benzetmeyi böyle yapmış, kimi koparacağı belli olmaz. Kim olgunlaşmışsa, kimin vadesi gelmişse onu koparacak, o halde ölüme daima hazır olmak lazım.
Birkaç vesileyle söylediğim gibi tasavvufun aslı, esası, önemli ihtiyâtî tedbirlerinden birisi ölüme daima hazır olmaktır. Onun için devamlı abdestli geziyoruz. Zikr-i müdâm haline ermeğe çalışıyoruz. Zikr-i müdâm haline (dâimî zikir haline) ereceğiz ki abdestli olarak dilimiz zikrullahla meşgul iken canımızı verelim.
Çünkü en hayırlı ölüm;
"En temûte ve lisânike rabbün min-zikrillah"
Senin Allah’ın zikriyle, dilin ıslak ve ter ü tazeyken öyle ölmen. Dilinde Allah’ın zikri varken ölmen deniliyor. İşte onun idmanıdır. En dikkatli şekilde hazırlanmak, âhirete Allah’ın sevdiği bir kul olarak göçmenin tedbirini en güzel tarzda almak yoludur. Ölüm düşüncesini güzel yapmak, bu bir.
İkincisi de zikrullahtır. Kalbin pasının gitmesinin bir yolu da zikir ile meşgul olmaktır.
"Zikrullâhi cilâu’l kulûb" diye levhalarda okumuşsunuzdur, görmüşsünüzdür. Allah’ı zikretmek kalbin cilâsıdır.
Kalbi parlatan, gönül âyinesini pırıl pırıl yapan ve insanın ilâhî hakîkatlere ermesini sağlayan, ârif olmasını sağlayan, ma’rifete sahip ârif bir kul olmasını sağlayan bir şey de zikre devam etmektir. Çünkü kalbin pırıl pırıl olması son derece önemlidir, lazımdır. Bu da zikirle pâk olacağından hepsi ona müdâvemet etmişlerdir.
Kalp pâk olsun diye değil de Allah zikri emretmiş diye yapılıyor ama sonuç olarak bu emir yapıldığı zaman da insanın kalbi sâfîleşiyor, pırıl pırıl parlıyor.
"Ve ellâ tekûne li külli mâ tehvâ rakûb"
Nefsinin her dediğini yapmamak. Nefsin atına binip deh deyip de, kamçıyı vurup çılgın bir şekilde gitmemek. Ata bindin; at deli, gemi azıya almış, laf dinlemez, söz dinlemez. Sen de kamçıyı şaklattın "yürü, nereye gidersen git!" Bu, ya seni uçuruma atacak, kendisi de düşecek sen de düşeceksin ya da seni bir dala takacak. Kendisi dalın altından geçer, sen eğerinin üstüne dala takılırsın, aşağıya gümbürdersin. Yani at, gemi azıya aldı da koştu mu o zaman çok zor. En iyisi boynuna sarılmak, en iyisi karnına geçmek. Bazı cambaz süvariler öyle yaparlarmış. Yoksa seni bir dala takar, gözünü çıkartır, kolunu kopartır, başını patlattırır. Bu nefsi bazıları ata, bazıları ite benzetmişler, ama hoş bir şey değil bu nefis. Neye benzerse benzesin iyi bir şeye benzemiyor. Bu nefsin atına binip de her dediğini yapmamak lazım.
Bunu yapabilir miyiz?
Bu bir alıştırma işidir, kolay değildir.
Canın ne istiyor şimdi?
Çay istiyor, içme bakalım.
Canın ne istiyor şimdi?
Yatmak istiyor, yatma bakalım.
Canın ne istiyor şimdi?
Şöyle bir şey olsa da şunu yapsam bunu yapsam, yapma bakalım.
Yapmaya alışırsın, her zaman yine söylediğim bir husustur ki oruç, nefsin isteklerini yapmama egzersizidir. Aslında oruç bir alıştırmadır. Su içebilirsin, su helal; yemek yiyebilirsin, yemek helal ama Allah celle celâluh bizi nefsin her istediğini yapmamaya alıştırmak için Ramazan’da bir ay orucu farz kılmış, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz de pek çok hadîs-i şerîfinde bu işi sadece Ramazan’da yapmamamızı, başka zamanlarda da yaparsak sevap olacağını bildirmiş. Yani bu nefsin her dediğini yapmamaya alışmalıyız.
İçimizden kopup gelen her arzunun yapılmamasını, yapmamamız gerektiğini anladığımız zaman mutlaka kendimizi tutmaya alışmalıyız.
"Canım, hakkımdır para verdim, keyif benim, kişi gönlünün sultanıdır, ne istersem onu yaparım, demokrasi var, bana kimse karışamaz" bu gibi laflar iyi, güzel ama sen şu nefse esir olmamaya, istediği her şeyi vermemeye kendini bir alıştır. Çünkü sen buna istediği her şeyi verirsen bu solucan ejderha olur. Küçüktür, solucandır ezebilirsin. Ejderha olduğu zaman yedi başlı ejderha olur. Senin kılıcın her başını kesemez, o seni parçalar. Nefsi şımarttığın zaman her istediğini yerine getiriyorsun, her istediğini veriyorsun. Cebinde paralar var, cüzdanın kabarık, keyfin yerinde, altında araba, kazancın tıkırında… Ondan sonra nefsi ne isterse onu yapıyor.
İnsan, nefsin her dediğini verdiği zaman bu işin sonu ya mezarlıkta, ya hapishanede, ya mahkemede, ya karakolda biter. Onun için insan, nefsin arzularını dizginlemeyi öğrenmeli. Eskiler bunu çok güzel öğretiyorlardı, çok söylüyorlardı, çok söylenmeden de anlaşılmaz. Önemli şeyleri çok söylemek lazım.
Niye Fâtihâ sûresini çok okuyoruz? Niye namazı çok kılıyoruz? Niye rekâtları çok yapıyoruz? Niye zikri çok yapıyoruz?
Bir şey önemliyse bir defa söylesen önemini hiç kimse anlamaz.
"Allah’ı zikret."
"Tamam" bir söylemiş geçmişsin, laf arasında unutulur gider. Ama bunu çok söylediğin, ehemmiyetine çok vurgu yaptığın zaman bu, insanın kafasına yavaş yavaş işler. Sert bir ağaca çekiçle çiviyi vurdukça çivinin oduna girdiği gibi tak tak tak o zaman girebilir. Başka türlü girmez. O bakımdan bunu çok söylememiz lazım. Nefsinin arzusunu yerine getirmemek. Eskiler bunu çok iyi biliyorlardı. Meselâ Padişah Kanunî Sultan Süleyman, şiirinde ne diyor? (Kendisinin mahlası, şiirdeki adı Muhibbî)
Nefs hazzın ey Muhibbî,
Vermegil hayvan sıfat.
Zabt-ı nefs et, ârif ol,
Âlemde insanlık budur.
Burada şunu demek istiyor. Meselâ kedi hayvan olduğundan, sen tesbih çekerken dayanamaz, durup dururken gözünü açar, gelir hop eline atlar.
Neden?
Kıpırdayan bir şey gördü mü dayanamaz. Hayvan ona alışmış, ne yapsan, hop bakarsın eline atlamış, elini tırmalamış; çare yok. Meselâ uslu ya da uyuz bir köpek yanından bir kedi geçerse hop hemen ayağa kalkar.
Neden?
Tabiatının icabı yapar. Hayvan, tabiatının yani nefsinin her istediğini hemen yapar, hemen yapmak ister, yapmak için mücadeleye girer. Balık, yemi görünce hemen atılır. Düşünmez. Ama insan, nefsinin istediğini aklı ile ölçer.
Ben bunu yapmalı mıyım? Yapmamalı mıyım?
Eğer aklı yapmaması gerektiğine hükmediyorsa canı çekse bile, çok istese bile, yansa yakılsa bile onu yapmaz, kurtulur. Nefsini dizginleyemeyen yapar, cezasını bulur. Ya günaha girer, ya felakete uğrar. Onun için nefsin her dediğini yapmamayı kendimize çok çok söylemeliyiz ve çok çok egzersizini yapmalıyız. Normal, meşru olaylarda da kendimizi nefsin dediğini yapmamaya alıştırmalıyız ki gayrımeşrû şeylerde yapmamaya haydi haydi alışalım.
Beş şeyi söyledi, hepsi güzel.
"El-bükâu ale’z-zünûb"
Günahlarına ağlama
"İslâhu’l uyûb"
Ayıplarını ıslâh etmek ,kendisinin ayıplarını ıslâh etmesi,
"Ve tâ’atü allâmi’l-guyûb"
Gaybları bilen, her şeye âşinâ olan, vâkıf ve âgâh olan Allah’a itaat etmek, emrinde, yolunda olmak, âsî olmamak, günaha dalmamak.
"Ve celâu’r-reyni mine’l kulûb" Zikrullahla ve ölüm düşüncesiyle kalplerden pasları silmek.
Pasların günahlar, gafletler, cahillikler, kötü huylar olduğunu söylemiştik. Nefsin her istediğini yapmamak, nefs atına binip de koşmamak, nefsin hevâsı yolunda koşturmamak.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âlâ'da Peygamber-i zişânımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleri ile mütene'ım eylesin.