Prof. Dr. Sadettin Ökten’le inşallah bugün Hacı Bayram Velî, iki nutk-u şerîfi alacağız, okuyacağız, dinleyeceğiz. Hocamız da şerh eyleyecekler.
Noldu bu gönlüm noldu bu gönlüm
Derd-ü gamınla doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm
Yan ey gönül yan yan ey gönül yan
Yanmada oldu derdine derman
Pervane gibi pervane gibi
Şem'ine aşkın yandı bu gönlüm
Gerçeğe yandı gerçeğe yandı
Rengine aşkın cümle boyandı
Kendi de buldu kendi de buldu
Matlabını hoş buldu bu gönlüm
El fakru fahri el fakru fahri
Demedi mi âlemlerin fahri
Fahrini fakrin fahrini fakrin
Mahv-u fenada buldu bu gönlüm
Sevad-ı a'zam sevad-ı a'zam
Bana olupdur arş-ı muazzam,
Mesken-i canan mesken-i canan
Olsa acep mi şimdi bu gönlüm
Bayramî imdi Bayramî imdi
Bayram edersin yar ile şimdi
Hamd-ü senalar hamd-ü senalar
Dost ile bayram kıldı bu gönlüm
-Evet, bu çok bilinen, çok okunan Anadolu’yu adeta yeniden inşa eden o büyük medeniyet hamlesinin temel taşlarından biri olan bir nutk-u şerîf. Anadolu’daki dört büyük velî, evtad-ı erbaa tabir edilen hazret, pir; Cenâb-ı Mevlânâ, Hacı Hünkâr Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram Velî Ankaravî ve Kastamoni’de Şah Şaban-ı Velî. Bunlar Anadolu’nun dört ana direği. Nasıl Aktab-ı Erbaa var, Seyyid Abdulkâdir, Rufai Hazretleri, Bedevi ve Düssûkî Hazretleri. Bunlar umumi, dört büyük mezhep imamı var, dört halife var. Bu İslam medeniyetinde dört mühim bir sayı. Anadolu’nun İslam medeniyetine dönüşmesinde temel taşlarından, çok mühim bir köşe taşı Hz. Bayram Velî, onun çok mühim bir nutk-u şerîfi bu. Bu nutukta hazret;
Noldu bu gönlüm noldu bu gönlüm / Derd-ü gamınla doldu bu gönlüm / Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm / Yanmada derman buldu bu gönlüm, yaratılmış her nesnenin ve her öznenin bir hikmeti vardır, yaratılış hikmeti vardır. Cenâb-ı Allah abesle iştigal etmez. Boş iş yapmaz, anlamsız iş yapmaz. Her ne kadar ben anlamsız, boş filan deyince aklıma hemen absürt kelimesi gelir Frenkçe bir kelime, anlamsız boş demek, her ne kadar sadece akılla düşünen ve bu kâinatın esrarını akılla çözmeye çalışan feylesoflar bunu çözemeyince kainatın esrarını, bu kainat boştur, absürttür derler ise de İslam medeniyeti öyle söylemiyor. Diyor ki, bu kâinatta hiçbir şey boş değil, zamanı ve zemini var, mühleti var, hepsinin bir hikmeti var, yaratılışın hilkatin hikmeti vardır diyor.
Peki, nasıl anlayacağız? akıl yetmez diyor. Hikmet, onun ötesinde muhabbet lâzım diyor. Muhabbeti ihmal ederseniz sadece akılla bu kâinatı çözemezsiniz. Bu umumi bir giriş oldu, şimdi hususa gelelim; her yaratılanın bir hikmeti olduğu gibi gönlün de bir hikmeti var, gönül yaratılmış, fizyolojik bir şey değil gönül dediğimiz hadise, ruh da öyle bir şey fizyolojik değil. Yürek fizyolojik bir şey işte karıncıkları var, kulakçıkları var, aortu var, şusu var, busu var. Kardiyologlar buna bakıyorlar, bir de kalp doktorları var, tabîb el kulûb dedikleri eskilerin, ey tabîb el kulûb, ya tabîb el kulûb dedikleri, o kim o? kalpteki hastalıkları tedavi ediyor, ucb hastalığını tedavi ediyor, kibri tedavi ediyor, endişeyi tedavi ediyor. İnsanlar kaygı duyarlar, endişe ederler, yarın ne olacak, bırak yarının da sahibi var. Onu tedavi ediyor, onlara da tabîb el kulûb diyorlar.
Şimdi onların yerine başka bir meslek türedi ama o mesleğin müntesipleri de böyle bir tabîb el kulûba muhtaçlar. Kendileriyle konuşursanız bunu söylüyorlar zaten. O başka bir şey yâni hayatın insanın bir takım evrensel açmazları var onları akıl tedavi edemiyor ilim tedavi edemiyor. Ne tedavi ediyor? muhabbet tedavi ediyor. Neyse, demek ki bu büyük abidevi nutk-u şerîfin giriş dörtlüğünde Cenâb-ı sultan Hz. Hacı Bayram Velî gönülden bahsediyor. Gönlüme ne hâlet oldu diyor ve yanmaya başladı diyor. Ha demek ki, gönülün de fonksiyonu, işlevi yeni tabiriyle yaradılış hikmeti yanmakmış. Şöyle söyleyelim; gönlün yaratılış hikmeti sevmektir, aşktır, muhabbet etmektir. Geçen sohbetlerde de ifade etmeye çalıştık. Sevmek gönlün fonksiyonunun, işlevinin, yaratılış hikmetinin en basit düzeyi, ilk kademesi. Bu sevgi bir iptilaya, bir büyük hasrete, bir büyük duygusal enerjiye dönüştüğü zaman buna aşk diyoruz. Bir cünun hâli o, âşık sevdiğinden başka hiç kimseyi gözü görmez ve aşkın tedavisi olmaz.
Yanmaktır efendim biricik çaresi aşkın diyor, Yaman Dede bir nutk’unda. Ama bu aşk denizi cuş u nuşa geldi, fırtınalar geçti, duruldu, çok tatlı bir deniz oldu. Fırtına başından fırtına geçmiş adam, hani sorarlar, çok yaşayan mı bilir, çok gezen mi bilir, çok gezen daha çok biliyor niye? başından çok macera geçmiştir. Gönül de böyle. Bir aşk denizine tutuldu fırtına çıktı sonra duruldu. O deniz artık bir önceki deniz değildir, fırtına görmüş denizdir o, aşkı tanımış bir kalptir o.
Rahmetli Fethi Ağabey sorardı, ‘Hiç âşık oldun mu?’ Onun maksadı senin hayatını merak etmiyor adam. Kalbin diyor aşk tattı mı, sevmeyi biliyor mu, başından geldi-geçti. Aşk acısı tadan aşk muhabbeti, aşk lezzeti tadan bir kalp tatmayan bir kalbe benzemez. Farkı ne? egoist olamaz istese bile, farkı burada. Aşkı tatmayan adam bencil olur. Bu bencillik sadece bildiğimiz egoizm mânasına değildir. Her şeyi ben bilirim, insanlar bana sorsunlar, doğrusu bendedir, bu da bir egoizmdir. Yâni Rabbena hep bananın ötesinde farklı farklı bencillikler vardır. İlmi bencillik vardır, sanat bencilliği vardır-benimki en yüksek- Ama aşk acısını tatmışsa aşkın çünkü kula getirdiği acziyeti, çaresizliği, çözümsüzlüğü tatmışsa o zaman o bilir ki, haa her şeyin bir sahibi var. Bunu hisseder, teslim etmeyebilir ama bunu hisseder. O zaman o acziyeti tatmış olur, aşk aynı zamanda insana acziyeti tattırır.
Yanmada derman buldu bu gönlüm, diyor Hz. Şeyh, pir. Şunun için gönül aşk için, sevmek için yaratılmış, sevmek dedik, aşk dedik, muhabbet dedik. Aşk tatmış gönül, deniz coşmuş, fırtına, rüzgâr, boran, dalgalar kabarmış, sahili dövmüş, sahil dediğimiz ne? ten. Bedeni dövmüş, sapsarı olmuş, gözler çökmüş, yemez-içmez olmuş, dalgalar bedeni dövüyor. Sonra bu hâl bitmiş, durulmuş ama başından aşk geçmiş bir gönül, muhabbet ehli olmuş, tatlı tatlı gülümsüyor hayata bakıyor, bu da geçer ya hu diyor. Böyle bir muhabbet ehli olmuş. Gönlün işte yaratılışının sebebi, hilkatinin sebebi yanmak. Aşk ateşine düşmek. Yanmada derman buldu bu gönlüm, dediği yâni gönlüm yaratılış hikmetinin sırrına, künhüne vakıf oldu, bunun yaratılış hikmeti yanmaktı, sevmekti, aşk ateşine düşmekti, düştü. O halde gönlün dermanı bu, niye? çünkü yaratılışına göre bir iş yapmaya başladı, diyor.
Yan ey gönül yan, yan ey gönül yan, gönlüne hitap diyor. Yanmada oldu derdine derman, yukarıdaki tekiden burada bir daha söylüyor. Pervane gibi pervane gibi / Şem'ine aşkın yandı bu gönlüm, malûm bu edebiyatımızdaki şem’i pervane, bir yerde kandil yanar, pervane o kandilin ışığına meftun olur, etrafında raks etmeye başlar, devretmeye başlar. Bu bir semboldür, bir metafordur ama hayata baktığımız zaman güneş bir büyük şem’adır. Bunu bilmem kaç milyar yıl evvel filan diyorlar. İslam medeniyeti de Allah halk etti diyor bunu. Bir büyük şem’a, bütün seyyarı, ecram-ı semavi etrafında dönüyor, dönme hareketi, çünkü o cezbediyor insanları, gerek fizik, gerek ışık, gerek ruh olarak. Fizik cazibe kanunu var kopup gidemez. Arz küresi onun etrafında. Üzerinde yaşayan insanlar, onun ışığıyla zamanı biliyorlar, dönme hareketiyle zamanı biliyorlar. Gece, gündüz, zaman ihtilaf ediyor Kur’anda da var, peki aynı ışık aynı zamanda ruhlarımızı da cezbetmiyor mu? karanlık bastığı zaman biraz daha gamlanıyoruz, ilkbahar, güneş, ışık, şevk geliyor içimize. Dolayısıyla yanmak sadece mahrum olmak demek değil, hasret çekmek, aynı zamanda bir büyük lûtfun kapısından içeri girmek de demektir.
Şem'ine aşkın yandı bu gönlüm, aynı güneş gibi bu fizikî, astronomik hadise gibi, insan ruhu da sevdiği bir ruhun etrafında devretmek ister, ondan ayrılmak istemez. Gecesiyle, gündüzüyle, öğlesiyle, ikindisiyle onun etrafında bulunmak ister.
Gerçeğe yandı gerçeğe yandı, bu yanma kelimesi eski Türkçe’nin, Anadolu Türkçesinin ilk dönemlerinde dönmek mânasına geliyor, hatta dilimizde bir kelime vardır, sözünde durmayan adama yanar, döner adam deriz. Burada böyle konuşur, öbür tarafta başka türlü konuşur. Yanar, döner gerçeğe döndü diyor. Yâni yaradılışının, hilkatinin sebebini buldu. Gerçeğe kavuştu, gönül gerçeğe döndü.
Rengine aşkın cümle boyandı, yâni gönülde aşktan başka bir unsur, bir başka iz, bir başka eleman kalmıyor, bir başka renk kalmıyor, neden çünkü o bütün varlığıyla aşk denizine intikâl ediyor o aşk denizinin içinde yıkanıyor, temizleniyor, yok olmaya çalışıyor. Hani bazen deriz ki, mesela bir talebe meseleyi, problemi çözemiyor, oğlum aklını tümüyle vermiyorsun, aklın başka yerde veya mesela bir iş, birisine iş verirsiniz, adam işi söyler ama bellidir yâni gönlü, aklı başka yerde, işi tam mânasıyla yapmaz, yarım yamalak yapar. Gönül böyle değil diyor Hacı Bayram kendi gönlü için. Ve tabi bu büyük mürşidlerin her ifadelerinde aynı zamanda bir de dua vardır, bir de nasihat vardır. Siz kendini anlatır gibi görürsünüz, o kendini anlatırken aynı zamanda size de mesaj verir. Bu mesajın bir kısmı nasihattir, bir kısmı duadır. Ey bana bağlanan adam, ey bana gönül veren dervişim, diyor Hz. Şeyh, Hz. Pir. Ben kendi gönlümü sana anlatıyor gibi görünüyorum ama sen de bu yolda yürümelisin, bu bir nasihattir. Bu bir şeyhin emridir zaman, zaman. Çünkü pirler, şeyhler bazı zaman sert konuşurlar, bazı zaman da yumuşak konuşurlar. Aynı zamanda bir de duadır, ey rabbim, ey âlemlerin rabbi, filanca efendi bana bağlandı. Ben ona kendi hâlimi anlatırken ben de senin bir kulunum, bu lütuflar senden bana geldi. Kendi hâlimi anlatırken aynı zamanda onun için sana dua ediyorum, ey âlemlerin rabbi, ey büyük kerem sahibi olan yüce Allah, şu kulunun da gönlünü aç, ona da aşktan bir nebze bir pare tattır diyor, hem hikâye ediyor hem ona nasihat ediyor, hem dua ediyor. Peki, bu ne? bu Kur’an’î metottur.
Cenâb-ı Allah Kur’an-ı Keriminde kendi peygamberlerinin kıssalarını anlatırken aynı zamanda bize hem emir buyurur, hem de tavsiyede bulunur, istikameti gösterir ve zaman zaman da ey kullarım bunları eskilerin mitolojik hikâyeleri gibi esâtîrü’l evvelîn dediği odur. Eskilerin mitolojik hikâyeleri gibi oldu, geçti zannetmeyin, bunlar bugün de geçerlidir. Tâ be kıyamet de geçerli olacaktır diye bize ikazda beyan buyurur. Rengine aşkın cümle boyandı, dedikten sonra neyi buluyor, Kendi de buldu kendi de buldu / Matlabını hoş buldu bu gönlüm, matlab talep edilen demek, istediğini gönül kendinde buldu. Gönül aşk denizine dâhil oldu, bu denizde cevelan etmeye başladı, bu deniz ateşten bir denizdir. Şeyh Galip’de var, ateşten denizde mumdan gemilerle geçeceksiniz diyor. Ateşten denizden mumdan gemilerle geçmek. Nasıl bir metafor ama bu, nasıl mecaz. Malûmunuz mum, ateşin katrasını gördüğü anda erir ama öyle bir hâl ki bu ateşten denizde mumdan gemilerle geçeceksiniz, seyahat edeceksiniz ki, talep edileni, gönlünüzün talep ettiğini bulabilesiniz. O da, siz de. Çünkü aynı zamanda Cenâb-ı Allah ben kâinata sığmam ama bir müminin kalbine nüzul buyururum buyurmuşlardır, nüzul ederim, inerim yâni. Ancak ateşten denizden mumdan gemilerle geçerseniz bu olur. Yâni gönlünüzü tümüyle bu aşkın isteklerine ram ettiğiniz zaman Rengine aşkın cümle boyandı mânası sizde tecelli ettiği zaman matlab zaten orada onu kendiniz buluyorsunuz bu insanın kendi içine kapanıp kendi iç dünyasında dışarıdan hiç görülmeyen fark edilmeyen adeta sonsuz bir yolculuğa çıkmasıdır.
El fakru fahri, şimdi biraz Hz. Pir kapıyı açıyor, yâni bohçayı hafifçe açıyor, ne görüyor içeride, bu nasıl olacak? El fakru fahri, el fakru fahri / Demedi mi âlemlerin fahri / Fahrini fakrin fahrini fakrin / Mahv-u fenada buldu bu gönlüm, şimdi eski insanlar kendilerinden bahsederken fakir derlerdi. Fakir, ne demek bu? yâni benim hiçbir şeyim yok, hâlbuki baktığınız zaman bütün dünya nimetleri onun üzerinde görünür. Peki, bu adam acaba gerçeği söylemiyor yahut karşısındaki insanla istihza mı ediyor yahut bir mizahi hâl değil, şunu ifade etmek istiyor; bu dünya nimetlerinin hepsi, buna ilim, hikmet, aile, sanat. Bak hiç paradan filan bahsetmiyorum yâni, onlar da birer dünya nimetidir. Evlâd ü ıyal, hepsi diyor ki bunların hepsi benim değil, benim hiçbir şeyim yok.
Bağdatlı Ruhi’yi hatırladım, kalbi selim;
Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler, -altın, gümüş-
Yevme lâ yenfeu da kalb-i selîm isterler
Çok güzel bir nutk-u şerîfdir Bağdatlı Ruhi, Ruhi Bağdadi’nin. Bezm-i vahdetde ne ilm ü ne alîm isterler diyor. Neden? hepsi bu dünyaya ait ve emanet. Ne kadar takdir edilmişse o kadar sende vardır. Hiçbir şey olmayan adama fakir diyoruz biz, fakr. İşte El fakru fahri dediği efendimizin bu. Yâni ben hiçbir dünya nimetini, sevgisini kalbime sokmuyorum. Hiçbir şeyim yok o halde bunun dünyadaki karşılığı fakir. Bu fakirlikte ben öğünüyorum, tefahür ediyorum neden? çünkü bu büyük bir nimet, bunun şükründen acizim. El fakru fahri, el fakru fahri / Demedi mi ol âlemler fahri, efendimize telmih var burada Fakrini fahrin fakrini fahrin / Mahv-u fenada buldu bu gönlüm. Yâni ben fakirliğimle iftihar ederken şunu gördüm ben zaten mahv-u fena yokluk âleminin yolcusuyum, yokluk âleminin bir zerresiyim. Çünkü burada sadece malik olan Cenâb-ı Allah’tır. Eskiden evlerin kapısına asarlardı, ya malikel mülk, bu mülk kimin? filanca efendinin. Bu yazlık kimin? filanca hanımefendinin –doğru, resmen böyle- dünya için bu kayıt olacak, hiç bir itirazımız olamaz. Ama şurası mühim ki, bu mülk artısıyla eksisiyle, hepsiyle Cenâb-ı Allah’ındır. Kul dediğimiz şey fakrini bilmeli, fakrinin şuurunda olmalı ve fakrinin kendisini mahv-u fenaya, zaten fani, iç dünyasında kibirden bunlardan kendisini arındırması lâzım, bu da mahv-u fena ile oluyor. Hiçbir şeyim yok neyimle övüneceğim, insanlar size birçok vasıf atfederler, hiç önemli değil. İç dünyanızda, kalp aynanızda o vasıfların hayali nedir, birer çarpı mıdır, yoksa onlar çok mühim mevkiler mi işgal ediyorlar. Hz. şeyh gönül yansın ve matlabını bulsun derken fakri öne çıkarıyor, fakirden fahre geçiyor. Bu bir teşekkür, bir tefahürdür. Ve oradan da geldiği nokta mahv-u fena, benim hiçbir şeyim yok bütün mülk, vücudum da, ruhum da, gönlüm de, gönlümdekiler de Allah’a aittir, buyuruyor.
Sevad-ı a'zam sevad-ı a'zam / Bana olupdur arş-ı muazzam / Mesken-i canan mesken-i canan / Olsa acep mi şimdi bu gönlüm. Sevad-ı a'zam dediği büyük siyahlık demek, bunu Kâbe’ye de yoranlar var. Ve kalpteki bir siyah nokta var, oraya da yoranlar olabilir. Yâni neticede siz, Kâbe nedir? Kâbe bir sembol, yeryüzünde insanların etrafında bulunduğu bir kutsal mekân, maddeden yapılmış, yeryüzündeki maddeden yapılmış bir sembol ama insanların bu sembole ihtiyacı var ve insanlar bu sembol etrafında toplanarak o mukaddes arzda ibadet ediyorlar. Dünya böyle bir yer, dünyada biz maddemizle mânamızla varız, sadece mânamızla biz melek değiliz. Onun için biz bu yola çıkarken, bu yolda kendimizi inşa ederken birtakım sembollere. Peki, Cenâb-ı Allah Kâbe’yi inşa etti, bir müminin kâbesi neresi? kendi gönlü. Kendi gönlünün etrafında, gönlünün arzusu ile yaşayacak bir mümin. Yalnız bu gönül, temiz, pür, pak, saf, mualla bir gönül olacak ki, Cenâb-ı Allah oraya nüzul etsin. Kâbe Allah’ın evi, beytullah diyoruz. İnsanlar oraya ümreye, hacca gidiyorlar. Peki, Cenâb-ı Allah aynı zamanda mümin kalbe de nüzul ediyor. O zaman orası da her müminin kendine ait bir beytullahı var, işte kalp böyle bir şey.
Bu kalp dediğimiz bu sembolik yapı, bu kavram bizim içimizde, dolaşımı yönlendiren mi yoksa onun artı bazı hassaları mı var. Orasını bilmiyoruz ama şunu biliyoruz ki, fizyolojik olan kalbin başka hassaları da var. Peki, onlar nerede? onları bilmiyoruz. Ama biz kalbimizle seviyoruz, kalbimizle itaat ediyoruz, kalbimizle muhabbet ediyoruz. Dolayısıyla kalp bir mânada Cenâb-ı Pir’in işaret buyurduğu gönül yolculuğunun hem başlangıcı hem sonu. Hem mebde-i hem mead-ı. Hem başlangıcı, hem sonu. Başlangıçta kalp belki biraz işlenmeye muhtaç. Kendi cevherini fark etmek zorunda olan ama fark edemeyen bir hâlet içerisinde ama giderek bu nutukları okuyup Hz. Pir’in rahle-i tedrisinden geçtikten sonra kendi yaradılışının hikmetine vakıf oluyor. Ve ondan sonra geldiği hadise şu; Mesken-i canan mesken-i canan, neresi o? işte kalp. Allah oraya nüzul ediyor, bir müminin kalbine, nüzul ederim buyuruyor Cenâb-ı Allah. Olsa acep mi şimdi bu gönlüm yâni burada bir tecâhül-i ârif var. Tabi ki öyle ama soruyu soruyor size bırakıyor cevabını. Ey dervişim, ey beni seven, ey müridim acaba benim kalbim böyle de seninki böyle olsa mı diyor, bunun için mi yaratıldı. Sonunda her insanın ve her kalbin bir merhalesi var, nasıl bu dünyada ömrünüz, ilmimiz, evlâd ü ıyalimiz, rızkımız, kazancımız, meslekimiz ezelde yazıldıysa, biz onu elde etmek için çaba harcıyorsak, bu manevi rızık da böyledir. Her insan manevi rızkının eriştiği yere geldiği zaman bayram eder. İçinde hâlâ bir ukde varsa oraya henüz daha gelmemiş demektir. Hz. Pir buyuruyor ki,
Bayramî imdi Bayramî imdi, ben bayramım imdi Bayram edersin yar ile şimdi, demek ki bir visal vaki oldu, visale erişti. Hamd-ü senalar hamd-ü senalar / Dost ile bayram kıldı bu gönlüm, yâni ben diyor Allah ile olan yolculuğumu tamamladım, Allah ile beraberim ve bunu da size ilan ediyorum. Bu aynı zamanda bir tebşirat, bu aynı zamanda bir nasihat, bu aynı zamanda bir duadır. Ey mümin sen de çalış, sen de gayret et, sende dergâha yüz sür, sen de yokluk denizine, uzun uzun anlattı yukarıda mahv-u fena denizine dal, yüklerinden safralarından arın, ola ki, Cenâb-ı Allah seni muhabbet iklimine kabul eder diyor, ben de burada hatm-i kelâm eyliyorum efendim.
Bir beste- Noldu bu gönlüm noldu bu gönlüm