Aşk bezirgânı, sermaye canı
Bahadır gördüm cana kıyanı
Zehî bahadır, can terkin vurur
Kılıç mı keser himmet giyeni
Kamusun bir gör, kemterin er gör
Adi görmegil palas giyeni
Tez çıkarırlar fevkal'alâya
Bin İsa gibi dine uyanı
Tez indirirler tahtes-sarâya
Bir karun gibi dünya kovanı
Âşık olanın nişanı vardır
Melâmet olur belli beyan
Atlası kodu, palası giydi
İbrahim Edhem sırdan duyanı
İlmin var deyi mağrur olmagıl
Hak kabul etti kefen soyanı
Çün Mansûr gördü, ol benim dedi
Od'a yaktılar, işitin anı
Od'a yandırdın, külün savurdun
Öyle mi gerek seni seveni
Zinhâr ey Yunus, gördüm demegil
Od'a yakarlar gördüm diyeni
-Çok güzel. Evet efendim, bezirgân tüccar demek, alır-satar ve kâr eder. Öyle ya tüccarın kâr etmesi lâzım. Ama buradaki bezirgân aşk bezirgânı. Aşk alıyor, aşk satıyor. Sermayesi ne? kendi varlığı, kalbi, canı. Nerden alıyor aşkı? ilâhi fuyüzattan alıyor, kullara devrediyor. Kalbini onunla besliyor. Öyle insanları Cenâb-ı Allah dünya ihtiyaçlarından bir mânada masun kılıyor. Çok azla geçiniyorlar onlar. Bu çok azdan dolayı da bir sıkıntı, bir eksiklik hissetmiyorlar. Muhabbetle meşgul oluyorlar bunlar. Muhabbet ehli, kalpleri tedavi ediyorlar. Cenâb-ı Allah’tan aldıklarını kullara satıyorlar. Kâr; muhabbet. Ellerindeki madde muhabbet çünkü yâni bununla beraber. Tabi bu arada kendi canları, kendi varlıkları ciddi mânada zâhiren baktığımız zaman bir sıkıntıya giriyor. Kulun, kulun yükünü çekmesi çok zordur. Eskiler yine söylerlerdi “İnsan eti ağırdır” derlerdi. Çünkü insanın isteği, derdi, sıkıntısı, tasası bitmez. Onu dinleyecek, belki sükûneti ile belki birkaç sözü ile belki bir davranışı ile anında ona merhem olacak. Bu çok zor bir şey. Ama aşk bezirgânı bunu yapıyor işte. Yola çıkıyor, alıyor ve satıyor, canları dünyevi yüklerden halâs ediyor.
Zehî bahadır, can terkin vurur / Kılıç mı keser himmet giyeni? Böyle bir yola çıkıyorsanız, yâni kendi ben’inizle beraber –biraz evvel de bir başka programda söylemiştik- İnsanda iki ben var. Bir tanesi, zâhir ben’imiz; isteyen, seven, nefret eden, üzülen, sevilen bir ben. Bir de ‘Bir ben vardır bende benden içeri’ buna vicdan diyoruz. Hakikati, doğruyu söyleyen. Ezel zamanında -belâ- diyen ‘ben’ işte o. Dolayısıyla dıştaki ben o içteki ben’in dâima kontrolü altında olmalı. İnsan içerdeki ben’i ihmal etmeye çalışır. Çünkü o ben dünyevi hazlardan insanı mahrum eder, etmek üzere vardır. Dünyevi hazlar boşaldıkça o ben’in üzerine gelen manevi lûtuf hayata etki eder, hayata hâkim olur. Bunun da bir başka adı himmettir. Nedir o himmet? yâni kendi ben’ini içindeki gerçek ben’in emrine vermiş. Daha açık söyleyelim; nefsini tezkiye etmiş, bir varlığın üzerine giydirilen hırka, zırh gibi bir şey. Himmet, himmet... Himmetin başlangıcı Cenâb-ı Allah’ın peygamberleri üzerinden görülür. Hz. İbrahim kıssasını hatırlayın, Kur’an’da muhtelif yerlerde var. ‘İnanmıyor musun?’ ‘İnanıyorum ama görmek istiyorum’ diyor. ‘Kalbimin mutmain olması lâzım’ diyor. Ve ona gösteriyor. İşte kuşları al, şöyle yap, böyle yap vs. Ne demek bu? işte himmet.
Efendimiz buyuruyor, “Kalbimi çıkartıp, yıkadılar melekler” diyor. İşte himmet, daha ne istersiniz. Cenâb-ı Musa ateş görüyor, gitmek istiyor. Kitaplarda var, herkes okur yâni. İşte himmet, hepsinde böyle himmet var. Hz. Lut, melekler geliyorlar. İşte himmet. Sonra bu büyük zat, bu enbiya-ı izam hazeratından bunların varislerine geçiyor bu himmet. Hâl sâridir, varislerine geçiyor. Varislerinden, varislerine geçiyor. Fakirin bildiğine inandığına göre himmet, tâ be kıyamet devam eder. Onun için himmet-i ricâl çok mühimdir.
Başta Rıza-i Bâri gelir. Kilit orası. Onun izniyle ilâhi mezuniyetle Şefaat-ı Resûlullah gelir. O Şefaat-ı Resûlullah’ın bir alt kademesi Himmet-i Ricâlullah’tır. Himmet. Dolayısıyla siz canınızı pazara çıkarıp, o can üzerinden bir ticaret yapmaya, muhabbet alıp satmaya başladığınız zaman himmet hırkası sizin üzerinize giydirilir. Ne olur? dünya zâhiri, dünyanın gıll ü gışı size etki etmez. Etki etmiş gibi görünür, maruz kalmış gibi görünürsünüz. Problem olmaz. Herkesin endişe duyduğu şeyden siz endişe duymazsınız. Bu kadar basit bir hadise. Bir problem oldu, bir makine bozuldu, elektrik kesildi, faturayı ödeyemedim, şu oldu, bu oldu, bunlar hepsi olur. Ama bu sizin kalbinize inmez, niye inmez? zırhı var üzerinizde. Eğer o ödenecekse, tamir edilecekse, yerine getirilecekse bir tertib-i Hak olur. O iş halledilir.
“Dur bakalım” derlerdi eskiler. “Elbet Cenâb-ı Allah bir çaresini bulur, lûtfeder gönderir”. Biz çocuğuz işte, “Biz yapalım edelim”, “Durun bakalım, acele etmeyin”. Hakikaten arkadaş, olurdu yâni. Yapılırdı. Ne oldu? oluverdi. Bunu genç insanlar olarak anlayamazdık. Bir problem çıkınca endişe duyarız. Büyükler “Yahu durun bakalım” derlerdi. Allah diyelim dâim. Bir şekilde tertib-i Hak, eski tabir çok mühimdir. Tertib-i Hak, Allah birisini vazifeli kılar. Bundan hiç şüphe etmeyin. Bu vazifeli kılınan da niye vazifeli kılındığını bilmez. Gelir, yapar, getirir, eder. Böyle benim çok şahit olduğum hadise vardır.
•Bir teyzemiz aile yakınlarından. Dul, biraz mali durumu müzayakada. Eve geliyor, hatta bizim pedere geliyor. Misafir ediyoruz. Babam öyle insanlara derdi ki -Allah rahmet eylesin- “Hanım, birkaç gün kalsınlar, ferahlasınlar” derdi. Problem hisseder, çünkü problemi görüyor yâni o hanımın hâlinden. Çok da konuşmaz. Giderken de anneme bir şey bırakırmış, “Al bunu veriver”. Pederin vefatından sonra söylüyorlar. Diyorlar ki ‘Ne kadar lâzımsa, o kadar veriyordu.. Ne az, ne fazla”. O da bilmiyor ne kadar verdiğini. Verdiriyor, yaptırıyor bu kadar. Onun için fazla endişe etmeyeceksin yâni.
Biz beşer olarak korkarız üzülürüz. Çocuk mektebe gidemediyse olmadı, yetmedi, alamadım, edemedim. Olacaksa olur. Himmet böyle bir şey yâni. Zâhirde aynı problemle karşı karşıya kalırsınız. Sizin içinizi kurt kemirir. Himmet hırkası giyen sadece; bazen gülümsemez bile yâni öyle bakar. Yahu bu adam ne kadar garip, dertsiz, tasasız dersiniz. Ama mesele çözülür arkadan. Çözülmezse de o çözülmemek noktasında bir hayır vardır. O hazret onu öyle algılar. Çünkü biz bilmiyoruz, bu dünyada işimizi yaptık zannediyoruz. Bilmiyoruz ki, Hak mı yaptık, şer mi yaptık. Biz Hak yaptık zannediyoruz. Burada bir yere dokunduğunuz zaman şimdi –kelebek etkisi- diyorlar. Herhangi bir hareketimiz, bir sözümüz, bir eylemimiz, bir aldığımız, bir verdiğimiz, dokunduğumuz zaman bunun tesiri nereye gidiyor, bunun farkında değiliz. Normal küçük, evde bir hadise bile, çocuğunuzla konuştunuz bir şey söylediniz. O çocuğun hayatında o nasıl bir tesir yaptı. O tesir kendi çocuklarında, aile çevresinde, eş dostta, kendi muhitinde, gideceği yerlerde, hangi yankısını bulacak bunu hiç kimse bilmiyor. İşte himmet böyle bir şey yâni. Yaptırtmaz size. Yaptırtırsa da, yaptırtır. Ama o endişe içinize girmez. Kılıç mı keser himmet giyeni? dediği işte budur. Cenâb-ı Yunus’un.
Kamusun bir gör, diyor, hepsini bir gör insanların. Kemterin en düşüğünü en üst, er gör diyor. Adi görmegil palas giyeni, yâni kötü giyineni, battal giyinen insanı da adi görme, diyor yâni. Çok net.
Tez çıkarırlar fevkal'alâya / Bin İsa gibi dine uyanı. Bir insan üstü Meryem. İsa ve Meryem var ya Kur’an-ı Kerim’de. O anne adıyla anılır, Meryem oğlu İsa. Dine uyanı ne demek? dine uydu çünkü emrini yerine getirdi. Bütün yâni işte sen Ali İmran’dan bir kızsın, ‘Senin iffetine ne oldu?’ dediler. Cenâb-ı İsa konuştu yâni. Hz. Zekeriya mihraba girdiği zaman, şeyler görüyor ‘bunlar nedir?’ diyor. ‘Meyvalar, yemekler Rabbimin lûtfudur’ diyor. Yâni bir hanım için geçirdiği fevkalâde zor bir süreç, geçirdiği süreç. Ama onu yine ilâhi beyan, kadınların en efdali olarak ortaya koyuyor. Bu böyle bir örnek yâni. Cenâb-ı Allah’ın emrine ittiba edeni, fevkalâde fevkal’ulâya çıkarırlar, diyor. Peki, tersi de var. Bir Karun gibi dünya kovanı. Karun öyle ki; Hz. Musa’nın amcaoğlu. Hazinelerinin anahtarlarını insanlar taşıyamıyor. Bu kadar çok parası var. Ama zillet içerisinde.
Âşık olanın nişanı vardır / Melâmet olur belli beyanı. Ne demek bu melâmet? yâni nas ona baktığı zaman ‘ya bu da adam mı ‘der. İşte, ‘aklı olsa parası olurdu, meziyetli olsa şu otomobile binerdi, zeki olsa şu mektebi bitirirdi’. Cevap vermez o. ‘Eyvallah’ der. Peki, böyle mi olalım? ha bu da bir nasip meselesi. Herkes olamaz. Aşk bezirgânı böyle oluyor. Melâmet. Bu bir yol, bütün yollar böyle değil. Bu bir yol. Yâni halk onun üzerinden bir varlık ifade ettiği zaman, insanlar dâima mukayese yaparlar. ‘Ben ondan daha iyiyim’ çocuklarda bu çok vardır, bu çok net görünür. Büyüklerde de devam eder, ‘Ben ondan daha zenginim’. Çocuklarda mesela, ‘Ben ondan bir yaş büyüğüm, daha kuvvetliyim, boyum daha uzun’ gibi örnekleri vardır. Bu devam eder. Çocukluk hâlleri inşallah büyüdüğümüzde devam etmesin. O çocukluk hâlidir. O zaman mazur görülebilir. Ama akil ve baliğ olunca çocukluk hâlinin devam etmemesi lâzım. Dolayısıyla buradaki mesele bunu ifade ediyor. Melâmet. Herkes onu ayıplasa da o bir şey demez. Çünkü onun nas’la işi yoktur. O aşk bezirgânı. Alacak ve satacak. Cenâb-ı Allah’tan alacak, talibine verecek o kadar.
Atlası kodu, palası giydi, Atlas, libas. Çok güzel ifade ediyor. Palas da sıradan, basit bir elbise. İbrahim Edhem sırdan duyanı. Ne zaman ki İbrahim Edhem aşk bezirgânının çağrısına kulak verdi. Her şeyi bıraktı, üryan oldu.
Ne var dünyada? ilim var. İlmin var deyi mağrur olmagıl, yine beyan buyrulmuştur, “Evlâdım küçük bir kan pıhtısı gelir, beyinde bir damarı tıkar. İlim ne oldu? hepsi gitti. Çocuktan beter oldu. Öyle değil mi? biter, bitersin yâni. Çünkü ilim de bir nasiptir, o sana ait bir hadise değil. O da bir lûtuf.
Hak kabul etti kefen soyanı, kefen soyguncusuna bile -benim kulum- dedi. Ki, mağrur olmamak, en önemlisi gurur. Gurur, kibir şeytanın ahlâkı, hâli, ahlâk-ı zemimeden . Ta Cenâb-ı Allah Âdem’i halketti, ruhundan ruh üfledi. Melaike-i kirama “Buna secde edin” dedi. Onların hayır deme yeteneği yok. Ama şeytanın var. Çünkü ateşten halk olunmuş, cin taifesinden. O ‘Hayır’ dedi. Neden? ‘Ben ondan üstünüm’ dedi.
Çün Mansûr gördü, ol benim dedi, Od'a yaktılar, işitin anı. Bu biraz kritik, tehlikeli bir mevzu. Cenâb-ı Mevlânâ’ya Hallâc-ı Mansûr’u soruyorlar. ‘Ne dersin’ diyorlar, ‘böyle böyle oldu’. Beyan şöyle, çok beni etkilemiştir, mahsûs olmuşumdur. Diyor ki, “Ene’l Hak demekle, şeriat kal’asından bir taş kopardı” diyor. “Ama o taşın yerine kendi kellesini koydu” diyor. “İçinizde bunu yapacak birisi varsa buyurun” diyor yâni. Şeriat kal’asının burçları yıkılmayacak, çatlamayacak, sağlamlığı devam edecek. Nerden? sizin kalbinizden efendim. Zihninizde ve kalbinizde şeriat-ı Ahmediye’nin burçları sapasağlam duracak. Sizde bu burçlar sağlam durursa, yaşadığımız hayata bu yansır, in’ikas eder, aksi olur hayatta. Ve sizi insanlar şeriat üzere kâim bir zat olarak görürler. Toplumsal düzen böyle kurulur. İş bununla bitmiyor ama. Bu bir zâhirdir. Allah bâtınını hepimize nail etsin. Od’a yaktılar dedikleri anda, yâni işte şeriat kalesi..
Od'a yandırdın, külün savurdun, diyor. Yunus burada naz makamında. Öyle mi gerek seni göreni? Öyle mi gerek seni seveni, evet öyle gerek. Bu öyle bir muhabbet ki, zâhir olduğu anda, niye? çünkü Cenâb-ı Mansûr o yükü taşıyamadı. Birçoğu taşıdı söylemedi. Şeriat kalesinin burcundan taş kopartmadı. Cenâb-ı Allah insanlara gösteriyor, ‘Benim böyle bir kulum da var’ diyor. ‘Ama onun da dünyadaki âkıbeti budur’, diyor. Bu kadar nettir hadise. Birden dönüyor.
Zinhâr ey Yunus, gördüm demegil, Gördü mü, görmedi mi belli değil, sanki -imâen gördüm- neyi gördü? tecelliyatını gördü. O tecelliyat içerisinde kendisi de eridi. İşte onun için zaten Mansûr ‘Ene’l Hak’ diyor. Abdiyetini unutuyor orada. Od'a yakarlar gördüm diyeni. Zâhire uy, bu beytin mânası. Tamamen sen ne oldu bitti, o seninle onun arasındaki hadise. Rabbül-âlemin arasındaki bir hadise. ‘Sakın ha o esrarı, o hadiseyi faş etme. Zâhire uy, uymazsan seni de od’a yakarlar’, diyorlar yâni. Fakirin anladığı bu efendim.
Bir beste- (uşşak) Aşk bezirgânı, sermaye canı