Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve semi'tü'l-Fudayl yekûl.
Fî âhiri'z-zamâni akvâmün yekûnûne ihvâne'l-alâniyete a'dâe's-serîratü. "Âhir zamanda bir takım kavimler türeyecek."
Kavim, ırk mânasına değil. Kavim, topluluk demek. Başlı başına bir grup teşkil eden, bir özelliğinden dolayı tek başına sayılabilecek gruba kavim derler.
Âhir zamanda bir takım insanlar türeyecek ki bunlar; yekûnûne ihvâne'l-alâniyete; alâniye insanın âşikâresi demek, -ye'si şeddesiz- zâhiri demek. Zâhirin ihvanı olacaklar, dostları olacaklar ama a'dâe's-serîratü. Serîre de insanın sırrı yani iç âlemi; görünmediği için serîre. "Âşikârenin kardeşleri, gizlinin düşmanları olacaklar."
Dıştan kardeş gibi olacaklar, içten birbirlerine hasım ve düşman olacaklar.
"Âhir zamanda olacak." diyor. "Âhir zamanda bir takım insanlar türeyecek ki dıştan birbirleriyle ahbap gibi, kardeş gibi görünecekler ama içten birbirlerine hasım ve düşman olacaklar."
Niye âhir zamanda diyor?
Çünkü bu öyle acayip bir haldir ki hakiki İslâm ahlâkına sığmaz. Bu mübarek asırların; ashâb-ı kirâmın, tâbiînin, tebe-i tâbiînin ahlâkı değildir. Onlar göründükleri gibi idiler; gönüllerindeki şeyi dobra dobra karşı tarafa söylerlerdi, nasihatlerini âşikâre yaparlardı, kimsenin gıybetini yapmazlardı, dua ederlerdi. Güzel ahlâka sahip insanlardı. Bu iyi insanlar; Kur'an'ı bilen, sünnet-i seniyyeyi bilen, Kur'an ahlâkını, peygamber ahlâkını bilen insanlar zamanında olmayacak bir şey, hayret edilecek bir şey olarak. Fudayl b. İyâd böyle anlatıyor.
Şimdi yok ama âhir zamanda öyle bir takım insanlar türeyecek ki dışarıdan kardeş gibi, ihvan gibi görünecek ama birbirlerine düşman olacaklar.
Bu ne alametidir?
Münafıklık alametidir. Bir insanın içinin başka, dışının başka olması münafıklık alametidir.Dobra dobra olması lazım, bir kusur görüyorsa söylemesi lazım. Seviyorsa sevecek, sevmiyorsa "Ben seni şu sebepten sevemiyorum." diyecek. Haksızsa kendisini düzeltecek, haklıysa karşı tarafı düzeltecek. "Sende şu kusuru görüyorum bunu düzelt, seni onun için sevemiyorum." diyecek. Ama ihvanlık, kardeşlik, müslüman kardeşliği nerede? İnneme'l-mü'minûne ihvetün. Kur'ân-ı Kerîm buyurmuş, müslümanlar birbirlerine kardeş olması lazım güya; hiç ilgisi yok. Bugünkü müslümanlar arasında müslümanın müslümanla kardeş olmasının bir misalini göremiyoruz.
Bir kere bölük bölük bölünmüşler, birbirleriyle ilgilenmiyorlar, müslümanlar toplumlarına hâkim değiller ve müslüman toplumlar birbirleriyle kardeş değiller, birbirleriyle yardımlaşmıyorlar.
Onu bırakalım bir milletin içinde müslüman guruplar birbirleriyle has müslüman değil. Bir tarikatin mensupları, o hocaya bağlı olanlar bu hocaya bağlı olanlar birbirleriyle has kardeş değil. Aynı tarikatten olmak da bir şey ifade etmiyor. Aynı tekkenin içinden, aynı camiye devam eden insanlar birbirleriyle tam dost, tam kardeş değil. Yüzüne gülse bile aslında içinde düşman oluyor.
Bunlar İslâm ahlâkı değildir. "Bu çeşit kavimler âhir zamanda türeyecek." demek, kıyamet alameti demektir. Zaten Peygamber sallalllahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in bazı hadîs-i şeriflerinde kıyamet alametleri zikredilirken "Üzerlerine kuzu postları örtünmüşler, sarınmışlardır, kalpleri kurt kalbi gibi yırtıcıdır." Yani hasım, kan emmek isteyici mânasına. Öyle kavimler olacak ki dilleri yumuşacık, tatlı. Tatlı tatlı konuşuyorlar, üstlerine kuzu postu bürünmüşler ama kalpleri kurt gibi bir kan dökme fırsatı arıyor, parçalayacak, yiyecek, kanını emecek.
Bu kıyamet alameti.
Burada söylenmiyor ama "Âhir zamanda türeyecek, kıyamete yakın zamanda türeyecek." dediği için kıyamet alameti olduğunu hadîs-i şeriflerden de bildiğimiz için söylüyoruz. Yani İslâm ahlâkı değil. Ümmet-i Muhammed'in İslâm'dan koptuğu, İslâm'ın aslını esasını unuttuğu zamanda ortaya çıkacak, acayip garaib işlerden biri demektir. Münafıklık alameti.
Peygamber sallalllahu aleyhi ve sellem sahih hadîs-i şeriflerinden bir tanesinde şöyle buyuruyor:
Ve'l-lezî nefsî bi-yedihî. "Canım nefsim kudreti elinde olana yemin ederim ki " Lâ tü'minû hattâ tehâbbû lâ tedhulü'l-cennete hattâ tü'minû. "İman etmedikçe cennete giremeyeceksiniz."
Tamam, biliyoruz mü'minler cennete girecek, kâfir cennete giremez. İman etmedikçe cennete giremezsiniz.
Ve lâ tü'minû hattâ tehâbbû. "Birbirinizi sevmedikçe de mü'min olamazsınız."
Yeminle söylüyor, yeminden dolayı meczum. Yeminin cevabı olduğu için fiilin sonundaki nun düşmüş.
"Yemin ederim ki mü'min olmadıkça cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de tam mü'min olamazsınız."
Hepimizin cennete girmede tehlikesi vardır.
Neden?
Herkesin birbirine candan, içten kini ve hasmı vardır. Herkes birbirine bir sebepten düşmandır. Ön safta "İmamın arkasındaki yeri ben kapacağım." diye birbirlerine omuz vururlar. O kadar acayip bir hale düşmüştür. Bu tamamen tasavvufa aykırı bir hal. Bir büyük mutasavvıfın, bir büyük zâtın hayatından seçtiği cümleler içinde birisi;
"Bir bid'at ehli ile biraz oturana asla hikmet verilmez, tasavvufun esrarına asla vakıf olamaz, mânevî hayatın inceliklerini Allah ona yasak eder, öğretmez."
İkincisinde de;
"Âhir zamanda kıyamet alameti olarak bir takım insanlar türeyecek, dışları kardeş gibi görünecek ama içleri birbirine düşman olacak."
Böyle şey olmaz.
Ya nasıl olur?
Mü'min mü'mini sevecek. İnneme'l-mü'minûne ihvetün.
Bir âyet-i kerîmenin, Kur'ân-ı Kerîm'in altıda, yedide birinin on, on beş senede öğrenilmesi, okutulması, okunması ne demek?
Üzerinde düşünmek demek.
İnneme'l-mü'minûne ihvetün. "Mü'minler birbirlerinin kardeşleridir."
Bunun üzerinde düşüneceğiz.
Biz kardeş miyiz?
Değiliz. Ne paramızı veririz, ne yardım ederiz, ne destek oluruz, ne misafir ederiz. Her bakımdan kusurluyuz. Biz adı müslüman denen insanlarız ama bin bir türlü kusurumuz var. Allah bizi affetsin, cahilliğimizden bu duruma düşmüşüz ama bu sözleri duyduktan sonra inşaallah bu halleri bırakıp da Allah'ın sevdiği hallere sahip olalım, sevdiği işleri yapalım.
Ve bihî kâle. Aynı senetle demek… Bihi "Yukarıdaki rivayet zinciriyleriyle bana geldi." Kâle. "O zât, o son râvî dedi ki Semi'tü Fudayl yekûl. "Ben bu Fudayl isimli zâtın şöyle söylediğini duydum. "
Ehakku'n-nâsi bi'r-rıdâ ani'l-lâhi, ehlü'l-ma'rifeti bi'l-lâhi azze ve celle. "İnsanların Allah'tan razı olma makamına en layık olanları, Allah'tan razı olma sıfatına sahip olma durumu bakımından en gerçek durumda olanları." Ehlü'l-ma'rifeti bi'l-lâhi azze ve celle." Aziz ve Celil olan Allah'ı bilen, ma'rifetullaha ermiş insanlar."
Ma'rifetullaha ermiş insanlar Allah'tan razı olurlar, rıza makamına ererler. Ma'rifetullaha ermeyenler rıza makamını yakalayamazlar, gerçek rıza makamının sahibi olamazlar. Rıza makamının sahibi olabilmek için ma'rifetullaha ermek lazımdır. Bir insan; "Ben Allah'ın her kaderine, takdirine razıyım." dese bile mârifetullahı tam değil ise rıza ve teslimiyeti de tam değildir.
"Allah'tan razı olmak" sözünü biraz izah etmemiz lazım. Tasavvufta düşünceler, hisler, duygular çok önemlidir. Bir insan Allahu Teâlâ hazretlerinin varlığına inanıyor. Amentü billah. Allah'a inandık. Lâ ilâhe illallâh. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. Bu sözleri söylüyoruz. Allahu Ekber. Her zaman söylüyoruz. Rahmâni'r-rahîm. Çeşitli sıfatlarını biliyoruz. İyyâke na'büdü ve iyyâke nesteîn. "Ancak sana ibadet ederiz ancak senden yardım isteriz." diyoruz. Takliden diyoruz bunları; şuurunu derinliğine kavramış, tam o mânayı benimsemiş, içimize yerleştirmiş, gözlerimiz pırıl pırıl, bu mânayı sezerek demiyoruz. Takliden bu sözleri söylüyoruz.
Peki, başımıza gelenler nedir?
Allah'ın kaderi.
Hastalık?
Şifayı veren de Allah derdi veren de Allah.
Zenginlik, fakirlik?
Zengin eden de Allah, fakir eden de Allah.
İzzet ve zillet?
Mevki makam sahibi eden de Allah, mevkiden makamdan kaydırıp düşüren de Allah.
Öyle mi, öyle.
Kuli'l-lâhümme mâlike'l-mülki. "Ey mülkün sahibi olan Allah'ım, de!" Tü'ti'l-mülke men teşâü ve tenziü'l-mülke mimme'n-teşâ. "Mülkü, egemenliği dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın." Ve tüizzü men teşâü ve tüzillü men teşâ. "Dilediğin kulu aziz kul edersin; izzet, ikram, itibar sahibi edersin. Dilediğini de zelil kılarsın." Bi-yedike'l-hayr. "Hayır, senin elindedir." İnneke alâ külli şey'in kadîr. Tûlicü'l-leyle fi'n-nehâri ve tûlicü'n-nehâra fi'l-leyli. "Geceyi gündüze kavuşturursun, gündüzü geceye kavuşturursun." Tuhricü'l-hayye mine'l-meyyiti ve tuhricü'l-meyyite mine'l-hayyi. "Ölüden diri çıkartırsın, diriden ölü çıkartırsın."
Demek ki yuhyî ve yümît. "Dirilten öldüren" Muizz, müzill "Aziz kılan zelil kılan; zengin kılan fakir kılan " Muğnî muğtî, mâni; darr, nâfi "Fayda veren zarar veren…" Hepsi Allah. Şek şüphe yok, âyetler böyle. Tamam.
Peki öyleyse bu itiraz ne?
Herkes itiraz ediyor. Kadere isyan, durumuna isyan. Razı olmuyor. Her şeyi Allah'ın bildiğini biliyor ama rızası yok. İmanlarını sağlam yapmaya çalışan evliyâullah ve mutasavvıflar bu durumu gördükleri için kendilerini bu hususta eğitmeye çalışmışlar. Allah'ın kaza ve kaderine, mukadderata itiraz etmeyip "Yâ Rabbi! Bu senden geldi." diye sabırla, sabr-ı cemîl ile karşılamaya kendilerini alıştırmaya, terbiye etmeye çalışmışlar. Allah'a teslim olmaya, teslimiyet duygusu içinde olmaya, itiraz etmemeye çalışmışlar. Bu hususta meşhur bir hikâye vardır.
Muhafızlar ,mutasavvıflardan bir tanesini bir şehre girdiği zaman yakalıyorlar. "Sen öbür şehirden bizim şehrimize casus olarak geldin, senin kafanı keseceğiz." diye alıp cellâda teslim ediyorlar. Ama aslında casus değil, derviş. Kılığının hırpaniliğinden şüphelenmişler. Tanıyan kimse yok, gariban ama ârif, evliyâullahtan, duyguları derin ve tasavvufî bilgisi yüksek olan bir kimse. Kendi kendine diyor ki; "Sen bugüne kadar hep tasavvuftan, rıza ve teslimiyet makamından bahsederdin. ‘Allah'ın hükmüne razı olmak lazım itiraz etmemek lazım.' derdin, Hak'tan ne geldiyse kabul ederdin. Her şeyi güzel görebiliyor musun? Her şeye razı olabiliyor musun?
Hak şerleri hayr eyler.
Zannetme ki gayr eyler,
Ârif anı seyreyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
E lafta böyle diyordun. Şimdi seni haksızlıkla yakaladılar, itham ediyorlar ki casussun. Halbuki casus değilsin. Suçlu diyorlar ama suçun yok. Kafanı keseceğiz diyorlar halbuki mâsumsun. Söyle bakalım bu takdir de, Allah'tan mı? Allah'tan. Buna da razı mısın?"
Gözünü yumuyor içinden itiraz geliyor mu diye kendisini şöyle bir dinliyor. Biraz sonra kafası kesilecek. Başını taşa koyacak, ensesine balta gelecek, kafası kesilecek. İçinden şöyle bir his geliyor;
"Nasıl olsa hayat bir gün bitecek. Demek ki ömrümüz bu kadarmış. Buna da eyvallah. Allah iman selameti versin."
İçinde itiraz yok.
Cellâdın yanına kadar geliyorlar, tam kafası kesilecek, sesleniyorlar;
"O zât mâsummuş, suçu yokmuş."
Kurtuluyor. Cellattan dönüyor, ipten dönüyor yani. Ama çok güzel bir sözü var. Diyor ki;
"Vallahi Öldürülmekten halâsıma değil, kurtulduğuma değil, o andaki düşüncemdeki ihlâsıma seviniyorum"
İşte rıza dediğimiz, Allah'tan razı olmak dediğimiz şey bu. Teslimiyet makamı, rıza makamı tasavvufta yüksek bir makam diye büyüklerimiz kitaplara yazmışlar. Yüksek bir makam ne demek? Bu duyguya sahip olmak, çok yüksek, ileri bir mertebedir,demek.
Sen her şeyi bu gözle görüp de, Allah'ın kaza ve kaderi karşısında itiraz etmeden sabredip, sabr-ı cemil ile karşılayıp kazaya ve kader-i ilâhiyeye tahammül edebiliyor musun, kulluğunda bir bozulma olmadan devam edebiliyor musun?
Fe-in u'tû minhâ radû ve in-lem yu'tav minhâ izâ hüm yeshatûn.
Peygamber Efendimiz'in etrafında bir kısım idraksiz insanlar varmış; ganimetlerden fukarâya para pul dağıtılırken, yiyecek dağıtılırken bunlara da dağıtılırsa "Oh bize de bedavadan pay geldi." diye memnun oluyorlar, dağıtılmazsa o zaman da kızıyorlarmış.
Allah'ın, Peygamber Efendimiz'in taksimine razı olmamak olur mu?
Verilince memnun, verilmeyince kızgın!
Öyle şey olur mu?
Olmaz. Kur'ân-ı Kerîm bu davranışın iyi olmadığını belirtmek için onların aleyhinde bu âyet-i kerîmeyi indirmiş.
Demek ki mü'min Allah'ın hükmüne, kaza ve kaderine razı olma duygusuna sahip olacak.
Kolay mı?
Değil.
Hastalık oluyor; insanın karnı ağrıyor, canı çıkacak gibi oluyor, burnuna geliyor. Çeşitli olaylar başına üşüşüyor, malına telefat geliyor; ailesine, karısına, kızına, oğluna, belalar geliyor.
Eyüb aleyhisselam'ın ovalar dolusu sürüleri varmış; helak olmuş. Kavmi kabilesi, evlâd ü iyâli, çoluk çocuğu varmış; ölmüşler. Sıhhati afiyeti varmış; tepeden tırnağa hastalanmış. Vücudunu yaralar kaplamış, yaralara kurtlar üşüşmüş. Ama hepsine sabretmiş. Eyüb aleyhisselam sabrı. Sabretmiş, sabr-ı cemîl göstermiş, Allah'ın da sevdiği bir kulu olmuş. Ni'mel abd. "Ne güzel kul!" diye Allah methediyor. Allah'tan razı olmak dediğimiz şey buymuş.
Allah'tan razı olmak makamı bir duygu, bir anlayış, bir zihniyet. Allah'ın kaza ve kaderi karşısında Allah'a bağlılığı sarsılmıyor, Müslümanlığına bir değişiklik gelmiyor, kendisini dağıtmıyor.
Bazı insan çocuğu öldü diye namazı bırakır. "Allah'a küstüm, darıldım." der, -hâşâ sümme hâşâ- "Benim evladımı ne diye aldı?" der. "Etme eyleme." dersin, bir türlü anlatamazsın. Evladını alsa da verse de, zengin etse de fakir etse de, hasta etse de sıhhatli etse de Allah'ın hükmüne razı olmak lazım.
Bir şehirde profesörlerden bir tanesi çıkmış; "Hani sizin evliyâullahınız? Hani dünyayı idare eden kutbu'l-aktablar, gavsü'l-a'zamlar bak dünyayı Bush idare ediyor." demiş.
Allah'ın varlığına inanıyor musun? Elbette inanıyor; "İnanıyorum." diyor. Allah Bush'a müsaadeyi vermiş, Allah'ın kaderi öyle.
Hoşuma giden bir söz var, Timur Nasreddin Hoca'yı çağırmış da;
"Ben zalim miyim, mazlum muyum?" diye sormuş. O da biliyor; her geçeni çağırıyor, soruyormuş.
"Mazlumsun." diyenlere;
"Seni dalkavuk seni! Ne mazlumu? Bu kadar insanın canını yaktım, kimse bana bir şey yapmadı." diye ceza veriyormuş.
Bunu görenlerden bazıları da "Zalimsin." demişler, onları da pataklamış. Aynı soruyu Nasreddin Hoca'ya da soruyor. Hoca diyor ki;
"Sen Allah'ın adalet kılıcısın bizlere, zalim biziz ki Allah seni indirdi yere." Zalim biziz ki Allah başımıza seni musallat etti.
Tabi bu bir şaka, Nasreddin Hoca fıkrası ama benim çok hoşuma gidiyor.
Bush'u da, Timur'u da müslümanların başına musallat eden gene Allah, Allah'ın kaderi. Allah'ın evliyâullahı, kutbu'l-aktablar, gavsü'l-a'zamlar nerede diyeceğine "Allah nerede?" de o zaman. Çünkü onlar Allah'ın emrine âsî olmazlar, Allah'ın emrini îfâ ederler, şaşkın adam! "Allah nerede?" de o zaman? Allah bir hikmetle onu ona musallat ediyor.
Neden?
Müslümanların başına taş yağsa revadır.
Müslümanlık nerede?
Hani kardeşlik, hani yardımlaşma, hani çalışma, hani dürüstlük, hani temizlik, hani intizam?
İşte bakın buralar Peygamber Efendimiz'in sahabesinin Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin oturduğu semt.
İstanbul'un en güzel semti mi?
Hayır.
En itinalı semti olması lazımdı.
Eskiden şeyhülislâmların konakları buradaydı, hani? Emaneti koruyabilmiş miyiz?
Mezarlıklara gecekondu yapılmış, konaklar yıkılmış, tekkeler harap olmuş, meşrutalar virâne olmuş. Ne biçim Müslümanız! Çalışmayız, hayır yapmayız, birbirimizi sevmeyiz, desteklemeyiz, ilim irfan öğrenmeyiz. Bir sürü kusur var. Bunların her birisine bir zayıf alsa, insanın karnesi zayıfla dolar.
Bunun bir cezası yok mu?
Bir tokadı, bir sillesi, bir sınıfta kalması, bir tard edilmesi yok mu?
Var. Allah gene lutf-u ilâhî'sinden bize rızık veriyor da, başımıza taş yağmıyor. Bunu anlamıyor da ileri geri konuşuyor.
Neden?
Çünkü cahil. Profesör ama cahil… İlâhiyat Fakültesi'nde profesör ama zır cahil. Çünkü İlâhiyat Fakültesi'nde profesör olmak ona gurur vermiş, Arapça bilmek, Farsça bilmek ona gurur vermiş, işin aslını düşünmemiş, Bu laf söylenir mi? Kadere rızası yok, işin esrarını anlayamamış. Evliyâullah kendi başına direksiyonun başında duran; o tarafa, bu tarafa çeviren insanlar mı? Allah'ın emrini îfâ eden kullar.
Peygamberine Ve'stekım kemâ ümirte buyurdu. Peygamber Efendimiz; "Hud sûresi beni ihtiyarlattı; saçımı, başımı ağarttı." diye buyurmuş.
Hangi ayet,
“Ey Resûlüm! Nasıl emrolunduysan öyle istikamet üzere ol!" diye emredilmiş.
Peygamber, Allah'ın en sevgili kulu ama nasıl yaşamış?
Hz. Âişe anamız anlatıyor: "Yatağa, yanıma yattı. Eli elime, vücudu vücuduma değdi." diyor.
Aynı yatakta yatacaklar ama demiş ki;
"Yâ Âişe! Bana müsaade eder misin, bu gece Rabbime ibadet edeyim?"
Nezakete bak! "Kendi istediğimi yaparım." demiyor, hanımına söylüyor müsaade istiyor.
"Kalktı, abdest aldı, namaza durdu. Ağlaya ağlaya ibadet etti, rükû etti, secde etti." diyor.
Peygamber Efendimiz sabaha kadar, ayakları şişinceye kadar ibadet ediyor.
Kutbu'l-aktab olunca, gavsü'l-a'zam olunca, Allah'ın evliyâsı olunca eşkıyâ mı olacak? Ferman mı kesecek? Yola çıkıp önüne gelen adamın kafasını mı kıracak?
Allah'ın emrini yapacak, Allah neyi emretmişse ona tâbi olacak, peygamberler ne yapmışsa o yolda yürüyecek. Peygamber Efendimiz harbetmiş, düşmana mağlup olmuş, galip olmuş. Bedir olmuş, Uhud olmuş, Hendek olmuş. Hepsinin hikmeti var.
Neden hepsinde galip etmemiş? Niye iki tarafta iki melek dolaşmıyordu? Taif'e gittiği zaman niye taşladılar, topuklarını yaraladılar? Niye Uhud harbinde dişleri kanadı?
Çeşitli hikmetleri var. İnsan düşünürse hikmetlerini de görür. Ama bir bid'at sahibiyle biraz oturan bir insana hiç hikmet verilmediği için adam hikmetleri hiç göremez.
Demek ki işi esasından düzeltmek lazım, bid'atten kurtulmak lazım; sünnete sarılmak, derviş olmak lazım.
Adam dervişliğe düşman; hikmeti görebilir mi?
Mümkün değil. Öyle abur cubur, lambur lumbur laf söyler ki, cehenneme gider. Cehenneme götürecek laf söyler. "Profesörüm." diye ortada geziyor. Yarın sana; "Profesörlük diploman var mı? diye sormayacaklar, kalbine bakacaklar.
Yevme lâ yenfeu mâlün ve la benûn. İllâ men eta'l-lâhe bi-kalbin selîm.
Tasavvuf işte bu. Kalb-i selîm, kalp yapma çalışması. Hasta olmayan bir kalp, içinde hasta duygular olmayan bir gönül sahibi olmak; tasavvuf bu. Bundan haberdar değil. Senin profesörlüğün kendi sahanda. Tasavvuf sahasında sıfırsın, ilkokul talebesi bile değilsin. Mecnunsun, divanesin!
"Canım, ben Arapça bilirim!"
Bilirsin ama Arapça bilmek kurtarsaydı Ebû Cehil'i kurtarırdı.
Peygamber Efendimiz'in zamanındaki insanlar, Peygamber Efendimiz'in tüm nuruna, makamının onca yüceliğine rağmen üç sınıftı.
Ona iman edenler mü'min oldular, dünya ve âhiretleri bahtiyar oldu.
Ona inanmayanlar kâfir oldular, dünya ve âhiretleri mahvoldu.
İnanmış görünüp de tam işi kavrayamayanlar da münafık oldu.
Sende kusur. Mürşit ne kadar mükemmel olursa olsun iş müritte, mürid adam olmalı. Müridin zihniyeti bozuk olduğu zaman ya münafık sıfatında duracak, ya kâfir durumuna düşecek.Ya da Mürid mü'min olacak, has mü'min olacak.
Demek ki bütün mesele gönüldeki o duygular. O zihniyet önemli.
Rıza makamına en layık olanlar, onu elde etme şansı en yüksek olanlar kimlerdir?
Allah'ı en çok bilenler. Allah'ı biliyorsa, mârifetullaha ermişse, hakiki mutasavvıfsa, Allah'a ermişse o zaman Allah'tan razı olur, her şeyine rıza gösterir. "Yâ Rabbi! Biliyorum ki bu senden." der.
Haramîler, bir büyük zâtın -ismini hatırlayamayacağım- yolunu kesiyor, yanında çoluk çocuğu var. Kaç tane çocuğu varsa başlamışlar kesmeye, adam kale gibi duruyor. Birinci çocuğunu kesmişler, ikinci çocuğunu kesmişler, üçüncü çocuğunu kesmişler. Haydutlar kesiyor; cani, hiç merhameti yok. Kesiyorlar ama adama bakmışlar, akıllarına takılmış demişler ki;
"Ne biçim adamsın sen! Çocuklarını kıtır kıtır kesiyoruz, kıpırdamıyorsun bile." Demiş ki;
Vallahu yuhyî ve yumît. "Yaşatan öldüren Allah; siz nesiniz ki? Onun ömrü o kadarmış, Allah öldürüyor."
Ellerinden kılıçlar düşmüş.
"Bu lafı önceden söyleseydin bunları yapmazdık."
"O da kader." demiş, "O kadarı ölecekmiş bundan sonrası yaşayacakmış."
Adamlar tevbe etmişler.
Allah'ı en iyi bilenler, Allah'ın kaza ve kaderine en güzel edeple boyun eğerler, razı olurlar. Başlarına gelen çeşitli dünyevî olaylar dolayısıyla kulluklarında bir zikzak, bir tezelzül meydana gelmez.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.