Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Haddesenî Ebû Ubeydete'bnü el-Fudayli'bni İyâd. "Fudayl b. İyâd'ın oğlu Ebû Ubeyde söylemiş ki; Kâle Ebî. "Babam" Fudayli'bni İyâdi'bni Mes'ûdi'bni Bişr. "Bişr'in oğlu, Mesud'un oğlu, İyâd'ın oğlu Fudayl." Yüknâ bi-Ebî Ali. "Künyesi Ebû Ali'dir." Bir isim oluyordu, bir künye oluyordu.
el-Fudayl'ın künyesi neymiş?
Ebû Ali imiş, Ebû Ali el-Fudayl imiş.
Min Benî Temîm. "Temim kabilesindenmiş."
Demek ki Temim'e mensup mânasına et-Temîmî diyeceğiz.
Min Benî Yerbû'. Temim kabilesi içindeki alt dallardan Yerbu' oymağındanmış. Min enfüsihim. "Onların ta kendisinden."
Sonradan onlara gelmiş, o kabileye sığınmış bir insan değil, o asalet onların ta kendilerinden. "O kabile Arap kabilesi, o kabilenin kendisinden." diye söylemiş.
Vülide bi-Semerkand. "Semerkant'ta doğmuştur." Ve neşee bi-Ebiverd. "Ebiverd'de yetişmiştir. " Bunu oğlu söylüyor. Ve'l-aslu mine'l-Kûfe."Ama oralara gidenlerin asılları kökleri Kûfe'dendir."
Demek ki Temim kabilesinden Kûfe'ye gelmişler, Kûfe'den Semerkant'a gitmişler. Fudayl b. İyâd orada doğmuş, Ebiverd'de yetişmiş.
Kâle Abdullah Muhammedi'bni'l-Hâris.
Çeşitli rivayetler naklediyor.
Mâte fi'l-Muharremi senete seb'în ve semânîne ve mie ve esnede'l-hadîs.
Mâte. "Öldü."
Hayatı, ismi ve memleketiyle ilgili bilgiyi verdi şimdi vefat tarihini söylüyor.
Mâte fi'l-Muharremi. "Fudayl b. İyâd Muharrem ayında vefat etmiştir." Senete seb'în ve semanîne ve mie.
Bu isimleri de, kelimeleri rakamları da yavaş yavaş öğrenin. Arabistan'a gittiğiniz zaman kem riyal ya hâc falan diye sorduğunuz zaman lazım olacak.
Senete seb'în ve semânîne ve mie.
Seb', yedi. Seb'a semâvât diyoruz ya…
Senete seb'în ve semanîne. "87" Önce 7 diyorlar, Araplar'ın rakam söyleyiş tarzı; 7, 80 ve mie. Mie 100 demek. "Fudayl 187 senesinde vefat etmiştir."
187 senesi miladî hangi seneye gelir?
Bunun için hicrî tarihleri miladîye çevirme kılavuzu diye kitaplar vardır; ay ay, gün gün gösterir, açıp bakarsınız. 187 miladî hangi seneye geliyor oradan bulursunuz, doğrusu budur. Hesaplaması kolay değil ama hesaplamak gerekirse 187 tane hicrî sene geçmiş.
Sene belli başlı üç tanedir. Bir şemsî sene vardır, bir hicrî sene vardır. Kamerî senede ayın hilal olarak doğduğu, dolunay haline geldiği, gittikçe küçüldüğü, yok olduğu ve tekrar hilal haline geldiği zaman bir ay geçmiş oluyor. Yenilenen hilaller aybaşlarını gösteriyor.12 ay geçti mi bir sene tamam olur. Buna Kamerî sene deniliyor. 354 gündür.
Muharrem, Safer, Rebîülevvel, Rebîülâhır, Cemâziyelevvel, Cemâziyelâhır, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkâde ve Zilhicce.
İşte bu aylar kamerî senenin aylarıdır. Bunların hepsinin toplamı 354 gündür. Şemsî bir yıl olsaydı; diyelim ki ilkbaharın başladığı ilk günden tekrar ilkbaharın ilk gününe gelişine kadar geçen zamana, yani 1 Haziran'dan bir Haziran'a, 1 Mart'tan 1 Mart'a, 22 Mart'tan 22 Mart'a, geçen zamana kadardır. 365 gün 6 saat. 354, 365. Arada 11 gün fark vardır. İkisi beraber başlasalar hicrî sene tamam olur. Miladî sene tamam olmaz. Hicrî ikinci sene başlar 11 gün geçer, miladî sene ondan sonra biter ve yeni sene başlar. Her bir senede böyle 11 gün takınca, hicrî sene, 33 senede 1 yıl fark atar. Demek ki hicrî seneyi, 33'e bölersek, şemsî seneden ne kadar fark ettiğini anlarız. O miktarı bu hicrî rakamdan çıkaracağız. 187'yi 33'e bölelim, 6 diyelim. 187'den 6'yı çıkarırsak 181 kalır. Hicret 622'deydi. 622 ile 181'i toplarsak 803 eder. uyumsuz kısım Fudayl b. İyâd 802 senesinde vefat etmiş.
Acaba o zamanlarda ne oldu?
Miladî 803'lerde tarihten bildiğiniz bir şey var mı?
uyumsuz kısım
Erken bir devir. Peygamber Efendimiz'in hicretinden 180 yıl geçmiş, vefatından 170 yıl geçmiş. Demek ki eski tarihlerde bildiğimiz bir şey yok. Galiba 756 da Araplarla bizim dedeler karşılaşıyor, çarpışıyorlar. İşte bu senelerde yavaş yavaş İslâm'ı öğreniyorlar. Bu yüzyıllarda çadır çadır, kabile kabile, kavim kavim yavaş yavaş İslâm'a girmeye başlıyorlar. Selçuklular, Gazneliler bunlardan daha sonra gelecek.
Demek ki bu zât-ı muhterem 187 yılında vefat etmiş, Allah rahmet eylesin.
Ve esnede'l-hadîs. "Hadis de rivayet etmiştir." Esnede'l-hadîs. "Hadis isnat etti."
Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfleri çok büyük bir ciddiyetle nakledilmiştir. İmam Mâlik; Mâlikî mezhebinin kurucusu. Büyük imam. Abbasîler zamanında Harun er-Reşid'in hilâfeti döneminde yaşamış. Çok büyük bir alim. Fıkıh alimi,aynı zamanda hadis alimi. Hem belli bir usule göre Peygamber Efendimiz'den gelen hadisleri naklediyor hem de müftü gibi kendisine mesele sorulursa fetva veriyor. Fıkıh kitabı da yazmış. Kapısına birisi geldiği zaman sorarmış;
"Hoş geldin, buyur! Benden isteğin nedir? Bir fıkıh meselesi mi soracaksın?"
"Evet. Bir müşkülüm var, fıkıh meselesi soracağım."
"Peki, buyur sor."
Sorarmış, cevabını verir gidermiş.
Halkın sorduğu sorunun cevabını veriyor.
"Yok ben sana fıkıh meselesi sormayacağım. Hadis rivayet ediyormuşsun. Sana geldim ki: Bana hadis rivayet et. ‘Ben de İmam Mâlik'ten duydum." diye başkasına rivayet hakkına sahip olayım."
Hadis zincirine bir halka olmak istiyor. İmam Mâlik'ten hadisi icazetle alacak, ondan sonra da kendinden sonra gelenlere verecek, nakledecek. Bu hadisin evvelinde;
"Ben falancadan işittim, o falancadan işitmiş, o filancadan işitmiş, o Ebû Hüreyre'den işitmiş ve Ebû Hüreyre Peygamber Efendimiz'den işitmiş." diye zikrediliyor ya, iş sağlam olsun diye, o senette ismi geçsin diye;
"Senden hadis yazmaya geldim yâ İmam Mâlik!" dediği zaman;
"Peki, buyur o zaman biraz bekle." dermiş. Onu misafir odasında oturturmuş. Kendisi içeri girermiş -zaten mübarek temizdir pâktır- bir gusül abdesti alırmış. O esnada misafirin oturduğu sofaya rahle koydurtur, en güzel tütsüleri, buhurdanları yaktırırmış. Orada bayram havası gibi gayet güzel kokular olurmuş. Ondan sonra kendisi en güzel elbiselerini, başka işte kullanmadığı cübbesini ve sarığını giyermiş. Rahlenin önünde kemâl-i edeb ile oturur, kemâl-i ciddiyet ile tane tane, ağır ağır;
"Ben falancadan işittim, o filancadan işitmiş, o filancadan işitmiş, o filancadan işitmiş ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş." diyerek hadîs-i şerîfi nakledermiş. Dinleyen yazar, kontrolü yapılır. Bu merasim tamam olduktan sonra gelen zâtı uğurlarmış.
Hadis ilmine verilen ciddiyet. Çünkü hadisler dinin kaynağı olacak. Peygamber Efendimiz'in dediği nakledilince akan sular duracak. Elini böyle kaldırırdı, böyle bağlardı. Herkes; "Tamam, ben de öyle yapayım." diyecek. Namazı ona göre kılacak, ibadeti ona göre yapacak. Hadis dinin kaynağı olduğundan o kadar ciddiyetle nakledilmiş.
Bu zâtı anlatırken onun şerefini de ortaya koymak için; "Bu şahıs aynı zamanda hadis de rivayet etmiştir." diyor. Ve esnede'l-hadîs. "Fudayl b. İyâd sıradan bir insan değildir, hadis de rivayet etmiştir." diyor. Küçük bir cümle ama kıymetini bilin. Müellifin ne demek istediğini anlayın. Ve o hadîs-i şerîfi naklediyor.
Ahberanâ Ebû Ca'fer, Muhammedü'bne Ahmede'bni Saîdini'r-Râzî, kâle ahberane'l-Hüseynü'bnü Dâvûde'l-Belhî, kâle ahberanâ Fudaylü'bnü İyâd, kâle ahberanâ Mansûr an İbrâhîm an Alkame an Abdullahi'bni Mes'ûdin radıyallâhu anhü kâle, kâle Resûlullâh sallalllahu aleyhi ve sellem yekûlu'l-lâhü teâlâ li'd-dünyâ: "Yâ Dünya! Mürrî alâ evliyâî ve lâ tahlevlî lehüm, fe-teftinîhim.
İbn Mes'ûd radıyallahu anh'ten rivayet olunduğuna göre Peygamber sallalllahu aleyhi ve sellem hazretleri buyurdu ki:
"Allahu Teâlâ hazretleri dünyaya şöyle buyurur; ya dünyâ! Ey dünya! Mürrî alâ evliyâî. "Benim evliyâma acı ol, acılaş, tatlı olma." Ve lâ tahlevlî lehüm. "Benim dostlarıma, evliyâma, sevgili kullarıma tatlı olma, acı ol!" Fe-teftinîhi. "Sonra onları aldatırsın, fitnelere düşürürsün." Fitnelere düşürmeyesin diye onlara tatlı olma acı ol.
Hadis de rivayet eden bir kimse olduğunu söyledi. Şimdi bu zât-ı muhteremin tasavvuf konusunda yaşantılarını aksettiren sözlerine geliyoruz.
Semi'tü'l-Fudayle'bne İyâdin yekûlü. "Bu zâtın şöyle dediğini falanca şahıs duymuş ki" Men celese maa sâhibi bid'atin lem yu'ta'l-hikmete. "Bid'at sahibi bir kimseyle oturup sohbet eden kimseye hikmet verilmez."
Allah ona hikmet vermez, hikmet ona nasip olmaz.
Hikmet nedir?
Bir kere hikmet çok büyük bir şeydir ki ve men yü'te'l-hikmete fe-kad ûtiye hayran kesîrâ. "Kime hikmet verilmişse ona çok büyük hayır verilmiştir." diye Kur'ân-ı Kerîm'de bildiriliyor.
Hikmet; peygamberlere, evliyâullaha verilen çok kutlu, çok kıymetli, çok değerli, çok mukaddes bir bilgi ki herkese verilmiyor. "Verilen insana da çok hayır verilmiş." demek oluyor. Hikmet hakeme, hüküm kökünden geliyor; bir şeyi yerli yerince yapmak demek. Eğer bir insan bir işi yerli yerinde, nasıl olması gerekiyorsa öyle, usulü dairesinde yapıyorsa, bir sözü yerli yerince söylüyorsa; sözü yersiz, mânasız, anlamsız, damdan düşer gibi değilse, o söze, o kişiye "hakîm, hikmet sahibi" denir. Yaptığı işe "hikmetli iş" denir, söylediği söze "hikmetli söz" denir.
Demek ki bir insan bid'at sahibi bir kimseyle oturdu kalktı mı, arkadaşlık etti mi bu Allah'ın sevgili kullarına, peygamberine verdiği hikmet denilen nimeti alamaz. Mahrum kalır.
Neden?
Çünkü bid'at sahibiyle oturdu.
Peygamber sallalllahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
Külle muhdesetin bid'atün. "Dinde aslı esası olmayan insanların sonradan kendi kafasından ortaya koyduğu, çıkardığı her şey bid'attir." Ve külle bid'atin dalâletün. "Her bid'at dalâlettir, sapıklıktır." Ve külle dalâletin, "Her sapıklık" ve sahibihâ "Ve o sapıklığı ortaya koyan kimse" fi'n nâr. "Cehennemdedir."
Demek ki "Bid'atler sapıklıkmış, dinde sonradan ortaya çıkma şeyler sapıklıkmış ve bu sapıklığı ortaya çıkaran, bu bid'ati ortaya koyan kimseler o bid'atle beraber cehenneme atılacaklar." diye hadîs-i şerifte bildiriliyor. İşte bu hususta çok hadîs-i şerif var, ben bir tanesini söyledim.
Râmûzü'l-ehâdîs'te okuduğumuz hadîs-i şeriflerden bazılarında; "Allah; bid'at ehli olan bir insanın farzını, nafilesini, namazını, orucunu, haccını, umresini, hayrını, hasenâtını hiç bir şeyini kabul etmez." buyuruyor.
Demek ki Ümmet-i Muhammed dinde aslı esası olmayan bir şeyi ortaya koymamaya, dinin aslına sımsıkı sarılmaya ve Peygamber Efendimiz'in sünnet i seniyyesi yolunda yürümeye zorlanıyor. Bu yolda yürürse sevaba giriyor, doğru yolda yürümüş oluyor. Bu yoldan çıkar da kendi kafasından bir şeyler uydurur, bid'atler ortaya atar, dinde yenilikler icat eder, onlara uyarsa hem ibadetleri tâatleri kabul olmuyor hem de çıkardığı bid'atle beraber ceza olarak cehenneme atılıyor.
İşte bu tehditten ve bu hakikatten dolayı bizden önceki selef-i sâlihînimiz, bu ümmetin evvelki büyük alimleri, dinin esaslarını tespit edip de kitaplara geçirmiş, ana kaynakları yazmış olan büyüklerimiz sünnet-i seniyyeye sarılmaya ve bid'atlerden uzak durmaya son derece dikkat etmişlerdir. Neden? Felaket! İbadetleri mahvolacak, cehenneme girecek, hiç bir hayra nail olamayacak, bütün hayırlardan mahrum olacak.
Bu söz güzel. Bu sözü söyleyen Tabakâtu's-sûfiyye'nin ilk şahsiyeti bize ,gerçek mutasavvıfların sünnet-i seniyyeyi en iyi uygulayan, bid'atlerden en titizlikle kaçınan insanlar olduğunu gösteriyor. Çok güzel. Allah'a hamd ü senâlar ediyorum. Tasavvuf yolunun bir şânı, şerefi vardır, bir güzelliği, tadı vardır, bir methi, senası vardır. İnsanların gönlünde derin kök salmıştır, yeri vardır. Ama bu hokkabazlık değildir. Bu nedir.
Kur'an yoludur, sünnet-i seniyye yoludur, dinin aslını sadıkâne yaşamak yoludur. Öyle olmazsa mutasavvıf da olamaz. Öyle olmazsa hikmet verilmez; insan hakiki bir derviş, hakiki bir şeyh olması da mümkün değil. Bid'at sahibi bir insanla oturan kimseye bile hikmet verilmiyor. Zaten o bid'atin asıl sahibine hiç bir şey verilmez. Yani adam cehennemlik.
el-Behcetü's-seniyye fi't-tarîkati'n- Nakşibendiyye isimli eserde büyüklerimizden bir tanesi nasihat etmiş. Ûsîke; "Sana nasihat ederim ki" diye başlıyor. "Şu yeryüzünde çok diyar gezdim, çok beldeler gördüm, çok insanlarla karşılaştım, bid'at ehli mutasavvıflardan daha zararlı insan görmedim. Yeryüzünün en şerli insanları onlardır." diyor.
Cenneti istiyorsak, Allah'ın rızasını istiyorsak, cehenneme düşmek istemiyorsak, mâneviyatımız gelişsin istiyorsak, hikmet sahibi olalım diye bir arzumuz varsa, gerçek mutasavvıf, gerçek derviş olmak istiyorsak bid'atten bucak bucak kaçacağız. Bid'atin yanına yanaşmayacağız, bid'at ehlinin yanına oturmayacağız. Ben bunu özellikle seçmedim. Bu eserin başından, mukaddimesinden başladık, karşımıza bu çıktı. Başka şeyler de çıkacak, hepsinden istifade edeceğiz ama ilk dersimiz en önemli ders ve bu, erbâb-ı tasavvufu dinden çıkmış insanlar gibi gören cahillere de yine en güzel cevaptır
Mutasavvıfların en büyüklerinden birisi diyor ki;
"Bid'at ehlinin yanında bile oturma! Oturursan hikmetten mahrum olursun, büyük cezaya çarpılırsın."
Bu devirde lise tahsiliyle, ulûm-u şer'iyye tahsili yapmadan ve yahut da Mısır'a gidip el-Ezher'de ilim tahsil edip, Suudi Arabistan'a gidip tahsil görüp belirli konularda içine düşmanlık aşılanıp da gerçekleri bîtaraf olarak görme imkânından mahrum olan insanlar tasavvufa saldırıyorlar. Ama tasavvuf dinin özü, bid'atlerden uzak; derûnî, ruhî hayatı yaşamak. Onu inkâr eden dini inkâr etmiş olur. Gerçek tasavvufun inkârı mümkün değil ama tabi gerçek tasavvufun güzelliğinden dolayı taklitleri çıktığından taklitçilerinin de yanına yanaşmamak lazım. Yanaşırsa ebedî olarak tarikatten hâsıl olabilecek faydalardan mahrum kalır.
O bakımdan bu ilk dersimiz fevkalade önemlidir. Bunların her birisi birer atasözü gibidir. Bunları defterinize yazabilirsiniz. Fudayl b. İyâd'ın; hadis de rivayet etmiş olan bu büyük alimin ilk sözü bu. Hakiki mutasavvıfların, erbâb-ı tasavvufun şeriate ne kadar bağlı olduğunu, sünnet-i seniyyeye ne kadar âşık olduğunu, bid'atlerden kendileri uzak olduğu gibi, sözlerini dinleyen muhataplarını da bid'atlerden kaçınmaya dikkat etmeleri hususunda uyardıklarını gösteren bir misal.
Arapçasını söyleyeyim.
Men celese maa sâhibi bid'atin lem yu'ta'l-hikmete. "Bidat sahibiyle oturan, meclis kuran, düşüp kalkan, ahbaplık eden kimse hikmete nail olamaz, Allah tarafından kendisine hikmet verilmez. Mahrum olur."
Çünkü bid'at sahibinin yanına gitti. Allah'ın sevmediği insanla beraber oldu.
Kâle ve semi'tü'l-Fudayl yekûl.
Demek ki aynı râvî Fudayl'ın başka bir sözünü rivayet etmiş. Bunların her bir sözü üzerine bazen bir ders, iki ders durabiliriz. Yerine göre. Bazen de iyice anlaşıldığı kanaatindeysek bırakabiliriz.
Fî âhiri'z-zamâni akvâmün yekûnûne ihvâne'l-alâniyete a'dâe's-serîretü. "Âhir zamanda bir takım kavimler türeyecek."
Kavim, ırk mânasına değil. Kavim, topluluk demek. Başlı başına bir grup teşkil eden, bir özelliğinden dolayı tek başına sayılabilecek gruba kavim derler.
Âhir zamanda bir takım insanlar türeyecek ki bunlar; yekûnûne ihvâne'l-alâniyete; alâniye insanın âşikâresi demek, -ye'si şeddesiz- zâhiri demek. Zâhirin ihvanı olacaklar, dostları olacaklar ama a'dâe's-serîratü. Serîre de insanın sırrı yani iç âlemi; görünmediği için serîre. "Âşikârenin kardeşleri, gizlinin düşmanları olacaklar."
Dıştan kardeş gibi olacaklar, içten birbirlerine hasım ve düşman olacaklar.
"Âhir zamanda olacak." diyor. "Âhir zamanda bir takım insanlar türeyecek ki dıştan birbirleriyle ahbap gibi, kardeş gibi görünecekler ama içten birbirlerine hasım ve düşman olacaklar."
Niye âhir zamanda diyor?
Çünkü bu öyle acayip bir haldir ki hakiki İslâm ahlâkına sığmaz. Bu mübarek asırların; ashâb-ı kirâmın, tâbiînin, tebe-i tâbiînin ahlâkı değildir. Onlar göründükleri gibi idiler; gönüllerindeki şeyi dobra dobra karşı tarafa söylerlerdi, nasihatlerini âşikâre yaparlardı, kimsenin gıybetini yapmazlardı, dua ederlerdi. Güzel ahlâka sahip insanlardı. Bu iyi insanlar; Kur'an'ı bilen, sünnet-i seniyyeyi bilen, Kur'an ahlâkını, peygamber ahlâkını bilen insanlar zamanında olmayacak bir şey, hayret edilecek bir şey olarak. Fudayl b. İyâd böyle anlatıyor.
Şimdi yok ama âhir zamanda öyle bir takım insanlar türeyecek ki dışarıdan kardeş gibi, ihvan gibi görünecek ama birbirlerine düşman olacaklar.
Bu ne alametidir?
Münafıklık alametidir. Bir insanın içinin başka, dışının başka olması münafıklık alametidir.Dobra dobra olması lazım, bir kusur görüyorsa söylemesi lazım. Seviyorsa sevecek, sevmiyorsa "Ben seni şu sebepten sevemiyorum." diyecek. Haksızsa kendisini düzeltecek, haklıysa karşı tarafı düzeltecek. "Sende şu kusuru görüyorum bunu düzelt, seni onun için sevemiyorum." diyecek. Ama ihvanlık, kardeşlik, müslüman kardeşliği nerede? İnneme'l-mü'minûne ihvetün. Kur'ân-ı Kerîm buyurmuş, müslümanlar birbirlerine kardeş olması lazım güya; hiç ilgisi yok. Bu günkü müslümanlar arasında müslümanın müslümanla kardeş olmasının bir misalini göremiyoruz.
Bir kere bölük bölük bölünmüşler, birbirleriyle ilgilenmiyorlar. İran Pakistan'la çekişiyor, Azerbaycan'ı tanımıyor; "Rusya üzerinden ben seninle ahbaplık yapacağım." diyor. Azerbaycan'ın yarısı kendisinin elinde. Kendi hudutları içinde Âzerîler'den nice insan var, buna rağmen "Azerbaycan'ı tanımayacağım." diyor. Tanımakta bir şey yok. Rusya'yla icabında çekişiyor, çarpışıyor ama "Tanımayacağım." diyor. Böyle ahbaplık mı olur, böyle kardeşlik mi olur, böyle Müslümanlık mı olur? Pakistan'la düşman, Türkiye'yle hasım, Irak Kuveyt'e saldırmış, Cezayir Tunus'la çekişmede, Mısır Libya'yla çatışmada, Moritanya Fas'la çekişmede; müslümanlar toplumlarına hâkim değiller ve müslüman toplumlar birbirleriyle kardeş değiller, birbirleriyle yardımlaşmıyorlar.
Onu bırakalım bir milletin içinde müslüman guruplar birbirleriyle has kardeş değil. Aynı camiye devam eden insanlar birbirleriyle tam dost, tam kardeş değil. Yüzüne gülse bile aslında içinde düşman oluyor.
Bunlar İslâm ahlâkı değildir. "Bu çeşit kavimler âhir zamanda türeyecek." demek, kıyamet alameti demektir.
Ümmet-i Muhammed'in İslâm'dan koptuğu, İslâm'ın aslını esasını unuttuğu zamanda ortaya çAllah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.