Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhirabbi'l-âlemînehamdenkesîrantayyibenmübârekenfîh. Kemâyenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmisultânih.
Ve's-salâtüve's-selâmüalâseyyidinâ ve senedinâ ve mededinâMuhammedini'l Mustafa. Ve alââlihî ve sahbihî ve men tebiahûbiihsânin ilâ yevmi'lcezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; EbûAbdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhurûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz.EbûAbdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Bişr b. Hâris'ten ,Fudayl'ın şöyle dediğini o duymuş;
Eştehî maradan bi-lâ uvvadin. Fudayl b. İyad demiş ki; "Ziyaretçisi olmayan bir hastalığı canım çekiyor, öyle hasta olmak istiyorum."
Eştehî. "İştiha duyuyorum, canım istiyor," maradan "öyle bir hastalığı çekiyor ki, istiyorum ki;" lâ uvvade lehû "ziyaretçisi yok."
Bu ne demek?
Derin sözler bunlar, sıradan sözler değil. Allahu a'lem Fuzûlî'nin;
Aşk derdiyle hoşem,
El çek ilâcımdan tabîb
dediği gibi, başka bir dert istiyor. Öyle bir hastalık istiyor ki hasta olduğunu kimse bilmeyecek, kalbinde muhabbetullah ateşi yanıyor, gece gündüz uykusu yok, benzi sararıyor, yanıyor yakılıyor; tabi hasta değil aslında. Hasta değil ama aşk hastalığı yani aşk-ı ilâhî hastalığı. Onun için ziyaretçisi yok. Öyle bir hastalık istiyorum demek istiyor herhalde, Allahu a'lem. Eştehî maradan lâ uvvade lehû. "Ziyaretçisiz bir hastalık istiyorum." diyor.
Yoksa gerçekten hasta olup da kimse kendisini ziyaret etmesin mi istiyor?
Sanmıyorum. Çünkü böyle bir şey olamaz, gerçek mânasına, reel mânasına, hakiki mânasına alacak olsak, o zaman ben hasta olayım kimse beni ziyaret etmesin diye bir şey istemez. Çünkü ziyaret sevap… Ziyarette fazilet var. Hastanın ziyaret edilmesi, mü'minin bir mü'mine karşı vazifesi… Böyle büyük zâtlar, böyle büyük alimler bu vazifenin iptalini istemez.
Bu Fuzûlî gibi konuşuyor. "Öyle bir dert ki ziyaretçisi yok." Çünkü hasta değil, kimse hasta olduğunu bilmiyor ama içinde bir dert var. Aslında bu maraz değil, hastalık değil. Bir yüksek vasıf. İnsanın yaradanını sevmesi, ona hastalık derecesinde bağlanması yüksek bir duygu, tasavvufta ileri bir merhale, istediği o Allahu a'lem. Onun için bu cümleyi sarf etmiştir, yoksa o, ben hasta olayım da kimse beni ziyaret etmesin değil. Cümlenin orijinalitesi kalmıyor. Ben de salçalı yemek istiyorum gibi basit bir şey oluyor o zaman. Bu herhalde mânevî aşk istiyor.
Mevla'm aşkını ver bana,
Hayranın olayım senin.
Bülbül gibi cemaline,
Nâlânın olayım senin.
dediği gibi o hastalığı istiyor Allahu a'lem.
Diğer bir sözü:
Semi'tü el-Fudayle'bne Iyâz yekûl; İnne fîküm hasleteyni, hümâ mine'l-cehli: e'd-dahiku min gayri acebin ve't-tesabbuhı min gayri seherin.
Fudayl hazretleri muhatapları olan insanlara demiş ki; inne fîküm hasleteyni. "Sizde iki tane huy var, iki âdetiniz var." Hümâ mine'l-cehli. "Bu iki âdet cahillikten kaynaklanıyor. İki âdet edinmişsiniz ki cahillikten."
Muhataplarının o iki âdeti neymiş?
ed-Dahiku min gayri acebin. "Bir, şaşılacak bir şey olmadan gülmeniz; şaşılacak, hayret edilecek, hayran kalınacak bir şey olmadan gülmek."
Kih kih kih, olur olmaz gülmek, bu makbul bir şey değil, cahillikten kaynaklanıyor.
İkincisi, ve't-tesabbuhu min gayri seher. "Geceyi uykusuz geçirmeden sabah uykusu uyumak."
Bir insan geceleyin teheccüde kalkmış, teheccüd namazı kılmış, tesbih çekmiş, Kur'ân-ı Kerîm okumuş, gecesini ihya etmiş, sabah namazını kılmış, işraka kadar beklemiş, işrak namazını kılmış. Ondan sonra tasabbuh, kaylûle uykusu uyumak hakkı. Gecenin bilmem hangi saatinde kalktı, şu vakte kadar çalıştı, yorgunluk çöktü, uykusu da zaten eksik kalmıştı, tamam; onun uyumaya hakkı var.
Gece uykusu tamam; bir de sabah namazından sonra yine uyuyor. Bu da cahillikten diyor. Min gayri seher, seher buradaki iki gözlü "he" ile. Seher vakti dediğimiz seher değil de bittü sâhiren, geceyi uykusuz geçirmek yani sehere'l-leyl; geceyi uykusuz geçirdim mânasına. Sin, iki gözlü he ve râ ile. Halbuki bizim seher vakti dediğimiz ha ile yani hının benzeri olan ha ile yazılır. Bi-lâ seher, yani uyku uyumama durumu olmadan geziyor.
Hani bir fıkra var. Adam hiçbir çalışmaya katılmamış. Aşın yapılmasına, sofraya koyulmasına kadar hiçbir hizmette emeği yok. Her seferinde çağrıldıkça bir mazeret uydurmuş, hiçbir hizmete gelmemiş, hepsinden kaytarmış. Tam sofra kurulduğu zaman, gel buyur diyor yarım ağızla, gelmesini de istemiyor ama gel buyur diyor, sofraya buyur ediyor.
"Şimdiye kadar hep çağırdın, bir mazeret söyledim, ayıp oldu sana karşı, hiçbir şeye gelmedim, artık ayıp olmasın bari buraya geleyim." diyor, oturuyor sofraya yiyor. Ona benziyor.
"Gece uykusuz geçirmedin ki mübarek, zaten horul horul uyudun, sabahtan sonra ne uyuyorsun. Hakkın değil ki, ötekinin hakkı. Cahillikten kaynaklanıyor." diyor.
Bundan anlıyoruz ki bu mübarekler pek öyle olur olmaz her şeye gülen insanlar, gecelerini de uykuyla geçiren insanlar değil. Geceleri demek ki seher vakitlerinde namazlarla, ibadetlerle, Kuran'larla, zikirlerle, gecelerini ihyâ eden insanlar.
Bir de olur olmaz her şeye gülmeyen insanlar. Zaten el-Fudayl b. İyâd vefat ettiği zaman o devrin insanları demişler ki:
"Hüzün öldü."
Mahzun duruşlu bir insanmış, olur olmaz her şeye gülmezmiş, âkıbetini düşünerek, âhireti düşünerek boynu bükük, kaşları çatık, hüzünlü bir insanmış. Onun için fazla gülmeyi de uygun görmüyor. Hadîs-i şerîfte de var. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem;
"Benim bildiğim şeyleri siz de bilseydiniz muhakkak ki çok az gülerdiniz, çok fazla ağlardınız ve ailelerinizle telezzüz etmezdiniz, feryat ederek sahralara çıkardınız." diyor. Yani benim bildiğim mânevî gerçekleri bilseydiniz.
Onun için olur olmaz gülmeyeceğiz, lüzumsuz yere gülmeyeceğiz, mütefekkir bir insan olacağız; böyle, insana deli derler yani. Gülünmeyecek yerde güldü mü insanın kalitesi düşer. Gülmeyi gerektiren bir şey varsa ancak gülünecek, bir de geceleri ihyâ edilecek, o zaman yorgun düşüyorsa kaylûle uykusu uyunabilir. Geceleri hem uyuyup, ibadet vakitlerinde vazifelerini yapmayıp ondan sonra da uykuya gelince o uykuyu da yapmak daha uzun boylu uyumak oluyor, ömrünün uykuyla geçmesi demek oluyor. Gecemizi değerlendirelim diye bir ders çıkıyor.
Kâle ve semi'tuhû yekûl: Men azhara li-ehîhi el-vüdde ve's-safâ bi-lisânihî ve admara lehu'l-adâvete ve'l-bağdâe, le'anehullâh, fe-esammehû ve a'mâ basîrete kalbihî.
Allah korusun. Buyurmuş ki bu zât-ı muhterem:
Men azhara li-ehîhi el-vüdde ve's-safâ bi-lisânihî. "Kim ki diliyle arkadaşına iç temizliği ve sevgi iddiasında bulunuyor. Amma" ve admara lehu'l-adâvete ve'l-bağdâe. "İçinden düşmanlık ve buğz besliyor."
Dışından, "kalbim sana karşı sâfî" diyor,"seviyorum seni" diyor ama içinden düşmanlık ve buğz besliyorsa, le'anehullah "Allah bu kişiye lanet eder. " Fe-esammehû. "Ve kulaklarını sağır eder." Ve a'mâ basîrete kalbihî. "Kalbinin basiret gözünü köreltir."
Dışı başka içi başka, dışından dost görünüyor, sevgi var, "seni seviyorum" diyor, "içim sana karşı temiz" diyor ama içinden öyle değil. Allah böyle kimseye lanet eder, kulaklarını sağır eder, mânevî gerçekleri duyamaz, kalbinin basiret gözlerini kör eder, mânevî gerçekleri müşahede edemez, mârifetullaha eremez.
Buradan da arkadaşlıklarımızın sâfî, halis ve gerçek olması dersini çıkarıyoruz.
Dervişsek, ihvansak, mü'minsek, inneme'l-mü'minûne ihvetün, mü'minler birbirlerinin kardeşiyse arada sevgi olacak. Seviyorsa sevdiğini söyleyecek; sevmiyorsa, "benim kalbimde ne hastalık var ki bu kardeşimi sevmiyorum" diye hastalığının çaresini arayacak.
Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin bir başka kitabı vardır. Ankara'da okumuştum, orada diyordu ki;
"Arkadaşından sana karşı, senin ona karşı kızmana sebep olacak bir kusur, bir özür, bir ters iş zahir olduysa ona karşı kendi içinden 70 tane mazeret bul."
"Şu sebepten yapmıştır, belki bu sebepten yapmıştır."
"70 tane mazeret uydur, icat et, yani o kardeşini mâzur görmeye çalış. 70 mazerete rağmen hâlâ ona içinde kızgınlık devam ediyorsa, kendini levm et, kına ki sana 70 tane mazeret söylendiği halde hâlâ affa yanaşmıyorsun. Ne biçim katı kalpli, keçi gibi inatçı insansın ki 70 mazereti bile kabul etmiyorsun, hâlâ kardeşini affetmiyorsun." diye kusuru kendinde bul demiş oluyor. Gerçek tasavvufî kardeşlik böyle olacak.
Semi'tü el-Fudayle'bne İyâdin yekûlu; fî kavlillâhi teâlâ: "İnne fî hâzâ le-belâğan li-kavmin âbidin" ellezîne yuhâfizûne ale's-salavâti'l-hams.
Kur'ân-ı Kerîm'de geçen bir âyet-i kerîmede inne fî hâzâ le-belâğan li-kavmin âbidin ve mâ erselnâke illâ rahmeten li'l-âlemîn. İbadet eden insanlar, topluluklar için bunda belağ vardır sözünden, bu âyetten Suretül Enbiyanın 21.ayetinden maksat… Bu âyette o kavm, li-kavmin âbidin diye anlatılanlar, ellezîne yuhâfizûne ala's-salavâti'l-hams. Beş vakit namazını kılanlardır diye tefsirini böyle ifade etmiş Fudayl hazretleri.
Kâle ve semi'tuhû yekûl; kâne yükâl; cuile'ş-şerrü küllühû fî beytin ve cuile miftâhuhû ez-zühde fi'd-dünyâ…
Buyurmuş ki; "Şerlerin, kötülüklerin hepsi bir eve tıkıldı, kapatıldı ve dünya sevgisi, dünyaya rağbet de bunun anahtarı kılındı."
Bir insan dünyalığa rağbetli, hırslıysa sanki şer evinin kapısını açmış, bütün şerrin üzerine hücumuna sebep olmuş gibi olur.
Ve cuile'l-hayru küllühû fî beytin "Bütün hayırlar, iyilikler de bir eve tıkıldı, dolduruldu." ve cuile miftâhuhû "bunun miftahı da" ez-zühde fi'd-dünyâ "dünyaya karşı zahid olmak, zühd duygusu beslemek, aldırmamak, meyletmemek duygusu."
"Hayırlara ermek isteyen zahid olacak, şerlerin anahtarı da dünyaya sevgi beslemektir." diye bildiriyor.
Hepsi bir eve tıkılmış, anahtarı dünya sevgisi; hepsi öteki eve tıkılmış, anahtarı zühd…
Kâle ve semi'tühû yekûl: Men keffe şerrahû fe-mâ dayye'a mâ serrahû.
Kısa bir söz.
Men keffe şerrahû. "Kendisinin elinden insanlara bulaşması ihtimali olan, kendisinden çıkması mümkün olan şerleri çıkarmayan, kendisine hâkim olan, şerrini alıkoyan, tutabilen insan," fe-mâ dayye'a mâ serrahû. "Kendisini sevindirecek şeyleri elinden kaçırmamıştır, kendisine sürûr kazandıracak, sevinç kazandıracak şeyleri kaçırmamış demektir."
Başka insanlara kötülük yapmamaya muktedir olan insan, kendi şerrinin başkasına zarar vermemesi hususunda dikkatli olabilen bir insan mükâfatları alır, sevinçlere mazhar olur, sevindirecek sonuçları elden kaçırmamış olur, demek istiyor.
Demek ki insanlar olarak, dervişler olarak, erbâb-ı tasavvuf olarak ne yapacağız?
Kendi şerrimizi başkalarına ulaşmasın diye tutacağız.
Müslümanlar elimizden, dilimizden zarar görmesin diye tavrımıza, hareketimize, sözümüze dikkat edeceğiz.
Böyle yaparsak âhirette mükâfata erebiliriz. Kimseye zararımız dokunmazsa bize sevinç verecek, bizi sevindirecek şeyleri elden kaçırmamış oluruz.
el-Müslimu men selime'l-müslimûne min lisânihî ve yedihî. "Müslüman denilen kimse o kimsedir ki onun dilinden ve elinden öteki insanlar salim olurlar, hiçbir zarar görmezler."
Zarar görüyorsa, demek ki müslümanlarda bir kusur ve eksiklik var.
Ve bihî kâle el-Fudayl:
Yine aynı senetle Fudayl rahmetullahi aleyh'in şöyle demiş olduğu rivayet ediliyor; Selâse hısâlin tukassi'l-kalbe; kesratü'l-ekli ve kesratü'n-nevmi ve kesratü'l-kelâmi. "Üç şey vardır; kalbi kasvetlendirir, karartır, öldürür, buyurmuş."
Fe-veylün li'l-kasiyeti kulûbuhum. Kur'ân-ı Kerîm'de de kalpleri katı, kasvetli insanlara veyl diye bildirilmiş. Kalp katılığı makbul bir şey değil, kalbin yumuşak olması, duygulu olması lazım, kasvetli olmaması lazım, nurlu olması lazım.
Bu kalbin kasveti nereden hâsıl olur?
"Üç şeyden hâsıl olur; çok yemekten, çok uyumaktan, çok konuşmaktan."
Çok yerse insan, nefsi kuvvetlenir, kalbi zayıflar. Nefsi kuvvetlenince şerlere meyli artar, günahlara kayar.
Hacivat'ın sahneye çıkışını hep hatırlıyorum, çıkıyor sahneye nâra atıyor, bağırıyor;
"Yar bana bir eğlence!"
İnsan yemek yedi mi öyle olur. Karnı doydu mu Hacivat gibi sahneye dökülür. "Yar bana bir eğlence!" demeye başlar. "Yemek yedik, elhamdülillah karnımız doydu." deyip ibadete düşmez.
"Acaba bu akşam nerede eğlence var, nereye gidebilirim? Hangi gazinoya gideyim? Hangi bara, pavyona gideyim?" demeye başlar.
Çok uyumak… Çok uyuduğu zaman da nefsi kuvvetlenir, şehavât-ı nefsâniyesi takviye olur, hem de güzel vakitleri kaçırır, ibadet fırsatlarını kaçırır, oradan da bir zararı olur. Onun için çok uyumak da zararlı.
Üçüncüsü, çok konuşmak…
Çok konuşma yalansız olmaz, hatasız olmaz, kusursuz olmaz. İlle birkaç tane hata eder, birkaç çam devirir, birkaç falsosu olur. O bakımdan çok konuşmak da zararlıdır. Bu üçü; çok konuşmak, çok yemek, çok uyumak kalbi karartır, o insanın kalbi artık bir derviş kalbi, bir mutasavvıf kalbi olma durumuna gelmez.
Neden?
Kalbi karardı. Mârifetullaha mahal olan kalp, kararınca vazifesini yapamaz oluyor, dervişin yükselmesiyle ilerlemesi mümkün olmuyor.
Onun için tarikatlerin hepsinde nefsi kuvvetlendiren, kalbi karartan, insanı yükselmekten alıkoyan bu hasletlere karşı tedbirler alınmıştır. Tasavvufta kıllet-i kelâm, kıllet-i ta'âm, kıllet-i menâm diye bunların azaltılması şart koşulmuştur.
Hakikaten Ramazan oldu mu, insan yemeği yemedi mi, ikindiye doğru Kur'an dinlerken nasıl gözleri yaşarır,nasıl rikkatli bir hâle gelir. Az uyuduğu zaman, kalkıp ibadet ettiği zaman nasıl kafası berraklaşır, derinlemesine tefekkür kabiliyeti kuvvetlenir ve az konuştuğu zaman hata etmez, kalp kırmaz, günaha girmez. Zaten dervişliğin en önemli esaslarından biri de lüzumlu olmadığı zaman konuşmamak.
Ve semi'tü el-Fudayle yekûl: Hayru'l-ameli ahfâhu. Ve emna'uhû mine'ş-şeytâni, eb'aduhû mine'r-riyâ.
Diğer bir sözü;
"Âmellerin en hayırlısı, ahfâhu en gizli olanıdır."
Gösteriş olmasın, riya olmasın diye nafile ibadetler gizli yapılacak. Evinde, köşesinde, sessizce, sedasızca kimse bilmeden yapılandır.
Ve emna'uhû mine'ş-şeytân "şeytanın müdahalesinden en güzel korunmuş olan da" eb'aduhû mine'r-riyâ "riyadan en uzak olandır."
Şeytan, riyâ ihtimali olan amele hemen müdahale ederek insanı tuzağa düşürebilir; onun için bu sözüyle ibadetini gizli yapacaksın, riyâdan uzak yapacaksın demiş oluyor.
Kâle ve semi'tühû yekûl: İnne min şükri en-ni'meti en tehaddese bihâ.
Yine şöyle söylediği rivayet ediliyor;
"Nimete şükrün bir şekli de onu anlatmaktır, dile getirmektir, yâd etmektir."
Ve'd-duhâ sûresinin sonunda; Ve emmâ bi-ni'meti rabbike fe-haddis. "Rabbinin nimetini, takdis-i nimet sadedinde zikreyle, yâd eyle."
"Yâ Rabbi! Çok şükür bana evlat verdin, imkân verdin, mevki verdin, sıhhat verdin, makam verdin, çok şükür Rabbim bana şunları şunları ihsan et." diye söylemek, tahdis-i nimet yani dile getirmek, yâd etmek, makbul bir şey oluyor.
Âyetten alınma mâna gayet güzel… Nimeti söyleyeceğiz, şükür yoluyla söyleyeceğiz;
"Çok şükür yâ Rabbi! Bana bunu verdin, şunu verdin diye bileceğiz ve söyleyeceğiz. Bu nimetin kadrinin bilinmesi, artmasına sebep…
Ve bihî kâle el-Fudayl: Eballâhu illâ en yec'ale erzâka'l-muttakîne, min haysu lâ yahtesibûn.
Aynı senetle Fudayl b. İyâd rahmetullahi aleyh dedi ki; "Allahu Teâlâ hazretleri muttakî kullarının rızıklarının ummadığı yerden gelmesinden başka bir suretle onlara rızık vermez."
Arapça ifadeye göre böyle tercüme ediliyor.
Bizim söylememiz gereken şekil şu;
"Allah muttaki kullarına, takvâ yolunda yürüyen temiz kullarına, halis kullarına, derviş kullarına ummadığı yerden, hesap edilmeyen şekilde rızıklar bahşeder."
Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyet-i kerîmesinin mealidir;
Ve men yettekıllâhe yec'al lehû mahrecen ve yerzukhu min haysu lâ yahtesib. "Kim takvâ ehli olursa, takvâ yolunda yürürse, takvâlı hareket ederse, Allah sıkıntısından bir kurtuluş, çıkış noktası ihsan eder, ummadığı yönlerden, ummadığı kaynaklardan onu rızıklandırır; nimetine, rızıklarına nail ve mazhar eyler."
"Muttakî kulların, takvâ ehli kulların böyle ummadığı yerden rızıklandırmasından başka yolu Allah kabul etmez, o yoldan rızıklandırır." diyor.
Evliyâullahın hayatlarında tecrübe edilmiştir. Bu mübarekler yanlarına torba almadan, azık almadan çöllere girmişlerdir, yollara çıkmışlardır, hacca gitmişlerdir, hacdan gelmişlerdir. Ne paraları vardır, ne torbaları vardır, ne rızıkları vardır.
Neden?
Allah'a karşı takvâ duyguları sağlamdır, tevekkülleri sağlamdır, 'rızkı Allahu Teâlâ hazretleri ihsan edecek' diye bildiklerinden Allah yolunda ibadet ederler, ummadığı yerden de Allah onlara, kuşlar gibi rızıklar verir ve nimetlere mazhar eder. Takvânın insana sağladığı bin bir faydadan birisi de umulmadık yerden nimetlerin yağmasıdır. Umulmadık yerde, umulmadık zamanda…
Hiç sanmadığın yerde,
Şayet açıla perde,
Derman erişe derde,
Mevlâ görelim neyler?
Neylerse güzel eyler.
Dediği gibi takvâ ehli insanlar ummadığı yerden rızıklanır.
Allah cümlemizi muttakîlerden eylesin. O rızıklara nâil olanlardan eylesin.
Ve bihî kâle el-Fudayl: Lâ amele li-men lâ niyyete lehû ve lâ ecra li-men lâ hisbete lehû.
Fudayl hazretleri buyurmuş ki;
"Niyeti olmayana yaptığı amelin, a'mâl-i sâliha diye deftere yazılması yoktur."
Niyeti yoksa yaptığı işten bir sevap almaz. Yaptığı işi iyi bir niyetle yapacak, o zaman o a'mâli saliha cümlesinden sayılır ve o ecri alır.
Ve lâ ecra li-men lâ hisbete lehû. "Allah'tan sevabını bekleyerek bir işe girişmeyen bir insana da, bir ecir yoktur."
Yaptığı işi Allah için yapacak.
Mesela bir hadîs-i şerîfte buyruluyor ki;
Men iğtesele yevme'l-cumu'ati îmânen va'htisâben. "Kim cuma günü Allah'a inanarak, dine inanarak, va'htisâben Allah'tan sevabını bekleyerek yıkanırsa…"
Cuma günü gusül abdesti, boy abdesti alırsa, o zaman yedi günlük günahı üç günlük ilavesiyle on gün olarak affolunur, diye müjdeleniyor.
İhtisâben sevabını Allah'tan bekleyerek.
Bir insan, bir hayırlı amele başlarken o niyet olacak.
İnneme'l-a'mâlü bi'n-niyyât.
Niyetlenecek, niyet edecek ve ecrini, sevabını Allah'tan bekleyecek.
Aynı senetle Fudayl hazretleri dedi ki;
Ve bihî kâle: Tûbâ li-men istevhaşa mine'n-nâs ve ünse bi-rabbihî ve bekâ alâ hatîetihî.
Tûbâ; Arapça'da "Ne mutlu! Ne iyi! Ne hoş!" mânasına bir beğenme ifade eden tabir; li-men istevhaşa mine'n-nâs, "insanlardan ürküp uzleti, onlardan ayrı olmayı seven" ve ünse bi-rabbihî, "Rabbiyle ünsiyet eden, insanlardan uzaklaşan ve yaptığı hatalara, günahlara ağlayana ne mutlu!" diyor.
Demek ki dervişin hâlini anlatıyor; az konuşacak, az yiyecek, az uyuyacak, bir de insanların arasına karışmayacak; uzlet-i enâm deniliyor ona.
Kıllet-i kelâm, kıllet-i ta'âm, kıllet-i menâm, zikr-i müdâm, uzlet-i enâm.
Sıradan kahveye gidiyor, gürültünün patırtının ortasında insanların arasına karıştı mı, onlar onu şaşırtırlar, hatalı işlere sürüklerler.
"Derviş avamdan sıyrılacak, kalabalıktan sıyrılacak, tenha zamanları bulmaya, fırsatları değerlendirip Rabbine zikir ve ibadetle zamanını sevaplı geçirmeye gayret edecek, eski hatalarını düşünecek, nefsini muhasebeye çekecek, günahları için tevbe edecek, ağlayacak. Ne mutlu böyle kimseye!" diyor.
Bir söz var, onu da bu sözün açıklamasında zikretmek uygun olur galiba; el-isti'nâsu bi'n-nâsi min alâmâti'l-iflâsi demişler.
Ne demek?
İnsanlarla çok düşüp kalkmak, halkın, avamın arasına çok girmek, onlarla çok ahbaplık etmek, onlarla çok haşır neşir olmak; mânevî bakımdan sefalet ve iflas alametidir.
El-İsti'nasu bi'n-nâsi alâmâti'l-iflasi.
İnsanlar olmayınca canı sıkılıyor, illa kahve istiyor, illa kalabalık istiyor, illa kulübe gidecek, illa bir toplantı istiyor, falan. İnsanlara bu kadar düşkünleşmek, onlarla, avamla bu kadar ünsiyet etmek iflasın alametidir. İnsan biraz boş zamanın kıymetini bilecek, boş zaman arayacak, "Şöyle tenha bir yer bulsam da tesbihimi çeksem, murakabemi yapsam, ibadetimi yapsam…" diye içinde bir uzlet sevgisi olacak.
Peygamber Efendimiz'e peygamberlik gelmeden önce kendisine ilk sevdirilen şeylerden birisi uzletti. Onun için Hıra mağarasına çekildi, orada tefekkürlerle, ibadetlerle meşgul oldu. Peygamberlik devresi kendisine öyle hazırlandı.
O bakımdan Fudayl hazretleri burada kaydedilen sözlerin sonuncusunda, "İnsanlardan ürküp, avamla ünsiyeti sevmeyip, onlardan sakınıp, çekinip Rabbiyle ünsiyet eden ve hatalarına ağlayana ne mutlu!" diyor.
İnsanlardan ayrılacak, Rabbinin ibadetine yönelecek, hatalarına tevbe edip gözyaşı dökecek. Tam takvâ ehli bir âbid, zahid dervişin hâlini anlatıyor.
Tûbâ bir kelimedir ki ism-i tafdîlin müennesidir. Tayyib iyi, güzel demek. Birisiyle Arapça konuşursun, tayyib tayyib tamam, iyi iyi der, yes, okey mânasına. Tayyib, onun ism-i tafdîli atyeb gelir, en güzel; onun müennesi tûbâ gelir; "Ne güzel! En güzel!" mânasına. Bu böyle bir edât-ı tahsin gibi kullanılıyor.
"Ne mutlu insanlardan ayrılana, Rabbiyle ünsiyet edip tenhalarda ibadet edene, eski günahlarına tevbe edip ağlayana!" diye bitirmiş oldu.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi de ibadete düşkün, zikrinde dâim, şükründe kâim kullarından eylesin, sevdiği kulları zümresine dâhil eylesin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.