Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Zünnûn el-Mısrî.
Zünnûn iki kelimeden meydana geliyor, zü ve nun. Zünnûn mürekkeb, birleşik bir kelime oluyor. Aslında Zünnûn lakabı Yunus aleyhesselam'ın lakabıdır. Yunus aleyhesselam Musul civarında Ninova denilen şehrin ahalisine gönderilmiş bir peygamberdir. Bir gemiye bindiği sırada denize atıldığı ve kendisini bir balığın yuttuğu sonra da onu karaya çıkardığı için nun kullanılıyor. Arapça'da çeşitli mânaları var. Balık mânasına da geliyor, nun harfi hokkaya benzediği için hokkaya da mürekkep deniliyor. Bilmiyorum balıkla nun harfinin benzerliği var mı? Balığa da nun deniliyor. Zünnûn balık sahibi, balıkla alakalı demek, balıkla mâcerâsı olan o Peygamber; yani Yunus aleyhesselam.
Yunus aleyhesselam'ın lakabı. Muhakkak ki hayatını okumakta olduğumuz Mısırlı Zünnûn'a, Zünnûn el-Mısrî'ye de o ismi, Yunus aleyhesselam'dan dolayı vermişlerdir.
Kimimizin adı Musa, kimimizin Yakub, kimimizin Yusuf oluyor; "İnşaallah onun şefaatine ereriz." diye bir peygamberin adını veriyorlar, kimimizin Ahmet, kimimizin Mahmut veya Muhammed oluyor.
Zünnûn .
Geçen haftalarda da biraz dersimiz Arapça ile ilgili bilgiler vererek devam ediyordu. Bir şahsın tanıtılması için kullanılan dört özellik var. Bir, nereli olduğunu gösteren bir kelime, bir kendisinin asıl adı, bir künyesi, bir lakabı oluyor.
Peygamber Efendimiz'in asıl adı Muhammed ama künyesi Ebu'l-Kâsım. Mesela bu zât-ı muhteremin de bir ismi var, onu göreceğiz.
Ve minhüm Zünnûn'ibnü İbrâhîm el-Mısrî.
Hayatları anlatılan mübarek evliyâullahtan, meşâyihten, sofîlerden bir tanesi de Zünnûn'dur. Nun, muzâfun ileyh, onun için esre okunacak, Zinnûn. İbn kelimesi zü gibi merfû olacak. İbrâhîm, İbrâhîm'in sonu mansub olacak, İbrâhîm gayr-i munsarif olduğu için Zünnûn'ibnü İbrâhime'l-Mısrîyyü.
Bu zâtın lakabı Zünnûn. İbn İbrâhîm dendiğine göre babasının adı İbrahim. Mısrî de Mısırlı olduğunu gösteriyor. Ebu'l-Feyz künyesiymiş. Ebu'l-Feyz. Feyz'in babası demek.
Ebû'lu kelimeler bazen hakikaten evladının ismi olur. Mesela Ebu'l-Kâsım; Kâsım Peygamber Efendimiz'in çocuğu, Ebu'l Kâsım "Kasım'ın babası" demek oluyor. Bazen de mecâzî mânada olur, mesela Ebû Zeheb derler. Zeheb altın demek, altın babası. Tabii bu altının babası mânasına değil de, altını çok mânasına geliyor. Ebu'l-Feyz de feyzi çok mânasına geliyor olabilir, Feyz adında oğlu da olabilir, o belli değil, şu anda bilmiyoruz. Künyesi Ebu'l-Feyz, lakabı Zünnûn, babasının adı İbrahim imiş, Mısırlıymış.
Ve yukâlü, bazıları da bu zât hakkında diyorlar ki Sevbân'ubnu İbrâhîm. İsmi peltek se ile Sevbân, babasının adı İbrahim. Zünnûn, isim değil lakapsa o zaman Sevban isim olmuş olur.
Ve Zünnûni lakabün. Zünnûn kelimesi lakaptır, asıl isim değildir.
Mesela bir insan çok faziletli olur ona Ebû Fazâil derler, fazîletler babası, birçok fazileti kendisinde toplamış, fazilet bakımından zengin insan mânasına. Bunun da lakabı Zünnûn, ismi Sevbân, babasının ismi İbrahim ve Mısri nereli olduğunu gösteren kelime.
Ve yukâlü el-feyz'ubnü İbrâhîm. Kendisinin ismi Feyz'dir ve babasının adı İbrahim'dir de, denilmiş.
İnsanlar hakkında çeşitli rivayetler olabiliyor. Bugün kendi karşılaştığımız, yaşadığımız bir olayı bile üç beş arkadaş görmüş olsa farklı rivayetler çıkabiliyor. Bir olayı gazetelerde birisi başka türlü anlatıyor, bir başkası başka türlü anlatıyor. Tarihten böyle olaylar, böyle farklılıklar gelir. Bu şahsın ismi hakkında gelen çeşitli rivayetleri de böyle toplamış olduk. Müellif, ilim adamı olduğu için topladığı bütün bilgileri bize sunuyor. İsmi ya Sevban, ya Feyz; lakabı Zünnûn.
Semi'tü Aliyye'bne Ömer'ebni Ahmede'bni mehdî el hâfiz. "O şundan işitti, bu bundan işitti." diye bir liste veriyor, bizi doğrudan ilgilendirmediği için bu listeleri okumuyoruz.
Karae aleyye Ebû Ömer'el-kindiyyü. Ebû Ömer el-Kindî bana fî kitâbihî A'yânu'l-mevâlî adlı kitabını okuttu.
Eski alimlerimizin âdeti kendi telif ettikleri eseri, karşısındakine yazdırıyorlar. Matbaa yok. Bu müellifin kendi kitabı, karşısındakilere de yazdırıyorlar. Sonra o yazdıranı karşısına alıyor, yazdığını okutuyor. O da pür dikkat kelimesi kelimesine, hocasının eserinden aynen alarak, elinde kamış kalemle yazdığı kitabı okuyor.
Eski, ciddi bütün kitapları yanlışlık, düşme, atlama, eksiklik, değiştirme olmasın diye bu usullerle rivayet etmişlerdir. İslâm alimleri kitapların sıhhatli bir şekilde bize kadar gelmesini veya kendilerinden sonraki nesillere intikal etmesini sağlamak için bu titizliği göstermişlerdir.
Bu kitap benim olsa, siz de bunu her hafta yazıyor olsanız bu kitabı sonuna kadar size okutsam bitirsem, siz geleceksiniz;
"Şunun arkasına bir imza atın da bu kitabı sizden okuduğumuz ve bizim yazdığımız kitabın da eksiksiz, tamam olduğu anlaşılsın." diyeceksiniz. Ben de;
"Bu zât bu kitabı başından sonuna kadar okudu, ben de dinledim, düzeltmeleri, tashihleri yaptık, bu kitap benim yazdığım kitaptır, eksiği fazlası yoktur, tamamdır." diye oraya bir imza atacağım. Ben de ona;
"Bu kitabımı benim olmadığım başka şehirlerde sen de başkalarına okuyup anlatabilirsin, onlara da böyle sağlam, imzalı bir usulle devredebilirsin." diyerek müsaade edeceğim.
Kitaplar bize böyle gelmiştir. Beş on sene kadar ya da daha fazla önce Medine-i Münevvere'den Türkistanlı bir alim geldi, hocamıza gelmiş bizim hanemizi de şereflendirdi, Ankara'da. Konuştuk. Diyor ki;
"Ben Buhârî hazretlerinin kitabına kadar giden rivayet zincirine sahibim. Delâil-i Hayrât'ın müellifine kadar giden zincire, an'anesine, yazılı nüshasına sahibim."
Bunlar bizim İslâm alimlerimizin başvurdukları ilmî metotlar, eserlerinin içine başkası tarafından bazı şeyler karıştırılmasın, bazı şeyler çıkarılmasın, eserler sağlam olsun diye aldıkları bir tedbir.
Karae aleyye sözünün mânası; "Ben müellifin kitabından aldım, defterime yazdım, doğru mu yanlış mı diye ona okudum, o da tasdik etti." demek.
Sıradan bir şey değil bu, çok güzel bir metodu gösteriyor. Onun için hadisler, rivayetler bize kadar sağlam gelmiştir, onun için her şey böyle senetli, ispatlı, delilli ve sağlam olmuştur. Hiç havadan konuşmak, böyle duydum yok, kelimesi kelimesine çok dikkat ediyorlar. İsmi Feyz mi, Tevban mı, Zünnun mu, her şeyi görüyorsunuz.
Tabii bu dönem Peygamber Efendimiz'in zamanı değil, daha sonraki zaman. Ama bu mübarek alimler hadîs-i şerîfleri sağlam bir şekilde rivayet etmeyi o zamandan beri kendilerine öyle bir töre haline getirmişler ki ondan sonra bütün işleri de böyle işliyor. Bu bilinsin diye size bu izahatı verdim.
Biz şimdi bir kitabı alıyoruz; diyelim ki Necip Fazıl'ın Çöle İnen Nur kitabı, alıyoruz, okuyoruz, sayfasının bir yerinde eksiklik var, karşı sayfa burayı tutmuyor, doğru mu yanlış mı? Matbaada bir fasikül mü çıktı, eksiği mi var, fazlası mı var?
Bilmiyoruz.
Müellif hakikaten böyle dedi mi, demedi mi?
Falanca şahıs bir kitap yazmış; bir baskısında o satırlar var, ikinci baskısında ya kasten ya unutma yoluyla o paragraf atlanmış. Bu gibi şeylere fırsat vermemek için alimlerimiz ilmi, sağlam esaslara bağlamış, Allah hepsinden razı olsun, söylediği her sözün kelimesi kelimesine sorumluluğunu bilerek, yalan yanlış bir şey söylemeyelim diye her türlü tedbiri alarak ilimleri bize kadar getirmişler.
"Ebû Ömer el-Kindî isimli şahıs fî kitâbihî A'yâni'l-mevâlî, A'yânü'l mevâlî diye bir kitap yazmış, bana okudu, daha doğrusu ‘ben ondan bu usulle, bu bilgiyi aldım.'" demiş oluyor.
A'yân bir beldenin gözde insanları demek. Ayn göz, a'yân gözde insanlar, ilk göze çarpan, ön planda gelen insanlar demek. Mevâlî de mevlâ kelimesinin çoğulu, a'yânü'l-mevâlî mevlâların en önde geleni demek.
Biz mevlâ kelimesini sadece Allahu Teâlâ hazretleri için kullanıyoruz. Türkçe'de "Yâ Mevlâ" dediğimiz zaman, "Yâ Allah" demek istiyoruz, o mânaya kullanıyoruz. Araplar'da mevlâ anlaşmalı iki insana derler; biri köledir, biri efendisidir aralarında bir anlaşma, bir bağlantı vardır. Kölelik, efendilik bağlantısı vardır, bu bunun mevlâsıdır, bu da bunun mevlâsıdır, aralarında velâ bir bağ olduğundan mevlâ onun için bazen "âzatlı köle" mânasına, bazen "efendi" mânasına gelir. Köleyle efendi anlaşmışlardır, köle kendisinin hürriyetini sağlayacak işlemleri tamamlamıştır, âzat olmuştur, ama falanca adamın kölesi olarak tanınır, "falancanın mevlâsı" derler.
"Falancanın kölesiydi ama sonradan hür oldu." demektir ve o ilk patronuna, sahibine de mevlâ derler. O ona hitap ederken yâ mevlâye, ey efendim der. Mevlâ böylece hem efendi mânasına geliyor hem de Arapça'da normal kullanışta köle mânasına geliyor; enteresan bir kelimedir. A'yânü'l-mevâlî köleyken âzat olup bir şöhret, bir mertebe kazanmış kimseler hakkında yazılmış bir eser.
"O şahıs bu kitapta bana okudu." Fe-zekera fîhi "orada kaydetti, zikretti" ve minhüm Zünnûn'ibnü İbrâhîme'l-Ahmînî. "Köle iken âzat olup yüksek bir mertebe kazanmış meşhur kişilerden birisi de İbrahim oğlu Zünnûn el-Ahmînî'dir." Mevlen li-Kureyşin. "Kureş kabilesinin âzatlık kölesi olarak Zünnûn b. İbrâhim el-Ahmîni isimli şahsın adını o kitapta bana okudu." Ben o kjitapta gördüm, o kitapta vardı demek istiyor.
Özetleyecek olursak; alimin birisi meşhur âzatlık kölelerin hayatına dair A'yânü'l-mevâlî adlı bir kitap yazmış, Zünnûn-ı Mısrî o kitabın içinde geçiyormuş. Demek ki Zunnûn-ı Mısrî âzatlık kölelerden bir zât imiş. Mevlâ li-Kurayşin. Kureyş kabilesinin âzatlık kölelerindenmiş.
Ve kâne ebûhu İbrâhîmü Nûbiyyen. "Babası İbrahim Afrika'nın Nobe denilen bölgesindenmiş."
Nobe bölgesi Mısır'ın ekvatora yakın kısmı, Nil nehrinin çıktığı kısım. Yüzölçümü, 3.000.0000 km kadar, büyük bir bölge. Şimdiki Sudan'ın kuzeyi Mısır'ın güneyi olan bölgeye Nobe diyorlar. Babası İbrahim en-Nûbî o mıntıkadan esir alınmış, Zünnûn onun oğlu, Kureyş kabilesine mensup birinin esiri iken âzat olmuş.
Burada İslâm tarihinin önemli özelliklerinden birisi görülüyor. Tabii bu İslâm için büyük şereftir. Bakarsınız harplerde esir alınmıştır; esirdir, köledir fakat müslüman. İlk nesiller ashâb-ı kirâm, tebe-i tâbiîn, o çok ihlâslı insanlar kölelerini öyle güzel terbiye etmişlerdir ki bu köleler müslüman olmuşlardır ve sonra bazısı çok büyük alim olmuştur. Çok büyük, çok meşhur kimse olmuştur. Çok da iyi yetiştirmişlerdir. Köle, İslâm diyarının dışındaki bir yerden oraya gelmiş kimse demek. Ama sosyal bünye o kadar kuvvetli, cemiyetin bünyesi o kadar sağlam, iman kalplerde o kadar canlı, İslâm hareketlerde o kadar pırıl pırıl parıldıyor ki köleler müslüman oluyor. Habeş olduğunu, Rum olduğunu, Mısırlı olduğunu unutuyor, hepsi İslâm'a sımsıkı bağlanıyor ve bakıyorsunuz kölelerden meşhur fakihler yetişiyor. Kölelerden meşhur alimler yetişiyor. Kölelerden meşhur sûfîler yetişiyor. Bu İslâm'ın güzelliği...
İslâm köleyi aslanlara parçalatmamış, stadyumlarda eğlence için maskara etmemiş. Köleleri insan etmiş, insanlığa kazandırmış. Öyle güzel yetiştirmiş ki alim olmuş. Bu durum, kölenin sahibi için de büyük bir şereftir. Kureyş'in kölesiymiş ama ondan sonra Zünnûn-ı Mısrî olmuş, gönüller sultanı olmuş. Ahmînî. Ahmîn Mısır'da bir şehir adı, Nil kenarında Asuan'ın daha güneyinde bir şehir.
Tüvüffiye senete hamsin ve erbaîne ve mieteyn. "Zünnûn hazretleri 245 senesinde vefat etmiştir."
Bu 245 senesi neyi gösterir?
Peygamber Efendimiz ‘in hicretinden sonra kaç kamerî yıl geçtiğini gösterir. Yıl başlıca ya hicrî olur ya kamerî olur. Kamerî yılda esas Kamerî takvimdir. Receb, Şaban, Ramazan, Zilhicce, Muharrem, Safer kameri aylardandır. Şemsî yıl, bir sene içinde dünyanın güneş etrafında dönmesinden aynı noktaya geldiği zamana kadar geçen 365 günlük zamandır. Kamerî sene ise 354 gündür. Şemsî sene, küsuratını bırakırsak, 365 gündür. Şemsî, güneşe göre olan sene, on bir gün daha uzun sürmüş oluyor.
Kamerî senede on iki tane ay oluyor, bir de on bir gün artıyor. Demek ki 245 tane kamerî sene geçmiş. Hicrî seneyi düşünecek olursak, on bir gün, on bir gün fark ede ede, 245'in içinde kaç tane on bir varsa o kadar sene eksik olacak. Peygamber Efendimiz 622 yılında hicret etti, 622'nin üstüne 245'i ekleyip bulamayız, ilk önce 245'in içinde kaç tane on bir varsa rakam olarak o kadar düşeceğiz. Ondan sonra bulduğumuz rakamı 622'ye ekleyeceğiz. Zünnûn hazretleri miladî 859-860 yılları arasında vefat etmiş.
Peygamber Efendimiz 632'de vefat ediyor; 730, 200 sene geçmiş, 832… 200 sene geçmiş 859-860 Peygamber Efendimiz’ den 230 sene sonra vefat etmiş.
Demek ki Peygamber Efendimiz’ in zamanından iki asır geçmiş.
Peki, ondan önce yaşamış olan büyük evliyâullahın hayatlarını niye okumadık?
Çünkü bu kitap oradan başlamıyor, üçüncü tabakadan başlıyor. Bu müellifin daha evvelkileri yazan ana kitabı elimizde değil, buradan devam ediyoruz.
Doğrusu, Peygamber Efendimiz’ in hayatını anlatmakla işe başlamaktı. Çünkü güzeller güzeli, olgunlar olgunu, büyükler büyüğü, evliyâların baş tâcı Peygamber Efendimiz; ondan başlamamız lazımdı. Ondan sonra Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz'i, sahabe-i kirâmı sonra tabiîni, tebe-i tabiîni anlatmamız lazımdı. Biz şimdi filmin üçüncü kısmından, ortasından başlamış oluyoruz.
Kezâlike ahbaranî Aliyy'ibnü Ömera, ahbaranî el-Hasanü'bnü Raşîkıni'l Mısriyyü. İcâzeten haddesenî Cebeleti'bnü Muhammedini's-sadefiyyi haddesenâ Abdullahi'bnü'l-Saîdi'bni Küseyr'ibni Ufeyr bi-zâlike.
245 senesinde vefat etmişti, bunu kimden duyduğunu yazıyor. "Bana bunu falanca söyledi, ona filanca söylemiş, ona filanca söylemiş." diye sapasağlam, isimlerini gösteriyor. Ayrıca dipnotta da, hepsi hakkında -bu zâtlar kimlerdir, nerede yaşamışlardır, nasıl insanlardır, güvenilir insanlar mıydı, hangi eserleri yazmışlardır- bilgiler var.
Mesela Ufeyr demiş, b harfi koymuş, bu da Mısırlıymış, babasından rivayet edermiş, o da Ali b. Kadîd ya da Kudeyd'den, o da falancadan ve güvenilir kimselerden rivayet yaparmış. Fakat lâ yecûzü'l-ihticâcü bihî "Bazen sözlerin altını üstüne getirir, karıştırırdı." diye de aşağıda birisinin rivayeti var. "Ondan Ebû Avâne sahih isimli kitabında rivayetler almıştır." diye bilgi veriyor.
Bu bizim eski alimlerimiz, rahmetullâhi aleyhim ecmaîn, bir insan, sözü sapasağlam doğru mu rivayet etmiştir, ihtiyarlamış mıdır, ömrünün belli bir yaşından sonra rivayetleri karıştırmaya mı başlamıştır yoksa gevşek midir, hepsini dobra dobra söylerler. Çünkü ilim, Allah için. "Doğruyu söylemeye mecburuz." diye, yalan olmasın diye, her şeyi çok güzel incelerler ve aktarırlar. Onun için İslâmî ilimler, kitaplar kale gibi sağlamdır.
Ve kîle mâte senete semânin ve erbaîne. "Zünnûn hazretleri 248 senesinde öldü." diyenler de olmuş.
Ve esnede'l-hadîse. "Zünnûn-i Mısrî hazretleri hadis de rivayet etmiş."
Nasıl rivayet etmiş, bizim size hadis okuduğumuz gibi mi?
Hayır. Silsileli olarak, an'ane ile, hadis ilminin metoduna gayet uygun bir tarzla, o ondan, o ondan kayıtlı mazbut bir tarzda, hadis de rivayet etmiştir.
Bu Sülemî hazretlerinin metodudur; bir şahsı anlatırken hayatını anlatır, ismini söyler, beldesini söyler, babasının adını söyler, ondan sonra en şerefli durumu hadis rivayet etmiş olması olduğu için ondan bahseder, rivayet ettiği hadislerden bir örnek verir. Fudayl b. İyâd'da da böyle yapmıştı. Bir hadisi yazmıştı orada.
Burda da Zünnûn Hazretlerinin hadisçiliği de vardır, hadis rivayet etmiştir demek istiyor. Ve onun rivayet zincirini veriyor:
Ahberenâ Ahmede'bne Suleyhi'l-Feyyûmiyyü ahberenâ Zünnûnü'l-Mısriyyu. "O şahıs Zünnûn'dan duydu." diye kestirmeden en sonunu söylüyoruz. Ani'l-Leysi'bni Sa'din an Nâfiın an İbni Ömera.
Bu bilgi Zünnûn'a nereden gelmiş, onu da veriyor.
"Bu hadîs-i şerîfi Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'tan, tâbiînin meşhurlarından Nâfi' almış, hadisi yazmış, öğrenmiş, nakletmiş. Ondan da Leys b. Sa'd öğrenmiş, yazmış. Zünnûn da o zâttan öğrenmiş."
Rivayet zinciri olarak İbn Ömer ile aralarında iki kişi var.
Hz. Ömer'in oğlundan…
Kale, İbn Ömer dedi ki; kâle Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu; ed-dünyâ sicnü'l-mü'mini ve cennetü'l-kâfir.
Peygamber Efendimiz'in bu senet zinciriyle şöyle buyurduğunu rivayet ediyor.
Başka kitaplarda da vadır. Abdullah İbn Ömer’den muhtelif kimseler duymuştur, muhtelif zincirler halinde hadis alimlerinin kitabıplarıa kadar gelmiştir bu bilgi. Bu hadîsi biz başka yerlerden de biliyoruz, ezberimizde. Burada da Zünnûn hazretlerinin rivayet etmiş olduğu bir bilimsel malzeme olarak karşımıza geliyor.
Ne buyurmuş Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem?
Başka hiçbir yerden duymasaydık sırf bundan duymuş olacaktık ama çok şükür ki bu hadis bize başka kaynaklardan da ulaşmış. İlme hevesli insanlar, almışlar yazmışlar bize kadar gelmiş.
ed-Dünyâ sicnü'l-mü'min "dünya, mü'minin zindanıdır." Ve cennetü'l-kâfir. "Kâfirin de cennetidir."
Dünya, şu yaşadığımız hayat. Dünya kelimesi burada yeryüzü mânasına değil, ona arz diyorlar. Dünya şu içinde bulunduğumuz şu hayat.
Şimdi hepimiz dünyadayız, ölsek ne yapacağız?
Dünyadan göçüp âhirete geçeceğiz. İnsan ölünce öbür âleme geçiyor. Halbuki cesedi yine yeryüzünde kalır. Yeni ölmüş, henüz yatağında yatıyor; kabri, cesedi yeryüzünde, yıkanmış, kefenleniyor. Dünyasını değiştirdi, âhirete gitti. Bu hayatı bitti, öteki hayata geçti.
Dünya; yani şu bizim nefes alıp da sürdürmekte olduğumuz bizim hayat, sicnü'l-mü'min, mü'minin hapishânesidir. Sicn; hapishane demek. Mü'minin hapishanesidir ve cennetü'l-kâfir, kâfirin de cennetidir.
Neden mü'minin hapishânesidir?
Çünkü burada, çamur vardır, soğuk vardır, harp, anarşi, kavga vardır, yokluk, açlık, hastalık vardır, sıkıntı, dert, üzüntü vardır. Mü'min âhirette cennete gidecek, cennette bu sıkıntıların hiçbirisi yok.
Cennette; mâ lâ aynün reat ve lâ üzünün semiat ve lâ hatara bi-ba'di ehadin. "Hiç kimsenin gözlerinin görmediği, hiç kimsenin kulaklarının duymadığı, hiç kimsenin gönlüne gelmeyen, hayaline sığmayacak, muhteşem, muazzam türlü, sonsuz nimetler var.
Lâ yeravne fîhâ şemsen ve lâ zemherîrâ. "Orada şiddetli sıcak; of, aman, terledim, soğuk bir şey yok mu? Öyle bir şey yok, fazla bir üşüme, titreme de yok"
Peygamber Efendimiz "İhtiyarlar cennete giremeyecek." diyor. Bir mü'min cennete giremeyeceğini anlayınca telaşlanmaz mı? Üzülmeye başladığı sırada, Peygamber Efendimiz hemen açıklıyor;
"Otuz küsür yaşında, ömrünün en güzel halinde gençleştirilecek de öyle cennete girecek.” Ne çocuk gibi tam gelişmemiş ne de ihtiyarlamış da artık ağrısı sızısı başlamış olarak değil. Böyle bir durum yok.
En güzel haliyle girecek.
İhtiyar halinde kambur olarak, bastonla mı gezer halde, bacakları romatizmalı, beli, başı, dişi ağrıyarak mı?
Hayır, hiçbir üzüntü yok. Burada her türlü meşakkat, zevk ve sefa, cevr ü cefa ile karışık durumda, orada ise her türlü nimet bulunduğundan burada bir insanı tuttun mu, hapiste tutmuş gibi oluyorsun. Burası hapishane, bıraksan millet burada durur mu, dosdoğru cennete gitmek ister.
Rüyada mü'mine bir tane manzarasını gösterseler, onun artık dünyada etrafa bakacak hâli kalmaz. Bakarsın böyle bir mahzun; gülmüyor, konuşmuyor, hiçbir şeyden tat almıyor.
Neden?
Cenneti gösterdiler, aklı fikri orada. Hûrîlerden bir tanesi, bir parmağını gösterse, "Bütün yerler gökler, her taraf ışıl ışıl aydınlanır." deniliyor.
Onun için burası mü'minin hapishânesi oluyor. Her türlü nimet öbür tarafta, "Bırakın beni, tutmayın, oraya gideceğim." diyen bir insan burada duruyor, yaşayacak belli bir eceli var, müddeti var, ondan sonra gidecek, onun için burada kafesteki kuş gibi oraya gidemiyor, hapiste olur.
Ve cennetü'l-kâfir. "Kafirin de cennetidir."
Neden?
Kâfir öldü mü, bu dünyayı değiştirdi mi, âhiret hayatına geçti mi, kabirde azabı başlayacak. Kabire girerken kafasına tokmağı yiyecek. Kabrin içi cehennem çukurlarından bir çukur olacak. Mahşer gününde de mahkeme i kübrâdan sonra dosdoğru cehenneme sevk edilecek. Cehennemde de hüm fîhâ hâlidûn ebedî kalacak, cayır cayır yanacak, bir daha burada gördüğü yarım yamalak zevklerin sefaların kokusunu bile duyamayacak, tadını bile alamayacak, bitti.
Onun için burası, onun cenneti.
Bu dünya bu kadar kusuruyla eksiğiyle cennet olur mu?
Olmaz ama âhirette göreceği muazzam, sonsuz, bitmez tükenmez felâket, cezâ ve azaplarla mukayese edilecek olursa, burası kâfir için cennet gibi. Burada biraz yaşayacak, ondan sonra gidecek âhirete ve gözünü kapatır kapatmaz azâbı görmeye başlayacak.
Bu bir hadîs-i şerîf. Kitabın müellifi Ebû Sülemî hazretleri "Zünnûn rivayet etti." diye buraya aldı, rahmetullahi aleyhim. Biz de bu hadîs-i şerîften almamız gereken dersi alabiliriz. Hafızamıza iyice yerleştirebiliriz.
Burası bizim asıl yerimiz değil, bu dar-ı dünyâ veya bu hayât-ı dünyâ bizim asıl kalacağımız yer değil. Zaten kimsenin kalmadığını görüyoruz, biliyoruz. Bizim asıl heves etmemiz gereken yer, âhiret.
Zenginlerden biri, dervişlerden birini yanına almış, "Sana bir şey göstereceğim." diye yeni yaptırdığı konağa, saraya götürmüş; havuzları, bahçeleri, balkonları ne güzellikleri varsa gezdirmiş.
"Nasıl?" demiş.
"Yazık etmişsin!" demiş derviş, "Yazık etmişsin, bu dünyada yapacağına âhirette bir köşk yapsaydın ya, asıl mühim olan bu. Dünyada ev yapıp ukbâyı berbat eyleme!"
Diyarbakırlı Said Paşa'nın da şiirinde geçiyor ya, mühim olan bizim âhireti kazanmamız, âhiretin mükâfatına ermemiz, âhirette cehenneme düşmememiz, cehennemden kurtulmamız, cenneti elden kaçırmamamız, cennete mutlaka girmemiz; mühim olan bu.
Allah, basîret gözü açık olup da bu dünyanın fânîliğini anlayıp her işi cenneti kazanmak, rızâ-yı Bârîyi kazanmak için yapan ve takvâ ehli olup cehenneme düşecek, Allah'ın rızasından kendisini mahrum bırakacak işleri yapmaktan son derece titizlikle kaçınan ve sakınan kullardan olmayı cümlemize nasip eylesin.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.