Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve semi'tü Ebâ Osmâne yekûl. Aynı râvi yine Ebû Osman'ın şöyle dediğini işitmiş.
"El havfü mina'llâhi yûsıluke ila'llah ve'l kibrü ve'l ucubü fî nefsike yakta'uke ani'llâhi va'htukâru'n-nâsi fî-nefsik maradun azîmun lâ yüdâvâ"
Burada üç cümle var. Birisi;
"El havfü mina'llah"
Allah'tan korkmak. Allah'tan korkmak seni Allah'a ulaştırır.
"Ve'l kibrü ve'l ucub"
Kibir ve ucub, böbürlenmek, büyüklenmek, kendini beğenmek.
"Fî-nefsike"
Kendi kendine bakıp da kendinden büyüklenmek, kibirlenmek, böbürlenmek.
"Yakta'uke ani'llâh"
Senin Allah'a giden yolunu keser, seni Allah'tan koparır.
Demek ki kulun nasıl olması lazım?
Allah'tan korkması lazım ki; Allah'a kavuşsun, ersin. Erenlerden olmasının, evliyâdan olmasının, Allah'a ulaşan; vâsıl-ı ila'llâh kullardan olmasının şartı neymiş?
Allah'tan korkacak.
Allah'tan korkmak seni Allah'a ulaştırır, kibir ve ucub seni Allah'tan keser. Allah'a kavuşma yollarını keser, yok eder; öyle olmayacak.
Demek ki insan kibir ve ucuba düşmeyecek. Ucub, tevfîkât-ı samedâniyyeyi engelliyordu. Kibir de Allah'ın en sevmediği huylardan birisidir.
"Kalbinde zerre kadar kibir olanı Allah cennete sokmayacak."
Kibir hiç yakışmaz. Kibirlenenlerden bir kaç isim ver hocam, mesela kimler kibirlenmiş? Firavun kibirlenmiş, muazzam kibirlenmiş, tanrılık davasına kalkmış.
Ne oldu?
Suda boğuldu, kahroldu.
Nemrut kibirlenmiş, ne oldu?
Allah, bir sineğin karşısında onu âciz bıraktı. Burnuna sinek girdi, sinek burnundan içerisini ısırdıkça kafasında öyle bir ağrı oluyordu ki hizmetçileri çağırıp emrediyordu, tokmakla vuruyorlardı. Allah'ın cezasına bak.
Ne Firavun kâr etti, ne Nemrut kâr etti, ne de bir başka kâfir, zalim kâr etti. Allah Âd, Semûd, Lut, Hûd, Nuh kavmini helak eyledi.
Neden?
Allah kibirlileri sevmiyor ve onları cezalandırıyor.
"Va'htukaru'n-nâsi fî nefsike"
Senin içinden halkı hor, hakir görmek duygusu gelmesi…
Halkı hor görüyor;
"Boş ver ya, bu kim?"
"Bırak ya, adam mı o?"
"Tahsili ne? Parası kadar konuşsun."
"Etrafındaki adamı kadar konuşsun."
"Âcizin biri, zavallı birisi"
Halkı hakir görüyor; bu nedir?
"Marazun azîmün lâ yudâvâ"
Halkı hakir görmek, tedavisi olmayan çok büyük bir hastalıktır.
Neden?
Sen halkı hakir görme, halkın içinde senin bilmediğin Allah'ın nice sevgili kulları var. Senden nice nice daha üstün insanlar var. Halk kocaman bir kalabalık. Sen hepsinin içini biliyor musun? Kalbinde ne var, gecesi gündüzü nasıl geçti?
Sen dün akşam ne yaptın? Horul horul uyudun, keyfine baktın. Belki o bütün gece sabaha kadar dua etti, gözyaşı döktü, zikir etti, Allah'ın sevgisini kazandı. Belki parasını hak yola verdi, Allah kabul etti, derecesini yükseltti. Nereden bileceksin!
"Efendim onun parası az, para veremez"
Allah indinde mertebe her zaman parayla kazanılmıyor. Temiz niyetle, güzel duygularla hareket etti mi Allah seviyor. Çok büyük mükâfat veriyor. Bu iş parasız da oluyor.
"Efendim tahsili de yok" Olsun! Bazen Allah dağdaki bir çobanı evliyâ yapıyor, şehirdeki bir profesörü eşkıya yapıyor. O, tahsil meselesi de değil. Bu kalbin temizliği, ahlâkın güzelliği, niyetin hâlisliği meselesi. Onun için halka hor bakmamak lazım.
Büyüklerimiz diyorlar ki:
"Bir toplantıda oturduğun zaman (toplantı kalabalık, insanlar var) kendini o toplantının en hor insanı olarak düşün."
Bu toplantıda en aşağı benim.
E olsun, niye en aşağısın, bak sen yaşlı başlı adamsın.
"Tamam ben yaşlıyım, daha çok yaşadım, daha çok günah işledim. Bu genç daha masum, o kadar yaşamadı, benim kadar günahı yok. Ben senelerce günah işledim, o daha az işledi. Bu genç benden daha iyi." diyecek.
Senden de yaşlılar var.
"Benden yaşlı da benden çok yaşadı. Benden çok ibadet etmiştir, ben o kadar ibadet biriktiremedim, o biriktirmiştir; o da benden iyi." demelidir.
"Yaşlısı benden daha çok ibadet etmiştir, daha iyi. Genci de benden daha iyi; benden daha az günah işlemiştir. O halde en kötüsü benim." diyecek.
Kendisini en kötüsü bilecek ki Allah kibir ve ucub duygusunun kendisine gelmesini sevmiyor. Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete girmeyecek. Kibir olmayacak!
Belki o daha iyidir, olabilir de, belli olmaz.
"Ben de Allah'tan beni affetmesini isterim. Beni de sevdiği kullar arasına kabul etsin. Bana da çok versin. Kimsenin malında, mülkünde, makamında gözüm yok. Mevlâ bana da acısın, bana da rahmeylesin." demek lazım.
Garibanı hor görmemek lazım.
"Efendim bu dilenci!"
Sen dilenci sanıyorsun, belki de Hızır aleyhisselam'dır, Hızır aleyhisselam senin karşına sırmalı kaftanla gelecek değil ki. Hızır aleyhisselam olmadığı ne malum?
Hz. Ömer radıyallahu anh'ın hırkasında kırk tane yama varmış. O yama dolayısıyla halîfe-i rû-i zemîn olduğunu kim bilir. Uzaktan birisi görse tahmin etmez.
Peygamber Efendimiz'den sonra oralar fethedilince sahabeden bir zât vali olmuş, kenarda oturuyormuş, galiba Abdullah b. Mesûd radıyallahu anh. Adam da oradan yüklerini indirmiş, bir çuvalı var, etrafa bakınmış. Bakmış orada fukaranın birisi oturuyor; "gel buraya" demiş. Hırpânî birisi, eski püskü kılıklı, o da gitmiş;
"Buyurun!" demiş.
"Şu çuvalı sırtına al."
"Peki."
Çuvalı sırtına almış, beraber gidiyorlar. Adam koca göbeğiyle elini arkasına bağlamış yürüyor. Düşünün öyle gidiyor. Arkasında da çuvallı adam gidiyor. Yoldakiler ikisine bakıyorlarmış, hayretten ağızları açılıyormuş.
"A! Es-selâmü aleyküm yâ Emîre'l mü'minîn, es-selâmü aleyküm yâ Emîre'l-mü'minîn!"
Çuvalı taşıyan şehrin valisi, Emîrü'l-mü'minîn. Adam onu anlayamamış. Sade giyiminden fukara birisi sanmış.
"Aman efendim, yanlışlık yapmışım, affedersiniz, çuvalı indirin, beni bağışlayın" filan demiş.
"Yok. Nereye kadar götüreceksen söyle, götürüvereyim, artık yüklendim." demiş.
Belli olmaz. Allah mütevazı kulları sevdiğinden; kimisi güzel giyinmez, hâlini saklamayı sever. "Allah bilsin." der. Kimisi; yaptığı iyilikler kabul olunmamıştır diye yok sayar. Günahları af olunmamıştır diye dağlar gibi düşünür. Halbuki Allah günahlarını silmiştir, sevaplarını kabul etmiştir, evliyâdır. Ona sorsan; "Ben Allah'ın günahkâr kulu… Çok günahkârım" der, gece gündüz ağlar. "Ya ağlama, mübarek!"
Ağlamasın ama Allah'ın mekrinden emin olmuyor ki eline berat verilmedi ki belli değil ki. Gökten bir kağıt sallanarak düşüyor. Üzerinde "seni cennetlik ettim, korkma!" yazıyor. Öyle bir kağıt yok ki. Ölünceye kadar korkacak. Ölünce, âhirette iyi işler yaptığının mükâfâtını görecek ama en son nefese kadar korkacak.
Allah'tan korkmak, kulu Allah'a ulaştırır; kibir ve ucub Allah'tan uzaklaştırır, yolunu keser.
Halkı hor görmek çok büyük, tedavisi olmayan bir hastalıktır. Artık ne söylesen adam tedavi olmaz. Kendisini dünyanın bir numaralı adamı sanır. Kendisini beğenir, halkı beğenmez. İşte al sana bir Bakırköylü.
Kâle ve semi'tü Ebâ Osmân yekûl. Aynı râvi; "Ebû Osman'ın şöyle dediğini işittim" buyurmuş.
"En-nâsü alâ ahlâkıhim mâ lem yuhâlif hevâhüm fe izâ hulife hevâhüm bâne zevü'l ahlâkı'l kerîmeti min zevî'l ahlâkı'l-leîmeti"
İnsanlar hangi huyları varsa, huyları nasılsa işte o huy kendilerinde gizli olarak durur. Sen onların hevâsına, arzusuna muhalefet etmedikçe öyle dururlar. Ama bir de onların arzusuna muhalefet ettiğin, keyiflerine aykırı iş yapıp da damarlarına bastığın zaman bâne; aşikâre olur, beyyine olur. "Zevû'l ahlâkı'l kerîmeti min zevî'l ahlâkı'l-leîmeti"
Güzel huylusu, kötü huylusu belli olur.
Kötü huylusu da, güzel huylusu da ayrılır, anlaşılır.
Neden?
Adamın damarına bastın, parladı, gizli olan huyları ortaya çıktı. Kedinin tırnakları patisinin içindedir, kızdığı zaman açar. Bir tane vurdu mu cızzt dört, beş tane çizgi olur, kan çıkar. Kötü insanın kötü ahlâkı da içinde gizlidir, damarına basarsan çıkar. Bir insanın damarına bas bakalım, iyi huylu mu kötü huylu mu o zaman belli olur.
İnsanlar kendi ahlâkları üzeredir. Onların arzularına, heveslerine karşı olmadığın müddetçe o huylar gizli kalır. Adamı iyi sanırsın ama arzusuna muhalefet ettin mi o zaman kötü huylu iyi huyludan ayrılır. Kimin kötü huylu, kimin iyi huylu olduğu belli olur.
İyi günlerde dost belli olmaz!
Büyüklerimiz; "dost kara günde belli olur" demişler.
İyi gün dostlarının hepsi gider. Senin parandan, mevkiinden, makamından dolayı yanına gelenler, istifade etmek isteyenler gider; kara günde senin vefalı, eski dostların yanında kalır. Onun gibi kötü huy da her zaman ortaya çıkmaz.
Ne zaman çıkar?
Damarına bastığın zaman, huyuna suyuna gitmediğin zaman çıkar.
Bu ne zaman olacak?
Ne zaman bu adamın damarına basalım? Ne zaman suyuna aykırı iş yapalım?
İş yaptığın, yolculuk yaptığın, ticaret yaptığın zaman anlaşılır. Adam borcunu vermez, sözünden cayar.
Şair;
"Hani ey zalim seninle ahd u peymân ettiğim" diyor.
Ahd u peymân kalmadı, neden?
Damarına bir bastığın zaman veyahut adamı kızdırdığın zaman belli olur. "Sana vereceğim şeyleri vermiyorum. Alacağını inkâr edeceğim, borcumu sana ödemeyeceğim"
Niye?
Kızdı.
Borç kızsan da kızmasan da borç. Ödemen lazım!
Onun için eskiler, insanları deneyip arkadaş seçerlerdi. Hemen herkesle arkadaşlık etmezlerdi.
Hatta İmam Gazzalî İhyâ-ı Ulûm isimli kitabında, arkadaşlığın âdâbını anlatırken; "arkadaş seçerken biraz dene, damarına bir bas bakalım" diyor.
İyi dediğin bir arkadaşın; "Tamam, ben bunu beğeniyorum, buna komşu olayım, arkadaş olayım, bundan kız alayım, buna kız vereyim, akraba olalım" filan der. Bir yerde bir dene bakalım. Hacda çok güzel belli oluyor. Bazen hacca kardeş kardeş, ahbap ahbap gidenler hacdan sonra birbirlerine düşman dönüyorlar, küs dönüyorlar; çok rastladık.
Kara yoluyla giderken Şam'da kavgaya başlıyorlar, kara yolundan dönerken memlekete girer girmez Adana'da ihtilafa düşüyorlar.
Neden?
Kötü huy sonunda bir yerden çıkar. Güneş balçıkla sıvanmaz. Huy kötü oldu mu bir yerden patlak verir. Allah huylarımızı güzelleştirsin.
Buradan şunu anlıyoruz:
Huylar insanların içinde gizlicedir, derindedir, patates yumrusu gibi aşağıdadır. Kazınca ortaya çıkacak. Hemen belli olmaz.
Onun için "bir insan iyi mi, kötü mü?" denilince, "bilmem denemedim ki, şimdilik dıştan iyi görünüyor ama bakalım. Yolculuk yapalım, haccedelim, ticaret yapalım, alışveriş edelim, o zaman görürüz" demeliyiz.
Umûmî sofraya oturuyorsun. Camide sofra, ortaya bir kâse geliyor. Ramazanda iftar vaktinde fukara toplanmış. Herkes kaşıkla yiyecek. Tabağın içinde bir tane et var farz edelim, lop bir tanesi eti alıyor, yutuyor.
Ötekiler ne olacak?
"Rabbenâ, hep bana."
Hop kendisi yutuyor, öteki?
"Bana ne ötekisinden, ben kendi canımı düşünürüm."
Bu biraz bencil bir arkadaş!
İnsan az yemekle, çok yemekle ölmez. Öteki çok yiyince ihya olmaz, bu az yiyince ölmez ama insanın huyu sofrada bile belli olur. İyi huyu, kötü huyu sofrada belli olur.
Profesör Yusuf Ziya Binatlı, Mehmet Zahid Kotku hocamızı anlatıyor. Allah selamet versin. Bir ara Bursa İlahiyat Fakültesi dekanı olmuştu. Televizyonda, açık öğretimde hukuk, iktisat dersleri veriyor.
Çok ârif bir kimse.
Bunun irfanı, tatlı sohbeti nereden geliyor?
Babası bizim şeyhlerimizden Ömer Ziyâeddin-i Dağıstanî hazretleri de ondan. Asalet babasından geliyor, mübareğin babası kuvvetli kurrâ hafız, Buhârî'nin hafızı, aynı zamanda hadis hafızı. Altı saatte Kur'an'ı hatmedermiş. Su gibi, yıldırım gibi Kur'an okuyabilen bir kimse. Bu da kuvvetli hafızmış. Sayfayı aşağıdan yukarıya doğru okurmuş. Gözü kapalı geriye doğru okurmuş. Geriye doğru okumak zordur. Hafızlıkta geri vites zor çalışır.
"Bunu nasıl yapıyorsun?"
"Sayfa gözümün önüne geliyor, okuyorum" diyormuş.
Hocamız [Mehmed Zahid Kotku] delikanlı. Tekkeye gelip gidiyor. Mehmed Zahid hocamız sarı benizli, zayıf, narin bir kimse. Tekkenin aşçısı Hocamız'a acırmış.
"Ya şu sessiz sedasız melek gibi şahıs" diye düşünürmüş.
"Mutfakta pilavın altına eti gömerdik, üstünü kapatırdık. Pilavı sofraya ben götürürdüm. Eti Mehmet Zahid Efendi'nin önüne doğru koyardım, şu mübarek biraz pilav, et yesin de şişmanlasın" diye tekkenin aşçısı iltimas geçerdi, diyor.
Yusuf Ziya Efendi, Hocamız'ı anlatıyor;
"O bir iki kaşık alır. Üstündeki pilavı aldıktan sonra alttaki eti görünce kaşığı ile yandakine ittiriverirdi" diyor.
Tabi şimdi et bol, pilav bol, para bol, lokanta bol ama eskiden bu kadar bol değildi. Eskiler eti köyde haftada ya da ayda bir keserlerdi, herkes bir parçayı evine götürse götürür. Tavuk ayda, yılda bir kesilirdi, kolay değildi.
Ne yaparmış?
Sağ tarafa aktarıverirmiş, sol tarafa veriverirmiş. Bunlar da mutfaktan takip ederlermiş:
"Hay Allah, et yine öbür tarafa gitti, yine yemedi, hay Allah!" diye heyecanlı maç seyreder gibi durumu takip ederlermiş.
Tatlı tatlı anlatıyor.
Bu neden?
İyilik yapmak istiyor. Hocaefendisinin karşısında heykel gibi bir otururmuş, bir diz çökermiş, "dizlerin hiç acımaz mıydı mübarek?" diyorlar. Öyle otururmuş. Tabi büyük insanlar, evvelki hallerinden belli oluyor.
Semi'tü Ebâ Amr ve'bne Matar yekûl, "Ben Matar oğlu Amr'den, Ebû Amr'den işittim ki şöyle diyor:"
Semi'tü Ebâ Osmâne yekûl. "O da Ebû Osmân-ı Hirî'nin şöyle dediğini işitmiş"
"Men celle miktârühû fî nefsihî celle akdâri'n-nâsi inde ve men sağura mikdârühû fî nefsihî sağura akdâru'n-nâsi indeh"
Kimin, kendi kadri kıymeti kendisine yüce görünürse; insan "ya ben büyük adamım, kıymetli adamım. Bayağı da eşim menendim yok galiba, ben neyim be!" falan diye kendisini, kadrini biraz yüce görürse insanların da, halkın da kadrini mühim bir şey sanır, gözünde büyütür; halka önem verir.
"Ve men sağura mikdârühû fî-nefsihî sağura akdâru'n-nâsi indehu"
Kendi nefsine bakıp da kendinin hiçliğini, biçareliğini, muhtaçlığını, fakrını, Allah'a olan zaafını sezerse insanların da kendisi gibi olduğunu, çok kıymetli olmadığını, onların da bîçare; Allah'ın kulları olduğunu anlar. Halka değil Hakk'a yönelir. Halktan beklemez, Hakk'tan bekler. O zaman kâmil bir insan olur.
Bu sözden bir kaç ders çıkıyor.
1- İnsan kendini görmeyecek, kendi nefsinin hiçliğini anlayacak.
2- Halkın da hiçliğini anlayacak.
Halk da senin gibi insanlardan müteşekkil. Halk da Allah yardım ederse bir şeylere nail olan aciz mahlûkları. Kendisine bakıp kendisinin aczini bilen, halkın da aczini, iftikârını, Cenâb-ı Mevlâ'ya muhtaçlığını anlar. Halktan beklemez, Hakk'a kul olmaya bakar. Hakk'tan ister iyi kul olur. Halktan bekleyen yanlış iş yapmış olur.
Allahu teâla hazretleri manevi, ince, güzel gerçekleri iyi görmeyi cümlemize nasip eylesin. Allah güzel huylara sahip olmayı nasip etsin. Üzerimizde sevmediği huylar varsa… Bak okudukça neler anlıyoruz, neleri öğreniyoruz! Bu dersler çok mühim. Burada bu mübareklerin sözleri çok mühim, çok ince şeyler.
Allah, yanlış fikirlerimiz varsa bizi onlardan kurtarsın. Yanlış, kötü huylarımız varsa bizi onlardan kurtarsın. Bizi sevdiği huylara sahip eylesin. Sevdiği güzel ahlâka sahip bir kul eylesin. Sevdiği güzel amellere muvaffak eylesin. Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.