Allah’ın en seçkin elçisi Muhammed-i Mustafa (SAS) ile tevhide gönül verenlerin sınavlarını anlattığımız sekizinci bölümünün ardından Allah (CC)’ın lütfuyla O’nu (SAS) teselli eden olaylarla devam ediyoruz.
9. Bölüm
İlahi teselli
Hz. Muhammed (SAS) peygamberdi. Son peygamberdi. Tevhid yolculuğu çetindi. Tevhid yoluna davet ettiği milletinden bazıları, Ebu Cehil gibi Haşimoğulları kabilesinden peygamber gelmesini çekemediği için, doğru yol olduğunu bilmesine rağmen teslim olamıyordu. Kimisi putlarla donattıkları Kabe’de ticari kazançlarını kaybetmekten korktuğu için imana gelemiyordu. Kimisi Ebu Talip gibi kendisinden küçük birine tabi olursa ayıplanacağından çekindiği için gönlünden tevhid kelimesini söyleyemeden ruhunu teslim etmişti. Türlü zorluklar yaşayan Peygamber (SAS) son raddede yurdunda da barınamıyordu. O da bir insandı; sıkılması, bunalması, üzülmesi pek doğaldı. Ancak hiçbir olay hiçbir ruhî durum onu görevinden uzak düşürmemeliydi. Dostlarının her zorlukta yanında olmaları bir teselli idi. Hz. Muhammed’in (SAS) en büyük dostu ise Allah (CC) idi.
Ayette şöyle bildirilmişti: “Şüphesiz ki Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren benim velîm (dostum ve sığındığım) Allah’tır ve O, (bütün) iyi kimselerin velîsidir (onları görüp gözetir).”(A’râf 7/196) “O’nun sana olan lütfu pek büyüktür.” (İsrâ 17/87)
Allah Teâlâ dostu ve elçisini zaman zaman teselli etmişti. Ona yol göstermiş, yardımcı olmuştu. Onu hiçbir zaman terk etmemiş, üzülmesini istememişti. İsra ve Mi’raç mucizesi de işte böyle bir teselli idi. O (CC) muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vermekteydi.
İsra ve Mi’rac
Kureyş’ten biri soluk soluğa Ebû Bekir’e (RA) geldi. Heyecan dolu ve biraz da alaylı bir ses tonuyla: “Dostun Muhammed bu gece Mescid-i Aksa’ya gittiğini, namaz kıldığını ve geri döndüğünü söylüyor!” dedi. Ebû Bekir (RA): “Siz de bunu imkânsız görüp yalanlıyorsunuz öyle mi? diye sordu. “Evet”, dedi. “Muhammed halen Kâbe’de bu olayı anlatıyor”, diye ekledi.
Ebû Bekir (RA): “Allah’a yemin ederim ki eğer O söylemişse, doğru söylemiştir! Gündüzün veya gecenin bir saatinde gökten, Allah’tan haber geldi diye bana haber veriyor da ben onu tasdik ediyorum. Bu sizin hayret ettiğiniz şu İsra olayından daha uzak gözükmüyor mu?” Geleni bu sözleriyle susturan Hz. Ebû Bekir (RA) Kâ’be’ye geldi. Hz. Muhammed’i (SAS) dinledi. Mescid-i Aksa’ya dair verdiği bilgileri doğru buldu ve: “Doğru söyledin Yâ Resûllâllah!” diye ikrarda bulundu. Peygamber de (SAS) ona: “Ey Ebû Bekr, sen sıddîk’sin” buyurdu. (İbn Hişâm, Siyre, II, 39)
Ebû Bekir’i çok sadık, samimiyetle bağlı; sıddîk rutbesine yücelten, dünya penceresinden bakanların idrak sınırlarını zorlayan işte bu olay hakkında Allah Teâlâ Kur’ân’da şöyle buyurmaktaydı:
“Kulu (Muhammed aleyhisselâm’ı bedeniyle,) geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren (Allah’)ın şânı yüce (ve her türlü noksanlıktan uzak)tır. (Bunu,) kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (yaptık). Şüphesiz O, (evet) O, hakkıyla işitendir, görendir.” (İsra, 17/1)
Bu olay Muhammed’i (SAS) en sıkıntılı günlerinde teselli etmek ve davet azmini, dirayetini pekiştirme hikmetine bağlı olarak, rahmani bir seyahat şeklinde gerçekleşmişti. Allah, dünyadaki son elçisini katına kabul etmekte, kendisine özel emirler vermekteydi. Onu yakınlığıyla teselli etmekte ve gönlünü almaktaydı.
Bu gece yolculuğunun Mescid-i Aksa’dan ötesini Muhammed (SAS) bizzat kendisi hadislerinde detaylı olarak anlatmaktaydı. “Kâbe’nin Hatîm kısmında uyku ile uyanıklık arasında” bir halde iken “Burak” isminde “ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alan” “beyaz bir hayvan” a binerek Cebrail (AS) ile birlikte dünya semâsına kadar çıktı. Kapı açıldı. Kapıdan geçince Hz. Adem(AS)’ı gördü, onunla selamlaştı. İkinci semaya çıktı. Yahya ve İsa (AS)’ı gördü. 3. Semada Yusuf (AS) ile, dördüncü semada İdris (AS) ile, beşinci kat semada Harun (AS) ile, altıncı kat semada Musa (AS) ile, 7. Semada İbrahim (AS) ile karşılaştı. İbrahim (AS) ile selamlaştıktan sonra
“Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara Cennetin toprağının çok güzel, suyunun çok tatlı, arâzisinin son derece geniş ve dümdüz olduğunu bildir. Söyle de Cennete çok ağaç diksinler. Cennetin ağaçları “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” demekten ibârettir.” dedi.
“Sonra Sidretü’l-Müntehâ’ya” çıkarılmıştı. Bu bahçenin meyvelerini iri, yapraklarını geniş olarak tarif etmişti. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Enbiyâ, 22, 43; Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, Îman, 264; Tirmizî, Tefsîr 94, Deavât 58; Nesâî, Salât, 1; Ahmed, V, 418)
“Altından pervânelerin onu (Sidretü’l-Müntehâ’yı) bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allâh’ı tesbîh ettiğini gördüm.” buyurdu (Müslim, Îman, 279)
Rasûlullâh (SAS)’e (Miraçta) verilen üç şey şunlardı: “Beş vakit namaz, Bakara sûresinin sonu ve ümmetinden şirke düşmeyenlere büyük günahlarının affedildiği haberi” (Müslim, Îman, 279)
Allah Teâlâ da Kur’ân’da İsra ve miraca işaret buyurmaktaydı: “İnen yıldıza/“peyderpey inen Kur’an’a” andolsun ki arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve (batıla inanıp) azmadı da. O arzusuna göre konuşmaz. O(nun sözleri/hükümleri ilhamdan) vahiyle bildirilenden (ve vahye uygunluktan) başkası değildir. Ona bunları müthiş kuvvetleri olan (Cebrail) öğretti. (Hem de) o güzel (bir) heybete sahiptir ki en yüksek ufukta iken kendi suretinde doğruldu (Resûl’e göründü). Sonra (Cebrail ona) yaklaştı, (aşağı doğru) sarktı. Aradaki mesafe; (üst üste getirilen) iki yay kadar, hatta daha yakın oldu da, o sırada (Allah’ın) vahyettiği şeyi, kuluna vahyetti. (Peygamber’in gözünün) gördüğünü kalb(i) yalanlamadı. Onun gördükleri hakkında tartışıyor musunuz? Andolsun ki onu (Cebrail’i), diğer bir kere (Mi’râc’tan dönüşte) Sidre-i Müntehâ’nın (yedinci semanın) yanında gördü. O Cennetü’l-Me’vâ (takvâ sahiplerinin ve şehitlerin ruhlarının barındığı cennet) de onun yanındadır. O (gördüğü) zaman Sidre’yi, onu bürümekte olan bürüyordu. (Peygamber’in) göz(ü gördüğünden) kaymadı ve sınırı aşmadı. Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden (delillerinden) bir kısmını gördü.” (Necm 53/1-18)
İsrâ, bir gece yolculuğu idi. Mirac ise Hz. Peygamber’in (SAS) göğe yükselişini ve Allah katına çıkışını ifade etmekteydi. İsra ve miraç kesin bir gerçekti. Ama nasıl ve ne zaman gerçekleşmişti?
Âlimler olayın kendisinde hemfikirdi; zaman ve niteliğinde değişik görüşler ileri sürmekteydi. Allah Kur’ân’da durumu şöylece haber verdi: “Hani sana: “Şüphesiz Rabbin, insanları (ilmiyle, kudretiyle) kuşatmıştır.” demiştik. (Geceleyin) sana gösterdiğimiz (Mirâç’taki) temâşâyı ve Kur’an’da lanetlenmiş olan (cehennemdeki zakkum isimli) ağacı, ancak insanlara bir imtihan olarak meydana getirdik. Biz onları (bu ağaçla) korkutuyoruz. Fakat bu, onların (inatlarından dolayı) daha da azgınlıklarını artırıyor.” (İsrâ 17/60)
İsrâ ve Mirac, Hz. Muhammed’e (SAS) hicretin yaklaştığını haber vermekteydi. Gurbet, ayrılık ateşinden önce vuslat, kavuşma neşesi miraçla lütfedilmişti... Bu, gerçek bir teselli idi. İsra ve Mirac, Kur’ân’ın ifadesine göre Allah’ın “âyetlerinden bir kısmını göstermek üzere” (İsra 17/1) gerçekleşmişti.
Hz. Peygamber’e gösterilen bu “bir kısım ayetler” nelerdi? Bazılarını Hz. Peygamber (SAS) Mirac dönüşünde haber verdi. Özetle bilinmeyen “ğayb” âlemine, ahirete ait bazı sırlar ve manzaralar, insanlığın geleceği, Allah Teâlâ’nın yüce kudretinin işaretleri bu “gösterilen ayetler”dendi. (Buhârî, Talâk, 14, 25; Edeb, 24; Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878; Ahmed, III, 224; İbn-i Mâce, Sadakât, 19)
Onun ümmetinin geleceği, hicret sonrası kurulacak İslâm devleti, zafer müjdeleri ve her mümine Mirac neşesini tattıracak beş vakit namaz ibadeti hep bu gecenin hediyelerindendi (Müslim, Îman, 279).
Hiç şüphesiz asıl merak konusu, davetin geleceğiydi. Bu konuda aslında daha önce gelen bazı ayetlerde işaretlere yer verilmekteydi:
“De ki (Allah şöyle buyuruyor): “Ey iman eden kullarım! Rabbinizin emrine uygun yaşayıp azabından sakının. Bu dünyada iyi hareket edenlere bir güzellik vardır. Allah’ın toprağı geniştir. (Dinin gereğini ve hükümlerini rahatça yaşayacağınız yere göç edebilirsiniz.) Ancak (Allah yolunda, taviz vermeden yaşamak için göç etmeye sabredip) dayanıp direnenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer, 39/10)
“...İnkâr edenler, peygamberlerine: “Andolsun ki ya sizi yurdumuzdan çıkarırız ya da mutlaka milletimize (dinimize) dönersiniz.” dediler. Rableri de onlara şöyle vahyetti: “O zalimleri muhakkak helak edeceğiz. Ve onlardan sonra o yere sizi yerleştireceğiz.” (İbrahim, 14/13-14)
Evet artık ufukta Mekke’nin fethine de kapı aralayan bir hicret gözükmekteydi. Hicret, bir yolculuktu, tevhidin gereklerini daha rahat yerine getirebilecekleri bir mekana göçtü. Zaten Müslümanlardan pek çoğu daha önce Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Gönülleri de batıldan Hakka göçmüş, tevhid yolculuğunu seçerek hicret etmişti. Şimdi imkan bulan tüm Müslümanlar için İslam yurdu olacak mekâna hicrete sıra gelmişti...
Hicret Öncesi
Taif yolculuğu ve Mi’rac olaylarından sonra Hz. Peygamber (SAS) bilhassa, Mekke dışındaki kabilelerle temas etmek, onları İslâm’a davet etmek için gayret göstermekteydi. Hac mevsiminde bu faaliyetlerini daha da hızlandırıyordu. Müşrikler Hz. Peygamber’in (SAS) yeni takipçiler kazanmasını önlemek için tedbir üstüne tedbir denemekteydiler. Hatta en sonunda “ağız birliği” etme ihtiyacı hissettiler. Kâbe’deki putlarını ziyarete gelenlere karşı hep aynı şeyi söylemelerinin doğru olacağını düşündüler. Velid b. Muğîre bu birliği temin etmek istedi. Önce Kureyşin düşüncelerini dinledi. Sonra kendi görüşünü şöyle özetledi. “Vallahi bu dediklerinizin hiçbiri tutarlı değil... Muhammed’in sözü öyle bir veciz söz ki, onda bir başka tatlılık bir başka güzellik var. Ben şiirin her çeşidini bilirim. Bu, onlara benzemez. Dediklerinizin hiçbiri ona yakışmıyor. Ama isterseniz, gelin ona sihir diyelim. Kişiyi babasından, kardeşinden, akrabasından, karısından ayıran bir sihir...” Teklifi kabul ettiler.
Hz. Peygamber’i (SAS) de özellikle hac mevsiminde gölge gibi takip ettiler. Kur’ân okumasını, insanları doğru yola çağırmasını engellemeye yeltendiler. Velid b. Muğîre hakkında Müddessir Suresinin 11-25. ayetleri indi, kendisine zor bir meşakkat yüklenmek üzere Allah’a havale edildi. Kendilerine tebliğde bulunulan kimi kavimler her şeye rağmen gizli mü’minler olarak memleketlerine dönüp gitti. Tarih kaynaklarının kaydettiğine göre Süveyb b. Sâmit (RA) gönlünde tevhid nurunu saklayanlar arasındaydı… Mekke’nin çevresinde genellikle gece saatlerinde gerçekleşen bu görüşmeler içinde Akabe Bey’atları ayrıcalıklı bir yere sahipti.
Akabe Bey’atları
Bey’at, bağlılığını, güvenini bildirmek üzere el sıkışmaktı. Akabe mevkiinde bu biatlar üç kademede gerçekleşmişti. Peygamberliğin 11. yılıydı. Kâbe’yi ziyarete gelen 6 kişilik bir Yesrib heyeti gece vakti, Akabe mevkiinde Resûlullah’a (SAS) rast gelmişti. Resûlullah (SAS) onlara: “Otursanız da biraz konuşsak?” demişti. Oturdular, konuştular, tanıştılar. Hz. Muhammed (SAS) onlara Kur’ân okuyup Müslüman olmaya çağırmıştı. Onlar da şehâdet getirmişler: “Eşhedü en lâ ilâhe illellah ve eşhedü enne Muhammed abduhu ve resûluh” “Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun kulu ve elçisidir” demişlerdi. Medine’nin bu ilk Müslümanları; Es’ad b. Zürâre, Rafi’ b. Mâlik, Avf b. Hâris, Kutbe b. Âmir, Ukbe b. Amir, Hâris b. Abdullah’tan (RA) oluşmaktaydı. Döndüler, bir sonraki yıl Akabe’ye 12 kişi olarak geldiler.
Yeni gelenleri de Hz. Peygamber (SAS) Müslüman olmaya davet etti. Kabul ettiler, bu kabullerini Resûlullah’a bey’atla perçinlediler. Resûlullah’tan (SAS) kendilerine Kur’ân öğretecek, dinî konularda rehberlik edecek bir öğretmen istediler. Hz. Peygamber (SAS) bu işle Mus’ab b. Umeyr’i (RA) görevlendirdi. Şimdi artık Yesrib’de hızlı bir İslâmî faaliyet gelişmekteydi. Gayretler başarıyla sonuçlandı. Bir yıl sonra Akabe’de Resûlullah’a beyât edenler, 2’si kadın 75 kişiydi.
Artık Yesrib’de ortam hazır sayılırdı. O halde Resûlullah’ı Yesrib’e davet etmenin tam zamanıydı. Yesrib O’na (SAS) yurt olmakla şereflenecek, “Medine” haline gelecekti. Davet ettiler. Bu daveti bir anlaşmayla resmîleştirdiler.
Anlaşma maddeleri şöyle özetlenebilirdi:
“-Refahta olduğu kadar sıkıntıda da, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de dinlemeye ve itaat etmeye öncelik tanımak
-Peygamber’i (SAS) kendilerinden üstün tutmak
-Emir ve kumanda kimde olursa olsun, ona tabi olmak
-Allah yolunda kimsenin ayıplamasından korkmamak
-Allah’a asla eş-ortak koşmamak
-Hırsızlık yapmamak
-Zina etmemek.
-Çocukları öldürmemek
-İftira etmemek
-Doğru işte Peygamber’e (SAS) karşı gelmemek.”
Muhammed’de (SAS): “Ahdinize vefa ederseniz, Cenneti kazanırsınız!.”( Ahmed b. Hanbel, 5/323.) buyurdu. Muhammed (SAS) bey’atın bitiminde temsilci seçmelerini emretti. Onlar da 9’u Hazreç ve 3’ü Evs Kabilesinden 12 temsilci seçtiler. 12 temsilci de kendi aralarında baş temsilci olarak Es’ad b. Zürâre’yi seçti. Hz. Muhammed’in (SAS) bir lider seçtirmesi dikkat çekiciydi. Bu, idare sorumluluğunu belli kişilere yüklemekti; bir usuldü.
Akabe Bey’atları hicreti iyiden iyiye gündeme getirmişti. Aslına bakılırsa, Hz. Peygamber’in (SAS) tevhid yolculuğunda hicret, en baştan beri gündemdeydi. Çünkü çeşitli vesilelerle inen ayetler önceki peygamberlerin de kendi yurtlarında davetlerine devam etmekte nasıl zorlandıklarını haber vermekteydi. “İnkâr edenler, peygamberlerine: “Andolsun ki ya sizi yurdumuzdan çıkarırız ya da mutlaka milletimize (dinimize) dönersiniz.” dediler.”(İbrahim 14/13)
Mekke müşriklerinin hedefleri de bu daha önceki putperestlerin hedeflerinden farklı değildi.
Ayet şöyle haber verdi: “(Resûlüm!) Seni (dâvandan vazgeçiremeyince) yurdun (olan Mekke’)den çıkarmak için seni tedirgin etmek üzeredirler;” (İsra, 17/76)
Onlar bu maksatlarına ulaşabilirlerdi. Ama bu haksızlıkları yanlarına kâr kalacak mıydı? Yoksa, “ceza suçun cinsinden” olacak, onlar da aynı akıbete mi uğrayacaklardı?
Ayet bu durumu şöyle açıkladı: “ama o takdirde, kendileri de senin ardından pek az kalacak (ve helak olacak)lar.” (İsra, 17/76)
“Senden önce gönderdiğimiz peygamberler(i dışlayanlar) hakkındaki (ilâhî) kanun (bu)dur. Sen bizim sünnetimizde asla bir değişiklik bulamazsın!” (İsra, 17/77)
◀️ 8. Bölüm: Tevhide Gönül Verenlerin Sınavları
▶️ 10. Bölüm: Hicret Yolculuğu, İlk Hutbe ve Medine Günleri