Batılı seyyahlar, yüzyıllar öncesinde doğuya doğru gezmeye başladıkları ilk andan itibaren gördükleri hemen her şeyi kaydetmiş, bu kayıtlar kitaplaşmış ve dönüp bugün bizim mazimize dair başvurduğumuz şahitler durumuna gelmiştir. Elbette bizim de tuttuğumuz kaynaklar var fakat ya henüz ulaşamamışız ya da henüz üzerinde yeterince çalışmamışız.
Anadolu halkı çocuğunu nasıl terbiye ederdi? sorusunu dışarıdan bir göz değerlendirmesiyle inceleyelim.
1830’larda İstanbul seyahatini kaleme alan Dr. A Brayer’den bir mesire yerinde karşılaştığı genç bir anne ile çocuğunu resmeden bir alıntı:
"Bunların içindeki genç annenin son (en küçük) yavrusunu zarif bir mahcubiyet içinde okşadığı ve daha büyük çocuklarına bakmak vazifesini de kendi annesine bıraktığı görülür. Bu çocuklar arasında gürültülü oyunlardan, hızlı koşmacalardan, çığlıklardan, itişip kakışmalardan ve hele küfürlerle, tokat ve yumruk darbelerinden eser bile görülemez.
Bunlar İslâm terbiyesiyle ıslah edilmiş oldukları için, o kadar sakin sakin eğlenirler ki, sesleri bile güç duyulur. Büyükanneleri kendi zamanına ait menkıbeleri anlatır; hayat tecrübelerini öğretir ve atasözleriyle bitirdiği kıssaları hafiften nida gibi dinlenir.”
Aynı eserden bir başka alıntıda Türk ve Frenk çocuklarının farkı şöyle anlatılmaktadır:
“Türkiye’de analarla babaların ve ninelerle büyük ninelerin çocuklarına en tatlı sözlerle hitâb edip en candan ihtimamlarla baktıklarını görmüştük. İşte bundan dolayı Türkiye’de çocuklar yetişip adam oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları hâlde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez, analarıyla babalarından ayrılmakta, mali menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları hâlde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar."
Osmanlı tarihçisi Âşıkpaşazade, Türklerde aile kurumunun değerini şöyle ifade etmiştir: “Bu âlemde maksut olan birkaç şeydir: Oğul ve kız evlendirmek, dünyadan ahirete iman ile gitmek”.
Âşıkpaşazade’nin döneminin zihniyetini yansıttığı varsayımıyla, Türkler her zaman aile kurmayı hayatın en önemli gayelerinden biri olarak görmektedir, diyebiliriz.
Zaman içinde en az değişime uğrayan müesseselerden olan Türk ailesinin, Osmanlıların kuruluş döneminde de başlıca unsurları, düğün, doğum, çocuk, anne ve babadır. Türk-İslam anlayışına göre aile kurumunun ana amacı insan neslinin devamıdır. Dolayısıyla çocuk sahibi olmak ve yetiştirmek ailenin en temel görevidir.
Aile içinde planların ve hesapların çoğu çocuğa göre yapılmaktadır. Doğum, erken dönem Türk toplumu içinde sevinç gösterilerine sebep olurdu. Doğum münasebetiyle saçılar saçılır, çocuğa takılar takılır, baba ziyafetler verirdi. Bu böyle de devam etmiştir.
Çocuğun dünyaya gelmesi
Türk evinde bir bebeğin dünyaya gelmesi en çok kadınlar arasında kutlanırdı. Doğacak çocuğun erkek olması en çok arzu edilen bir şeydi. Fakat kız çocuk da az sevilmezdi. Önceden kundaklar, zıbınlar, mavi battaniyeler, takkeler hazırlanır, hamileliğin altıncı veya yedinci ayından itibaren ebe tutulurdu. Ebelerin cemiyette saygıdeğer bir yeri vardı.
Doğum günü yaklaşınca ebenin ceviz ağacından yapılmış doğum sandalyesi eve getirilirdi. Anadolu’da çocuk giydirme merasimlerindeki önemli geleneklerden birisi de yeni doğacak bebeğin iç çamaşırlarının babasının eski iç gömleğinden dikilerek hazırlanmasıydı. Bebek doğar doğmaz, ilk olarak bu çamaşırlar giydirilerek, tenine değmesi ve bebeğe kokması sağlanıp “Yavru, ana kokusunu bilir, baba kokusunu da alsın, babasını da sevsin.” düşüncesiyle bu gelenek devam ettirilirdi.
Yatağın baş ucunda bir şişe loğusa şerbeti olur, bebek kız ise şişenin tepesine, erkek ise boynuna, kırmızı tülbent bağlanırdı. Doğumu haber vermek için bu gibi şişeler dost ve akrabalara gönderilirdi. İsim verilirken sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunur ve isim öyle söylenirdi.
Çocuğun kırkı çıkınca ve sütten kesilince (iki yaşında) hamamda bir tören yapılırdı. Kızlar erkek çocuklardan daha önce sütten kesilirdi. Çocuk sünnet oluncaya kadar haremde ana terbiyesi altında büyür, sünnet olduktan sonra evin harem kısmından çıkartılarak babanın nezaretine verilirdi.
Çocuğa isim verilmesi
Çocuğun doğumundan sonra en önemli hadise adının konmasıdır. Dede Korkut hikâyelerinde de görüldüğü gibi çocuğa ad koyma bizde bir merasim gerektiriyordu. Osmanlıların kuruluş dönemine kadar bu gelenek bozulmadan yaygın olarak devam etmiştir.
Çocuğun tahsili
Çocuğun yetiştirilmesinde en dikkat çeken hususlardan biri Türk dilinin iyi öğretilmesi idi. Çocuğun ilk eğitim ve öğretimi evde ebeveyni tarafından verilirdi. Belli bir yaşa gelen çocuk mektebe gönderilirdi. Bu dönemde belli bir alt yaş sınırı kural olarak görülmüyorsa da çocukların dört yaşından itibaren mektebe gidebildikleri biliniyor. Bu mektep dönemi de çocuğun ailesi tarafından sürekli kontrol altında tutulurdu. Belli bir yaştan sonra daha geniş tahsil döneminin başladığı görülür.
Çocuğun etrafında şekillenen aile
Osmanlı toplumunda ailenin günlük yaşamı, her yerde her zaman olduğu gibi çocukların eğitimi ve beslenmesi, eşler arası ilişkiler ve hayatın yükünün paylaşılması, evin idaresi, sağlık ve beslenme sorunlarının çözülmesi ve gündelik uygulaması etrafında oluşur. Çocuk aileyi devam ettirecek temel unsurdur ve hayat onun etrafında oluşur.
Anadolu geleneğinde çocukların eğitimi aile, çevre, mektep üçlüsünün elbirliği ile yürütülse de aile içinde önce anneye sonra büyükanneye aittir. Bu sebeple modernleşme devrinde yazarlar kadının; yani annenin eğitimli olmasının üzerinde önemle durmuşlardır.
Toplumda çocuk üzerinde ailenin, akrabaların, mahalle ve cemiyetin kontrolü vardır. Bu toplumsal bir dayanışmadır. Başarıya göre; sevgi tezahürü veya usulsüz davranış üzerine kınama, iyiyi ödüllendirme ve övme veya kötüyü yerme ve men etme fiili birlikte yürür. Doğan çocuğu aile kadar herkes kutlar, edepsizlik eden çocuğu herkes kınar; cemiyetin kurallarına uymayanın aile üyeleri kadar, herkes kulağını çeker.
Çocuklar cezalandırılırlar; fakat bu ihtimamla yapılır ve onlara karşı sabırlıdırlar. Böylece gençler aile ve öğretmenlerinin yanında kibar ve hürmetkâr gençler olarak yer alırlar.
Çocuklar anaokulunda değil, mahallelerde akraba ve komşular arasında topluma dâhil olurlardı. Günümüzde bu kurumsallaşma aynı zamanda geleneksel yapının da kaybolmasına sebep olmaktadır.
Dünyada güçlü devlet kurmanın yolu güçlü aile yapısından, o da ailede babanın yanında güçlü bir anne karakterinden geçmektedir. Kültür aktarıcısı ve taşıyıcısı olan kadın toplumda olması gerektiği yeri alırsa bir devletin temel dinamikleri olan bağımsızlık ve egemenlik kavramlarının da saygınlığı derinlik kazanacaktır.