Fütüvvet anlayışının öncülerinden olan Ebû’l Hasan el-Harakânî Hazretlerine göre fütüvvet ve civanmertliğin şartı üçtür: Cömertlik, şefkat, halktan müstağni (Allah’tan başka kimseden bir şey beklemeyen, gözü tok olmak) olmaktır.
Karadeniz’in insanları Anzer balını şifa niyetine üretir, Osmanlıdan günümüze hâlâ şöhretini devam ettirir. Hatta Eminönü Yeni camiinin banisi Valide Sultan, Ramazan aylarında caminin her kapısında şifa, diye dağıtılmasını vasiyet etmiştir. Bu vasiyet günümüzde de teravih namazından sonra sunulan Anzer balı şerbeti ile devam ettirilmektedir. Yokluk zamanlarında Anzer balı bulmak çok zor, küçük bir kavanoz saklanır sadece, karakış hastalıkları için. İşte o günlerde dağ köylerinden birinde genç bir gelinin kapısı çalınır karda kıyamette.
Yeni gelin, eşini gurbete Samsun’a göndermiş, kendisi de kışı yaylada geçirmeye karar vermiş. Kapı çalınınca açıp ihtiyar bir adamın geldiğini görmüş. Adam:
"Kızım, ben Aşağı Anzer’denim, gelinim aş eriyor, canı bal çekti, Allah rızası için, varsa bir iki kaşık bal veriver." der.
Gelin düşünmez, Allah rızası değil mi der, dibinde üç dört kaşık bal kalmış olan kavanozu getirir, yarısını ihtiyara verir.
İhtiyar:
"Allah razı olsun kızım, artsın eksilmesin. Taşsın dökülmesin."
Kavanozu kapatayım diyen gelin bir de ne görsün, kavanoz ağzına kadar bal ile dolu. Meseleyi anlar, kapıya koşar ama ne bir insan vardır ne de kar da bir iz... Derler ki gelen Hızır’dır.
Aradan üç dört ay geçer, her gün bal yediği halde kavanoz her seferinde ağzına kadar bal ile dolar. Sırrını hiç kimseye açmaz. Yaza doğru eşi gurbetten gelir. Ona da her öğün bal verir. Bal bitmez, hem Ancer balı olacak, bütün kış kalacak bir de her öğün kaşık kaşık yenecek ve bal bitmeyecek. Eşi en sonunda durumu merak edip açıklamasını ister. Gelin dayanamaz ve ağzı kapalı kavonozu da alır ve olayı anlatır. Kavanozu açıp işte bak ağzına kadar dolu demek istediğinde ne görsün? Kavonozun dibinde iki kaşık bal kalmış.
Tek hikâyede iki öğüt bir arada: Kapına gelen kimseyi boş çevirme, yaptığın iyiliği de kimseye söyleme. İşte İslam'ın en güzel hasletleri ile donatılmış bir diğergâmlık örneği, Anadolu terbiyesi.
'Diğergâmlık' diğer insanlar hakkında da gam, kaygı hissedebilmek demektir ki Kur’an'da yerini "Miskine, yetime, esire seve seve yedirirler. Size ancak Allah için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık isteriz ne de bir teşekkür. Çünkü biz Rabbimizden korkarız." derler (el-İnsan 76/8-10). âyeti ile bulur.
Merhamet ve müsâmaha, Anadolu ahlâkının temel unsurlarındandır. Merhametsiz ve müsâmahasız adam sevilmez, bu ahlâk hayratlarla daha da görünür olmaktadır.
Bir seyyah der ki: “Zengin Türkler bol bol sadaka verirler. Zaruretlerini söylemekten kaçınanları hususen arayıp bulur, bilhassa onlara yardımdan zevk alırlar. Borçlunun borcunu öderler. Yoksul komşularını gözetirler. Herhangi bir hayvanın acı çekmesine asla izin vermezler. Köpek ve kediler için vakıf yaptıranlar bile vardır. Hayvanlara ve bitkilere mahsus hayrat da yaparlar. Mahallenin zengini, o mahallede ihtiyaç sahiplerinin insanı ve hayvanı ile hepsini himaye eder. Mecbur olmadıkça ağaç kesmeyi barbarlık sayarlar ve böyle bir adama barbar muamelesi yaparlar."
Anadolu insanında öne çıkan iki önemli özellik vardır: Diğergâmlık ve yiğitlik.
Bu ahlakın özünde, Horasan'da doğup Osmanlı halkının ahlakına işlenmiş olan fütüvvet anlayışı yer almaktadır. Sehl b. Abdullah, “Fütüvvet sünnete uymaktır.” diyerek özetlediği Fütüvvet ve ahilik, İslam-Türk kültür ve medeniyeti içerisinde toplumsal, meslekî, ekonomik ve dinî-ahlakî bakımlardan önemli roller oynamıştır.
Fütüvvet anlayışının öncülerinden olan Ebû’l Hasan el-Harakânî Hazretlerine göre fütüvvet ve civanmertliğin şartı üçtür: Cömertlik, şefkat, halktan müstağni (Allah’tan başka kimseden bir şey beklemeyen, gözü tok olmak) olmaktır. Bununla birlikte “İş kendilerinden el çekmedikçe civanmertler işten el çekmez.” prensibi ile mahluka hizmetten bir an geri durmamaktır.
Anadolu insanı ise der ki: "Diğergamlık-fütüvvet, dilencinin veya yardım isteyenlerin geldiğini görünce kaçmamaktır.” Özü fedakârlık yani îsar (başkaları için özveride bulunma) olan bu anlayışta esas, insanlara eziyet etmekten kaçınıp bol bol ikramda bulunmaktır. Hatta bir ziyafet verileceği zaman mahalledeki köpeklerin bile doyurulması, bir karıncanın bile incitilmemesi gerektiği belirtilerek bu fedakârlığın sevgi ve merhametin hayvanları da kapsayacak şekilde geniş tutulması gerektiği düşünülmüştür.
Dahası fütüvvet, bir kimsenin, başkalarının hak ve menfaatlerini kendi hak ve menfaatinden üstün tutması, başkalarına katlanması, hatalarını görmezlikten gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek davranışlardan sakınması, kendini aşağılarda, başkalarını ise yükseklerde görmesi, sözünde durması, sadakat göstermesi, olduğundan başka türlü görünmemesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır. Bundan dolayı fütüvvet güzel ahlâk, terbiye ve nezaket olarak da tarif edilmiştir.
Horasan erenleri ile Anadolu'ya gelen diğergamlığın teşkilatlı hali fütüvvet “iyi ve güzele meyil, kötülüğü terk ve hizmet” tir. Horasan erenlerinde Bayezid-i Bistamî Hazretleri: “Halkın Hakk’a en yakını, halkın yükünü en fazla çeken ve huyu hoş olandır.” der.
Fütüvvet “Âdem gibi özür dilemek, Nûh gibi iyi, İbrahim gibi vefalı, İsmâil gibi dürüst, Mûsâ gibi ihlâslı, Eyyûb gibi sabırlı, Dâvûd gibi cömert, Hz. Muhammed (SAS.) gibi merhametli, Ebû Bekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adaletli, Osman gibi hayâlı, Ali gibi bilgili olmaktır.”
İbn Battuta, İç Anadolu, Doğu Anadolu, Karadeniz, Ege ve Marmara sahillerindeki şehirlerde diğergamlığın teşkilata dönüşmüş hâli âhî zâviyelerinde misafir olduğunu, onları daha yakından tanıyarak hiçbir memlekette görmediği cömertliği onlarda gördüğünü söyler ve der ki: "Ahiler Anadolu şehirlerinde oturan Türkmenlerin köylerine kadar nüfuz etmiştir. Yabancıları korumak, misafir etmek, ihtiyaçlarını gidermek, kötü ve fasık kimseleri ortadan kaldırmak ve halka zulmedenleri yok etmekte eşleri yoktur.”
İşte o sade, açık yürekli, iyi niyetli, sabırlı, cesur, kabiliyetli, misafirperver, âlicenap insanlar büyük bir medeniyet inşa etmişler ve torunlarına miras bırakmışlardır.