Medyen ve Eyke komşu iki ülkeydi. İkisi de dağlık ve ormanlık bir bölgeydi...
Medyen; Akabe körfezinden Humus vâdisine kadar uzanırdı.
Eyke; Kızıl Deniz sahilinden Medyen’e ulaşırdı.
Medyen; adını burada yaşayan kabileden alırdı. Şuayb’ın (As.) nesebi de Medyen’e varırdı. İbrahim’e (As.) dayanırdı. Halkın inancı putçuluktu. Onlara göre alış–verişte esas; hilekârlık ve soygunculuktu. Putçuluk, soygunculuk ve vurgunculuk, cemiyeti iyice sarmıştı. Kimsede güven kalmamıştı.
İki Ülkeye Bir Peygember
Şuayb (As.), Medyen ve Eyke halkına peygamber gönderildi. Bu iki ülkede ayrı ayrı mücadele verdi. Medyen’deki mücadelesini Kur’ân, şöy le bildirdi; “Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’i gönderdik. (A’raf 7/85; Hûd 11/84; Ankebut 29/36)
O; –Ey Kavmim! Allah’a ibadet edin. Ahiret gününe umut besleyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın dedi!” ( Ankebut 29/36)
Allah’a ibadet ve ahirete inanmak; bozgunculuğu önleyen iki temel esastı. Bu esaslar yıkıldığı için Medyen’de tam anlamıyla itikadî, siyasî, iktisadî ve ahlâkî bozgun vardı.
Nerede Allah’tan sakınma, ahirete inanma ve hesap verme duygusu yoksa; orada, bozgunculuk olacaktı... Bu gerçek, asırlar boyu böyle kala caktı... Şuayb (As.), bu temel gerçeğe tekrar dikkati çekti. Şöyle dedi; “–Ey Kavmim! Allah’a ibadet edin. Sizin ondan başka bir ilâhınız yoktur!. (Hûd 11/84; A’raf 7/85)
Ölçeği, tartıyı noksan yapmayın! Ben sizi bir bolluk içinde görüyorum. Bununla beraber hileye devam ederseniz; ben, sizi kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum.” (Hûd 11/84)
Ölçü
Ölçü ve tartı, ölçülü olmalıydı. Ölçüde eksiklik, haksızlıktı. Fazla kazanç için ölçü ve tartıda hile yapmak, hileli yollara sapmak, topluma ihanetti. Haksızlık ve ihanetle sağlanan kazanç, kazanana da bir büyük dertti. Çünkü insanî duygu ve fazileti yok ederdi... Giderek daha büyük haksızlıklara sürüklerdi. Haksızlık ise, azabla biterdi...
Şuayb de (As.) Medyen halkına; “–Hileye devam ederseniz, sizi kuşatacak bir günün azabından korkuyorum” dedi ve şöyle devam etti: “–Ey Kavmim! Ölçekte ve tartıda adâleti yerine getirin. İnsanların mallarını eksiltmeyin!” (Hûd 11/85; A’raf)
“İnanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için hayırlıdır.” (A’raf 7/85)
Ticârette Esas
Hile yapmamak, ölçü ve tartıyı tam tutmak; normal kâra razı olmaktı. Normal kârda; iş ve ticâret emniyeti, Allah katında kul hakkına riayetin yüz aklığı vardı.
Şuayb (As.), ticârî ahlâkı bozuk olan Medyen halkına şu gerçeği duyurdu. “–Eğer inanıyorsanız, Allah’ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır... Ben sizin üzerinize bir denetleyici de değilim.” (Hûd 11/86)
Tepki
Şuayb’ın (As.) bu daveti ve uyarmaları etkili olmuştu. Ancak inanmayanlar da çoktu. İnananlar Şuayb’ın (As.) bildirdiği esaslara göre yaşıyordu. Allah’a ibadet yapıyordu. Ticârette, doğruluktan ayrılmıyordu. İmansızlar ise; bu hale pek kızıyorlardı, normal kârı azımsıyorlardı. Bütün yolları deneyerek onlara acır görünüp akıllarını çelmeye çalışıyorlardı. “Normal kârla insan zengin olmaz, kazanca sınır konmaz” diyorlar, haksızlığa çağırıyorlardı.
“Milletin inkâr eden ileri gelenleri; –Dininizi bırakıp Şuayb’a uyarsanız, yemin ederiz ki, bu takdirde ziyan görenlerden olacaksınız, dediler.” (A’raf 7/90)
Şuayb (As.), kâfirlerin bu çalışma ve propagandalarını yerdi. Şöyle dedi: “–İnananları Allah yolundan alıkoyup ve o yolun eğriliğini dileyerek tehdit edip her yolda pusu kurup oturmayın. Az iken Allah’ın sizi çoğalttığını hatırlayın. Bozguncuların sonunun nasıl olduğunu görün!... –İçinizde mademki benimle gönderilene inanan bir topluluk ve inanmayan bir topluluk var. O halde Allah’ın aramızda hükmünü bildirmesi ne kadar sabredin. Allah hükmedenlerin en iyisidir.” (A’raf 7/86-87)
Karşılıklı anlayış, birlikte barış içinde yaşamanın asgari şartıydı. Şu ayb (As.) mü’minleri tehlikede gördüğü için Medyen halkını anlayışlı olmaya çağırdı. Mü’minleri kayırdı...
Tehdit
Milletin idarecileri Şuayb’ın (As.) teklifine razı olmadılar. İnananların, aralarında yaşamalarını tehlikeli buldular. Şuayb’ı (As.) tehdide kalktılar: “–Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da andolsun ki, seni ve inananları, seninle beraber memleketimizden süreriz.” (A’raf 7/88)
Şuayb’ın (As.) cevabı kesindi: “–İstemesek de mi?... Allah, bizi dininizden kurtardıktan sonra, ona dönecek olursak, doğrusu; Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek, bize yakışmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz, yalnız Allah’a güvendik. Rabbimiz, bizimle milletimiz arasında, hak ile sen hüküm ver!.. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın...” (A’raf 7/88-89)
Namaz
Kâfirler Şuayb’a (As.) verecek cevap aradı. İlk bakışta belirli farklılık olarak, aralarında namaz vardı. “Namaz; insanı kötülükten alıkoyar”dı. (Bk. Ankebut 29/45)
“–Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı isteğimizce kullanmamızı men eden senin namazın mıdır? Sen doğrusu, aklı başında yumuşak huylu birisin;… dediler. (Hûd 11/87)
Kulda kabalık bırakmayan; kulu, Allah’a bağlayan, olaylara hak gözüyle bakmayı sağlayan namazdı... Sapıklık, ibadetsizlikle başlardı. Giderek ahlâksızlığa, haksızlığa, inançsızlığa varırdı. Namaz, ibadette ilk’ti. Din’e direkti. (Bk. Tirmizî, İman 8)
Namaz, tümüyle iyilikti... Cemiyet bünyesinde ilikti...Mü’mine güçtü, kuvvetti...
Şuayb (As.) milletine şöyle cevap verdi: “–Ey Kavmim! Söyleyin bana; ben Rabbimden bir peygamberlik üzerinde isem ve O bana katından güzel bir rızık vermişse, O’na karşı gelebilir miyim? Size yasak ettiğim şeylerde aykırı hareket etmek istemem. Gücümün yettiği kadar ıslah etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım, ancak Allah’tandır. Yalnız O’na güvendim, yalnız O’na döneceğim!” (Hûd 11/88)
Tarih
Namaz ilâhî emirdi, nimetti, görevdi. Yerine getirilecekti. Şuayb (As.) bu gerçeği ilân etti. Peşinden kâfirlerin dikkatini tarihe çekti... Tarih; ibret’ti... “–Ey Kavmim! Bana karşı gelmeniz, Nuh milletine veya Hûd milletine yahut da Sâlih milletine gelen felâketin bir benzerini sakın başınıza getirmesin!.. Lût milleti sizden (çok) uzak değildir. “–Rabbinizden mağfiret dileyin; O’na tevbe edin. Doğrusu Rabbim, merhamet eder ve (mü’minleri) çok sever.” (Hûd 11/89-90)
Tahrik
Medyenliler öğüt dinlemediler. Tevbe etmediler. Daha da ileri gittiler, şöyle dediler: “–Ey Şuayb! Doğrusu, biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Seni de içimizde hakikaten zayıf (âciz) görüyoruz. Eğer, aşîretin olmasaydı, muhakkak seni taşla öldürürdük. Senin bize karşı hiçbir üstünlüğün ve kıymetin yok...” (Hud 11/91)
Celâdet
İnanmayan, Allah emri dinlemezdi ama geleneklerin kölesiydi. Aşîret ve kabile saygısı güderdi. Bir şey yapamayınca, onu ileri sürerdi. Oysa gerçek, çok daha değişikti.
Mü’min, baştan sona celâdetti, cesâretti, yürekti. Şuayb (As.), bunu şöyle belirtti: “–Ey Kavmim! Benim aşîretim size göre, Allah’tan daha aziz midir ki, beni aşîretim için öldürmüyorsunuz da Allah’a sırt çeviriyorsunuz? Şüphe yok ki, benim Rabbimin ilmi bütün yaptıklarınızı kuşatıcıdır. –Ey Kavmim! Bütün imkânlarınızla yapacağınızı yapın. Ben de vazifemi yapacağım. Yakında kendisini perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu bileceksiniz. O azabı gözleyin. Ben de sizinle beraber gözlüyorum..” (Hûd 11/92-93
Azap
Şuayb’ın (As.) Medyen’deki mücadelesi son noktaya gelmişti. İnanmayanlara azap, inananlara necat bir kez daha gözükmüştü. Bu, değişmez kanundu... Allah buyurdu: “Azap emrimiz gelince, Şuayb’ı ve beraberinde îman edenleri, tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O zulmedenleri ise, korkunç bir gürültü (çığlık) yakaladı da yurtlarında çöküp helâk oldular. Sanki orada hiç yaşamamışlardı.. Bakın, Semud milleti nasıl helâk olduysa, Medyen halkı da öylece helâk olmuştur..” (Bk. A’raf 7/91-92; Ankebut 29/37)
Zâlime Acınmaz
Medyen halkı helâk oldu, yok oldu. Sapıklığın, hilekârlığın, haksızlığın, peygamberi dinlememenin, Allah emrine uymamanın cezasını buldu. Bu; zâlimin, kâfirin kaçınılmaz sonuydu.. “Şuayb, helâk olan milletinden yüz çevirip dedi ki; “Ey Kavmim! Doğrusu ben, size Rabbimin gönderdiği emirleri bildirdim. İyiliğinizi istedim. Şimdi kâfir olan bir topluluğa niçin üzüleyim?” (A’raf 7/93)
Bir Başka Millet
Şuayb’ın (As.) Medyen halkıyla birlikte Eyke’lilere de peygamber olduğu bilinmekteydi. Şuayb’ın (As.) Eyke’deki mücadelesi de önemliydi. Bu konu Kurân’da şöyle özetlenmekteydi: “Eyke halkı da gerçekten zâlim kimselerdi. (Hicr 15/78)
Eyke halkı da gönderilen peygamberleri tekzib etti.” (Şuarâ 26/176)
Şuayb (As.), bu zâlim millete şöyle hitâbetti: “Allah’tan korkmaz mısınız? Gerçekten ben size gönderilen güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir.” (Şuarâ 26/177-180)
Eyke’lilere bu ilk davetti. Şuayb’ın (As.) şu emirleri onu takip etti: “Ölçüyü ve tartıyı tam yapın da eksiltip hak yiyenlerden olmayın! Doğru terazi ile tartın. İnsanların mal ve haklarını düşürmeyin. Yeryüzünü yağmacılıkla, bozgunculukla fesada vermeyin!” “O Allah’tan korkun ki, hem sizi, hem de sizden evvelki halkı yaratmıştır.” (Şuarâ 26/181-184)
Eyke’liler hiddetlendi. Şuayb ile (As.) eğlenmeye yeltendi. Tahkir ve tezyife yöneldi; “Sen büyülenmişin birisin! Bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Doğrusu seni yalancılardan sanıyoruz..” dediler. ((Şuarâ 26/185-186)
İstenen Azap
Eyke’liler, bunlarla da yetinmediler, azap istediler.
“Eğer doğru sözlü isen, hemen üzerimize gökten azap yağdır!” (Şuarâ 26/187)
Azap istemek ne cür’etti? Şuayb (As.), bu isteğe şöyle cevap verdi: “Rabbim yaptıklarınızı çok iyi bilir.” (Şuarâ 26/188)
Şuayb’ın (As.) bu cevabından sonra; “Zulle gününün azabı onları yakalayıverdi.” “Gerçekten o gün, azabı büyük bir gündü.” (Şuarâ 26/189)
Zulle; bulutun ve ağacın gölgesine denirdi. Eyke’liler, azap isteyince güneş yedi gün müthiş bir sıcak neşretmişti. Bu sırada gökyüzünde bir bulut belirmişti. Serin bir rüzgâr esmişti. Eyke’liler, bulutun gölgesine birikmişti. Birden buluttan ateş indi ve Eyke yeryüzünden silindi.
Bu nedenle o güne “zulle = gölge günü” dendi. Bu millet de bizlere bir büyük ibretti. (Bk. Şuarâ 26/190; Hicr 15/79)
Medyen ve Eyke’yi; hileli ticâreti, putlara ibadeti, peygamberi tekzib ve tehdidi mahvetti..
Şuayb’ın (As.) bundan sonraki hayatı, Kur’ân’da yer almadı.. Tâbiî, tevhid mücadelesi de bu noktada kalmadı...
Sallallahu aleyhi ve sellem