Dâvud’dan (As.) sonra gelen Peygamber, Süleyman’dı (As.). Dâvud’un (As.) yerini almıştı. Onun oğluydu. (Sad 38/30) Ona vâris olmuştu. (Neml 27/16) Daha çok mülk ve saltanatıyla tanınmıştı.
Allah’dan vahiy almıştı. (Bk. el-En’am 6/84)
Nitelikleri
İyi bir kuldu:
“(Süleyman) ne güzel kuldur!” (Sad 38/30)
Allah’a dönüktü:
“Doğrusu o, daima Allah’a yönelirdi.” (Sad 38/30)
Allah katında yüksek bir makam sahibiydi.
“Doğrusu onun katımızda yüksek bir makamı ve güzel bir istikbali vardı.” (Sad 38/40)
İnsanlara ve cinlere hâkimdi. (Sebe’ 34/12)
Hayvanların dilini anlardı. (Neml 27/16)
Mescid–i Aksâ’yı o yaptırdı. Peygamberimiz Mescid–i Aksâ’nın inşasından sonra Süleyman’ın (As.) yaptığı duayı şöyle anlattı:
“Süleyman, Beyt–i Makdis’in yapımını bildirdikten sonra, Cenâb–ı Hak’dan üç dilekte bulunmuştur:
1–İlâhî hükümlere uygun hüküm verme kudreti,
2–Kendisinden sonra kimseye nasip olmayacak mülk ve saltanat,
3–Namaz kılmak için sadece Mescid–i Aksâ’ya niyet edip gelenlerin, analarından doğdukları gündeki gibi günâhsız hale gelmeleri.
Allah, Süleyman’a (As.) bunlardan ilk ikisini vermiştir. Üçüncü niyazının kabul olmasını umarım” buyurmuştur. (Tecid Tercemesi, IV, 167)
Mülk ve Saltanatı
O Allah’tan dilemişti:
“–Ey Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Sen şüphesiz daima bağışta bulunansın” (Sad 38/35) demişti.
Allah, istediğini verdi. Verdiklerini Kur’ân’da şöyle bildirdi: “Bunun üzerine rüzgârı onun emrine bağlı kıldık. Emriyle istediği yere rahatça akar giderdi. Şeytanları da onun emrine bağlı kıldık. O şeytanlardan kimi bina ustası, kimi de dalgıçtı. Diğerleri de zincire vurulmuştu. İşte bizim bağışımız budur.” (Sad 38/36-38)
“Süleyman’ın emrine de rüzgâr verdik. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alırdı. Erimiş bakır madenini ona su gibi akıttık. Rabbinin izni ile, idaresi altında, cinlerden çalışanlar da vardı. İçlerinden kim emrimizden ayrıldı ise, ona Cehennem azabından tattıracağız. O cinler, Süleyman’a mescitler, heykeller, büyük havuzlara benzer leğenler ve taşınması güç kazanlardan her ne isterse yaparlardı.” (Sebe’ 34/12-13)
Süleyman (As.), rüzgâr ve cinlere hâkimdi. İstediğini onlara yaptırırdı. Onun bu üstün hâkimiyeti ilimle kuvvetlendirilmişti. (Neml 27/15)
Kuş dilini bilirdi. Bu özelliğini kendisi bir hitabesinde şöyle dile getirmişti:
“Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi.
Ve bize her şeyden bolca verildi.
Doğrusu bu, apaçık bir lütuftur.” (en-Neml 27/16)
Ordusu
Süleyman (As.) peygamberdi. Tevhid mücadelesi vermekteydi. Aynı zamanda hükümdardı. Hükümdara ordu gerekti. Onun da ordusu vardı. Her şeyi gibi ordusu da bir başkaydı. Bilinen ordulardan farklı bir yapısı vardı: “Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidiyorlardı.” (en-Neml 27/17)
Karıncaya Tebessüm
Bir seferde Süleyman’ın (As.) ordusu yürüyordu. Karınca Vâdisine ulaşmışlar, karıncalarla karşılaşmışlardı. “Sonunda karıncaların bulunduğu vâdiye geldiklerinde bir karınca: –Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin! Süleyman’ın ordusu farkına varmadan sizi ezmesin! dedi. (Neml 27/18)
Süleyman (As.) karıncanın sözünü duydu. Söylediklerine hayretle güldü. Ve Allah’a şöyle dilekte bulundu: “–Rabbim! Bana ve anama–babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni başarılı kıl! Rahmetinle beni iyi kulların arasına kat!” (Neml 27/19)
Önemli olan; iyi olmak, iyilerden sayılmaktı.
Taç ve taht sahibi olmak önemli değildi, çünkü geçiciydi. Devrin en güçlü hükümdarı olan Süleyman (As.), peygamber olmasına rağmen, yine de iyilerden olmayı Allah’tan dilemekteydi.
Böylece tüm insanlara, insanlığın yolunu göstermekte, güzel bir örnek olmaktaydı. Zaten peygamberler daima iyiye örnektiler.
Hüdhüd Kuşu ve Sebe’ Melikesi
Süleyman (As.), ordusunda bulunan kuşları kontrol etti. Çavuş Kuşu denilen Hüdhüd’ü bulamadı ve şöyle seslendi:
“–Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Bana apaçık bir delil getirmelidir. Yoksa onu ya şiddetli bir azaba uğratırım, yahut da keserim.” (Neml 27/20-21)
Ordu, disiplin demekti. Orduya disiplin gerekti.
Süleyman da (As.) bu gereğe uydu. Önemli bir sebep yoksa, izinsiz ayrılan Hüdhüd’ü şiddetli şekilde cezalandıracağını tüm orduya duyurdu.
En uygun yol da buydu... Çok geçmedi. Hüdhüd çıkageldi. Süleyman’a (As.): “–Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’den gerçek bir haber getirdim.
Orada halkına hükmeden, her şeyden kendisine bolca verilen ve büyük bir tahta sahip olan bir kadın buldum.
Onun ve milletinin Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm.
Göklerde ve yerde gizli olanları ortaya koyan, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen Allah’a secde etmemeleri için, şeytan kendilerine yaptıklarını güzel göstermiş, onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bunun için doğru yolu bulamazlar.
Yüce arşın sahibi olan Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Neml 27/22-26)
Hüdhüd getirdiği bu haberlerle iyi bir keşifçi olduğunu göstermekteydi. Ama acaba doğru mu söylemekteydi? Süleyman (As.) Hüdhüd’ün söylediklerini dinledi. Hemen hüküm vermedi. “Hüdhüd habersiz ayrılışının suçunu örtmek isteyebilir” diye düşündü. Tahkiki uygun gördü. Şöyle dedi: “Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancılardan mısın? Bakacağız!” (Neml 27/27)
Emîr, verilen haberi tahkik etmek mevkiindeydi. Hemen inanamaz, ilk anda da reddedemezdi.
Mü’minlere Allah’ın emri de böyleydi. (Hucurât 49/6)
Haber önemliydi. Önemi iki yönlüydü: Süleyman’dan (As.) başka bir hükümdar daha vardı. Tahtı da tacı da bulunmaktaydı ve üstelik kadındı... Bu hükümdar ve milleti din bakımından da sapıktı. Allah’a değil, güneşe tapmaktaydı...
Süleyman’ın (As.) iki önemli sıfatı, hükümdarlık ve peygamberlikti. Derhal haberle ilgilendi ve Hüdhüd’e şu emri verdi: “–Şu mektubumu götür, onlara at; sonra bir yana çekil, varacakları sonuca bak!” (Neml 27/28)
Hüdhüd emredileni yaptı. Mektubu melikenin tahtına bıraktı. Çekildi; ne yapacaklarına baktı. Ülkenin melikesi, mektubu aldı, ileri gelen adamlarını çağırdı ve söze şöyle başladı: “–Ey seçkin topluluk! Bana çok önemli ve şerefli bir mektup bırakıldı. O, muhakkak ki Süleyman’dandır ve o, (mektubun ilk satırı) Bismillâhirrahmânirrahîm’dir.” (Neml 27/29-30)
Mektupta bildirilen emirler şöyleydi: “Bana karşı baş kaldırmayın! Ve bana Müslüman olarak gelin.” (Neml 27/31)
Melike bu emri duyurdu. Devletin ileri gelenlerinin bu konudaki düşüncelerini sordu. “–Ey seçkin topluluk! Bana bu işim hakkında bir fikir verin! Sizin görüşünüz olmadan ben hiçbir işi yapmış değilim.” (Neml 27/32)
İleri gelenlerin cevabı: “–Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız. Emir senindir. Sen emretmene bak!”
Melike:
“Doğrusu hükümdarlar, bir şehre girdikleri zaman orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanları hor ve hakir kılarlar. Bunlar da böyle yapacaklardır.”
“Ben onlara bir hediye göndereyim de elçilerin ne ile döneceklerine bakayım.” (Neml 27/33-35)
Danışma, iyi bir yönetimin gereğiydi. İdarecilerin mahkûmiyet derecesindeki göreviydi.
Yakıp yıkma, hükümdarların istilâ ettikleri ülkelerdeki ilk işiydi.
Melike; önceki bilgisine dayanarak, biraz da taht kaygısına kapılarak, karardan önce danışma ve yoklama (istihbârat) usullerine baş vurdu. Kendi kendine birtakım diplomasi plânları kurdu. Düşüncesini uygulamaya koydu.
Elçileri hediyelerle Süleyman’a (As.) gönderdi... Elçiler, Süleyman’ın (As.) huzuruna çıktılar. Hediyelerini sundular. Süleyman (As.) hediyeleri kabul etmedi. Elçilere şöyle dedi:
“–Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size vermediğinden daha hayırlıdır. Belki siz hediyenizle böbürlenirsiniz.”
Elçilerin reisine hitaben: “–Dön onlara! Andolsun ki, önüne geçemeyecekleri ordularla gelir, onları hor ve hakir oldukları halde oradan çıkarırım.” (Neml 27/36-37)
Melikenin elçileri hediyeleriyle ülkelerine geri döndüler...
Melikenin Tahtı
Süleyman (As.) ordusunun ileri gelenlerini topladı. Onlara: “–Ey seçkin topluluk! Onlar bana teslim olmalarından önce, melikenin tahtını hanginiz bana getirebilir?” dedi.
Cinlerden (kuvvetli ve becerikli olan) bir ifrit: “–Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. Eminim ki buna gücüm yeter!” dedi.
Kendinde ilâhî kitaptan bir ilim bulunan biri:
“–Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm,” dedi. (Neml 27/38-40)
Çok geçmeden Süleyman (As.) tahtı yanında buldu ve şöyle konuştu; “–Bu Rabbimin fazlındandır!. Beni imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü yapacağım?
Kim şükrederse, kendisi için şükretmiş olur; kim de nankörlük eder se, muhakkak ki Rabbim onun şükrüne muhtaç değildir. O’na yine de nimet verir.” (Neml 27/40)
Süleyman (As.), benzeri bir başkasına verilmemiş saltanat ve nimetleri, sonsuz şükür ile karşılıyordu. İnsanlara örnek oluyordu.
Kavuşulan her nimet, şükür ve Allah’a bağlılığı arttırmalıydı. Kulu azdırmamalı, saptırmamalıydı...
Bir tarafta Melike yol hazırlıklarının sürdürüyordu. Öte yanda Süleyman (As.) etrafındakilere şu emri veriyordu.
“–Melike’nin tahtını onun tanımayacağı hale getirin. Bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanımayacak mı?” (Neml 27/41)
Melike gelince: Tahtı kendisine gösterilerek: “–Senin tahtın böyle miydi? denildi.” Melike: “–Sanki bu, odur. Ondan önce de bize bilgi verilmişti. Biz Müslüman olmuştuk.” (Neml 27/42)
Aslında Melike’yi o zamana kadar (Müslüman olmaktan) alıkoyan Allah’tan başka taptığı şeylerdi. Çünkü kendisi inkârcı bir millettendi. (Neml 27/43)
Melike’ye denildi:
“–Köşke gir!”
“Salonu görünce onu derin bir su zannetti. Eteğini çekti.”
Süleyman (As.):
“–Doğrusu bu camdan yapılmış şeffaf bir saraydır” dedi.
Melike:
“–Rabbim! Şüphesiz ben kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” dedi. (Neml 27/44)
Melike ile birlikte milleti de Müslüman oldu. Güneşe tapmak zilletin den ve şirkinden kurtuldu. Tevhidi buldu.
Bu, hükümdarlar seviyesinde yapılan ve kazanılan büyük bir tevhid mücadelesiydi. Peygamberin amacı; yakmak, yıkmak, mahvetmek, hükümran olmak, toprak zabtetmek değildi. Gönülleri Allah’a çevirmek, i’lây–ı kelimetullah görevini yerine getirmekti. Tevhid mücadelesi vermekti.
Süleyman (As.), bu olayla, bu ilkeye güzel bir örnekti...
Adâleti
Süleyman (As.), saltanatı kadar, adâletiyle de etrafa nam salmıştı. İdâresi altında bulunan insanlar, emniyet içinde yaşamaktaydı. Halli güç meselelerde kendisine danışırlardı. Bu konuda Kur’ân–ı Kerîm’de örnekler vardır. “Davud ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken, biz onların hükmüne şahittik. Süleyman’a hükmetmeyi belletmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik.” (Enbiyâ 21/78-79)
Bu meselenin çözümü güvenilir kitaplarda şöyle yer almaktaydı: Koyun sürüsü bir ekin tarlasına giriyor, zarar veriyor. Dâvud (As.) sürünün kıymeti, zararın miktarına denk olduğu için, tazminat olarak sürünün tarla sahibine verilmesine hükmetmişti. Süleyman (As.) ise; tarlanın sürü sahibine verilip eski haline getirilinceye kadar ona bakmasını, sürünün de tarla sahibine teslim edilip o vakte kadar sütünden, yavrularından, tüylerinden faydalanmasını taraflar için daha uygun bulmuştu. Dâvud da oğlunun hükmünü beğenmişti. (Beyzâvî Tefsiri, II, 88)
Süleyman’ın (As.) adâletine dair bir örnek de hadîs–i şerîfte yer almıştı: İki kadın ve onların iki oğlan çocukları vardı. Bunlar yolda giderken, kurt gelerek birisinin çocuğunu kapıvermişti. Bunun üzerine çocuğunu kurt kapan kadın; ötekinin çocuğunu alarak; “Kurt senin çocuğunu kaptı” diyor. O da itiraz ediyordu. Mesele önce Dâvud’a (As.), sonra da Süleyman’a (As.) arz ediliyor.
Kadınları dinledikten sonra Süleyman (As.):
–Bana bir bıçak getiriniz! Çocuğu iki kadın arasında paylaştırayım, demişti. Bunun üzerine çocuğun annesi:
–Aman öyle yapma! Allah sana rahmet etsin. Çocuk bu kadınındır, demiş, Süleyman da (As.) kadının bu sözlerinden, çocuğun kendisine ait olduğunu anlamış ve ona göre hüküm vermişti. (Tecrid Tercemesi, IX, 158, 1394 nolu hadîs)
At Sevgisi
Süleyman’ın (As.) atlara düşkünlüğü vardı. Bu husus Kur’ân–ı Kerîm’de şöyle yer aldı:
“Ona bir akşam üstü çalımlı, cins koşu atları sunulmuştu. Süleyman:
–Doğrusu ben bu iyi malları (atları) Rabbimi anmayı sağladıkları için severim. Koşup, toz perdesi arkasında kayboldukları zaman:
–Artık yeter! Onları bana geri getirin. dedi. Bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başlamıştı.” (Sad 38/31-33)
At; cengaverlerin kahramanlık, zafer, fetih ve asâlet müjdecisiydi Süleyman da (As.) büyük bir cengâverdi..
At; Allah’ın, Kur’ân’da kendisine yemin ettiği müstesna yaratıklardandı. “And olsun Allah yolunda koştukça koşanlara.
Andolsun kıvılcımlar saçanlara... Sabah sabah akına çıkanlara. Ve tozu dumana katanlara.
Hep birden düşman topluluğunun içine dalanlara...” (Âdiyât 100/1-5)
İtham
Bu dünyada herkese imtihan vardı.
Süleyman da (As.) her şeyden önce insandı, peygamberdi, sonra da hükümdardı. Bir ara Allah, onun hükümranlığını za’fa uğrattı. Kur’ân bu olayı şöyle anlattı:
“Andolsun ki, Süleyman’ı denedik. Hükümranlığını zayıf düşürdük.
Sonra eski haline döndü.” (Sad 38/34)
Bu konuda kitaplarda çok çeşitli rivayetlere vardı. Oysa Kur’ân–ı Kerîm bu rivayetlerin herhangi birini doğrular anlam da herhangi bir işârette bulunmadı. Ancak Süleyman (As.) bu imtihanı başarıyla kazandı. Ömrünün sonuna kadar mülk ve saltanatıyla yaşadı.
Vefatı
Süleyman’ın (As.) vefatı da ilgi çekiciydi. Cinlerin gaybı bilmediklerini de gösterici idi: Allah Süleyman’ın (As.) ölüm şeklini Kur’ân–ı Kerîm’de şöyle duyurdu: “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt, onun ölümünü cinlere fark ettirdi. O, ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı, alçak düşüren bir azap içinde kalmazlardı.” (Sebe’ 34/14)
Süleyman’ın (As.) ölümü de bir tevhid mücadelesi niteliğindeydi; çünkü gaybı Allah’tan başka hiçbir varlığın bilmediğini açıkça göstermekteydi...
Her canlı gibi, Süleyman da (As.) vefat etmişti. Ancak onun ölümü ayakta olmuştu. Öldüğünü, değneğini kemiren kurt ilân etmişti.. Mülke, saltanata sahip olan, peygamberlikle görevli bulunan Süleyman’ın (As.) ayakta ölümü de düşündürücü bir tecelli ve büyük bir ibretti...
Zaten tüm peygamberlerin sözleri birer hikmet, işleri birer ibretti...
Sallallahu aleyhi ve sellem